Patronsuz Medya

Şark Çıbanı

Deniz Türkoğlu - 24 Kasım 2004  


Grip olmuşum, sanırım ateşim 90 derece civarında. Yorganı döşeği yakarak yatıyorum.

Gerçekle sanalın arası pek sıkı fıkı, hangisi hangisidir çıkaramıyorum. Güyâ adım Hayrettin'miş. Mürettebat kısaca "Paşa" diye sesleniyormuş bana. Valide Hanım dolma sarıp getirmiş vakumlu altın kaplarda. Kösem Sultan, Hans von Aysberg'e okuttuğu yiğitlik muskasını boynuma takıp, melûl melûl gözlerimin derununa bakmakta. Nuh, puding malzemelerini çuval çuval gemiye taşıyıp ambara yığmakta. Sarayburnu'nun önünden denize açılmak üzereyim. Deli İbrahim tas tas inciler döküyor peşim sıra mavi sulara. 81 pâre top atışı yapılıyor Topkapı Sarayı'nın önünden.

Rusya'yı nükleer bomba yüzünden, Avrupa Birliğini ordu kurma girişimi için, Amerikayı sırf gıcık kaptığımdan şöyle bir kuşatıp geleceğim. Harbiden gaza gelmişim, ördek-deve-fil-kurbağa tam teşkilât bastırıp gideceğim.

Bana kalsa giderim gitmesine, ama gidemiyorum. Kaslarımın ve kemiklerimin 1001 gece masalcısı Şehrazat aniden susuverince, kapının sesi perde perde yükselerek rüyalarımın içine ediyor çünkü. Beynimde Rutkay Aziz seslendirmeli bir komut, giderek şirretleşiyor. "Kapıyı açınız! Kapıyı açın diyorum! Açsanıza ulan kapıyı!"

Ayaktır tahmin ettiğim şeyleri sürüye sürüye, kapıdır tahmin ettiğim şeyi açıyorum. Sert bir rüzgâr sarılıyor bacaklarıma. Rüzgâr tahmin ettiğim şey kapıcının oğlu Kadir kılığında "Hişt, aşağı bak, ben buradayım" diye dillenip "anam gelsin mi?" diye soruyor. Boş boş baktığımı tahmin ediyorum.

"Tarhana yaptı sana. Babam da ilâç almaya gitti, hadi gelsin mi?" diye nefes almadan sayıp "anaaa gel gel, uyanık" diye bağırıyor. Kim uyanık, ben mi?

Bildiğimiz kapıcının karısı sahiden de geliyor. Ne elmas işlemeli kaftanından, ne zümrüt kaktırılmış süslü kavuğundan, ne de her biri yakut kızıllığındaki koyun içi cariyelerinden eser yok. Hepi topu elinde kulplu bi tencere, süklüm püklüm kapıda dikiliyor. Öylece kaç saat duruyoruz hiç haberim yok. Sonunda kapıcının aslı geliyor da, kapı nihayet kapanıyor.

Ailecek bi girişiyorlar bana. Tarhana, yakı, antibiyotik derken gribi tozuna kadar silkeleyecekler.

Şehzade Kadir bi çaydanlık kaynamış suyu leğene boşaltıp, ayaklarımı tek tek kaldırıp içine daldırıyor. Kapıcının aslı da, hanımının çeyizinden kalma halis yün yorganı yıkıyor omuzlarıma. Karısı ıhlamur yapmış, limonla karabiberi de basmış içine. Sehpanın üstü silme gazete dergi dolu. Her birini tek tek dantel gibi yaymışlar. "Okursun" derken ışıl ışıl gözleri, her ikisi de okuma yazma bilmiyorlar. "Aman çok içme" diye bi paket de sigara koyuyorlar yanıma.

"Hadi sen dinlen" diye çıkarlarken para vermek istiyorum. "Ne parası?" diye kızarıyor yaşlı başlı adam. Yüzünü ateş basınca yanağını boydan boya kapayıp boynuna kadar inen şark çıbanı, iyice büyüyor sanki. "Hiç değilse ilâçların parasını ödeyeyim" diyorum. "Olur mu hiç?" diyor. Bunu öyle güzel öyle yumuşak söylüyor ki, bu kez ben utanıyorum.

Rastgele bir gazete alıp okumaya başlıyorum. Kafamın içinde "okursun" lâfı dalga dalga. Nasıl eğmişiz bu insanların boyunlarını iki paralık okuma yazma becerimizle böyle, nasıl kırmışız dallarını, nasıl yaralamışız onurlarından.

Nasıl gözü dönmüş bir açlıkmış ki bu, bin kitap yazsa da bir insanca kucaklaşamayanlar, bu yığınları ezmeye hâlâ doymadılar.

"Okursun" diyenlerin gözlerinde kat kat kabaran, şahlanıp yücelen inancı hiç mi görmüyorlar? Okumalı tabii, okuyunca adam olunuyor. Adam olduktan sonrası kolay. Hele acı benimki olmadıktan sonra, okuyup yazmak çok daha kolay.

İnsanoğlunun derisi kalın. Adam olanınki daha da kalın. Sen de okusaydın, ne yapayım, değil mi ya?

"Okyanuslarla yüzlerce yıl boğuşup durmanın tetiklediği değişimlerin" dışında kalmasaydın ve kendi meslek dalında bir "kişilik" kazanıp; kişiliğini, üretimden yoksun, boy boy çeşitli "payeler" de arama tutkusuna düğümlenmeseydin…"

Peki, bir piyano ister miydin?

Tırnak içindeki yazılar, bir gazete köşesinden. Bu memleketi ağzının içine baktıran ünlü yazarlardan birinin, bugünkü yazısından alıntı. Tıpkısının aynı şöyle oluyor: "Şark ise, özellikle okyanuslarla yüzlerce yıl boğuşup durmanın tetiklediği değişimlerin dışında kalmış ve kendi meslek dalında bir "kişilik" kazanma yerine; kişiliği, üretimden yoksun, boy boy çeşitli "payeler" de arama tutkusuna düğümlenmiştir…"

Dünya'nın da Türkiye'nin de en büyük örgütü, en büyük çetesi, en büyük mafyasıdır medya. Kuyruğunu ısıran yılan gibi verdiği zararın ucunu kendi de bulamaz. Nerede başlayıp nerede bittiğini kendi de bilmez. Üstelik bir takım adamlar vasıtasıyla televizyonlarda halkı alenen azarlayıp, köşelerinde millete ana avrat düz gitmede hiç bir sakınca görmez.

Bu milletin ekmeğiyle beslediği, emeğiyle okuttuğu avuç içi kadar aydının yazarın biri de benim, borcumu iyilikle güzellikle ödeyeyim demeyi aklından geçirmez. Aklından böyle olmaz düşünceleri geçirenleri de zifte batırıp tüye bulayarak, kasaba meydanına kovboy eğlencesi diye bırakır. Dünya gezegenini dinozor sürüleri bassa, o kralın sağlam kale burçlarının ardında aynı tekerlemeyi döndüre döndüre temcitler. "Bırakınız geçsinler."

Amerikan rüyasının da Avrupa kara sevdasının da maskeleri tek tek düşüp, parmakla işaret ettiği adreslerin hepsi mezbahadan fena kan kokunca, o işaret parmağını bi yere de sokamaz. muğlâk lâflarla gevelemeyi sürdürmekten geri de kalmaz. Döner dolaşır gene Şark'la bozar kafayı. Şark'ın ruh sağlığını ve kişilik kördüğümünü irdeler.

ÖNCE "Şark" kavramının bir tanımlamasıyla, ne tür kalabalıkları içerdiğinin teşhisini yapmaya çalışalım. "Şark", çeşitli koşullanmaların hipnozlarında kendilerine bir "kişilik" arayan mesleksiz yığınların; bilimselliğin anahtarlarını taşıyan "kuşkuculuk" vantilatörlerini suçlayıp yok ettiği ve maddî-manevi en geçerli "artı" yı politikanın sağladığı, okyanus birikimlerinden yoksun coğrafî bir kesimdir.

30 yaşından küçük 40 milyona yakın gencin yaşadığı Türkiye'de; yeryüzünden gelip geçerken, sıradan yığınlara karşı bir "ayrıcalık" aranma epidemisi, ekonomik bir cendereyle de ilmiklenince; psikopatolojinin devedikenleri yaygınlaşmada…

Kapkaçlar, dal budak sarmış gizli suç örgütleri, kabadayılığa soyunmalar, maç cinayetleri… Değişen enerji kaynakları ve üretim biçimleriyle; saydamlık ve "çağ vatandaşlığı", Şark'ın da kapısını çalmada… Kestirmeden "ayrıcalık" aramanın tuzaklarına düşmeyenler, çok pırıltılı bir çağda yaşayacaklar; enseyi karartmayın…" diye anlatır durur.

Ama her nasıl olduysa, kuytu bir köşede emekli bir askerin soruverdiği sorunun üzerine gitmeyi düşünmez. "Felluce'nin yaralıları nerede?"

Koca bir şehir bombalandı, tarandı, yakıldı, yıkıldı. Şehirde kalanların en az 60 bin kişi olduğu biliniyor. Kamyon kamyon cesetler bir çukura atılıyor. Toplanmayanları sokaklarda köpekler yiyor. Hadi bunlar ölüler, peki ya yaralılar nerede? Aykırı konulardır bunlar. Enseyi karartmaya gelmez.

300 bin nüfuslu bir şehrin 60 binini demokrasiye ölü-yaralı-deli kurban vermekte beis yoksa, öyleyse geriye kalan 240 bin kişi nerede? Hadi merak etsene, sorsana, yazsana, yerinden kalkıp (cihangir mi, bebek mi, göztepe mi neresiyse orası) bi gidip baksana. Nasıl gazetecisin sen?

Onun da kolayını bulmuşlar. Geçenlerde İstanbul'da dünyaca ünlü bir televizyon kanalının zırhlı arabası çalındı da, öylece haberimiz oldu.

Televizyon kanalı gazetecisiyle birlikte saray arabasını gönderiyor. Saray arabası olmayanların da dertlerine çare var. Yeni tür bi gazetecilik icat etmişler. "İliştirilmiş gazeteciler". Takıl bana, hayatını yaşa gazeteciliği. Biniyorsun Amerikan tanklarına. Paçalarına akıta akıta Irak'ın sokaklarında piyasa yapıyorsun. Çok tehlikeli! Bu Şarklı milleti taş falan atıyor tanklara, Allah muhafaza.

O televizyon kanalları, o gazeteler ve altın suyuna banıp gönderdikleri o muhabirler, fotografçılar, gazeteciler savaşı anlatacak kitlelere değil mi? Bekleyin anlatırlar. Ebu Garib hapishanesinden sızan fotograflarla, geçenlerde Felluce'deki camiiden sızan görüntüler için bile "komplo" dur diyerek ortalığı toza buladılar. Komplo olsa ne olacak, olmasa ne olacak? Bi de onu söylesinler.

Başlık ne kadar "Komplo Görüntüler" olsa da, altı her zaman tek sözcükle dolacak: Öldüler!

Amerika hepimizi kurtaracaktı değil mi? Dönemin birinde devrin başbakanı öyle diyordu. "Amerika parasıyla geliyor, medeniyet getiriyor, silâhıyla mı geldi?" İnsan olanın da ister istemez canının acısı diline vuruyor, ortaya çıkıp "zamanında bunlar söylenmedi mi, bunları söyleyenleri susturmadınız mı?" diyesi geliyor. Batıcılarımız Avrupa ülkelerini tek tek sever, kıymette hiç birine paha biçemezlerdi. Ne oldu? Batı apışıp kaldı mı? Kimsenin sesi soluğu çıkmıyor.

Avrupa birliği ordu kuracakmış, söyleyen de Verheugen. Orduyu kime karşı kuracaklar? Amerikan mezalimine karşı mı? İngiltere adlı kaltak hangi yatağa girecek peki? Benimkine mi? Çatlayana kadar gülüyorum. Yalnızca ingilterenin geçmişinde bir soylu kişiye; yüzlerce uşak, yüzlerce seyis, yüzlerce aşçı, yüzlerce hizmetçi düşüyordu. O soylunun adına burjuva deniyordu. O burjuvalar bu dünya üzerinde 17. yüzyıldan bu yana sömürmedikleri bi karış toprak, katletmedikleri ırk bırakmadılar.

Mecburdular çünkü çarklar ancak öyle dönüyordu. Şimdi de dünkü Amerika Müslümanları kıracakmış. Bırakınız kırsın! Neyinize ordulanıyorsunuz, uygarlığınıza yakışmaz. Enseyi karartmayın.

Bizim medyamız da sanıyor ki emperyalist için Türk, Hint, Japon fark edecektir. Etmeyecektir. 40 yıllık Kâni'nin bir tek adı değişmiştir.

Emperyalizm veya kapitalizm diyeceğimiz yerde, küreselleşme ve modernizm diyeceğiz. Aynı yoldan onlar önde biz arkada tırıs tırıs gideceğiz öyle mi? Takke düşmüş kel görünmüş olduğundan, bu sıralar ulu orta Avrupa-amerika demek sıktığından, Şark'a küfretmek serbesttir.

Şark'ta kapkaçlar, gizli suç örgütleri, kabadayılığa soyunmalar, maç cinayetleri yok mu, var. Avrupa ve Amerikada yok mu, orda da var. Öyleyse bizim aydınlar; niye bunca asırdır kapitalizmle yönetilen halkların yozlaştığından, Amerikada her yurttaşa bir psikiyatrist düştüğünden, okullarda cinnet geçirip toplu katliam yapan öğrencilerden, ırkçılığın ürkütücü boyutlara vardığından, zencilerin hatta yahudilerin faili meçhullerinin giderek arttığından, buna 11 eylülden bu yana bi de Müslüman kafa tasçılığının eklendiğinden, gene Amerikada her beş kişiden dördünün fanatik hıristiyan olduğundan, dogmalar yüzünden aynı aile içindeki insanların birbirini gırtlakladığından, yalnızca "kin" cinayetlerinin hızlı artışından hiç bahsetmiyorlar? Gasp, cinayet, tecavüz, işkence, hırsızlık, kundaklama, uyuşturucu suçları, kadın ticareti, çocuk ticareti istatistiklerine dosyanın şöyle bi üstünden bile olsa bakmıyorlar? Ben bir gazeteci olsam, Avrupa ve Amerikada son yıllarda pek kabardığı sinyalini veren düşünce suçu istatistiklerini de gözden geçirirdim.

Değişen enerji kaynakları ve üretim biçimleriyle; saydamlık ve "çağ vatandaşlığı", Şark'ın da kapısını çalmaktaymış. Kestirmeden "ayrıcalık" aramanın tuzaklarına düşmeyenler, çok pırıltılı bir çağda yaşayacaklarmış.

Ayıptır efendiler, yaşınızdan başınızdan utanın!

Halka verilecek bir mesaj varsa o da, enseyi karartmanın hem tam yeri hem de tüm boyalar patır patır dökülmüşken tam vakti olduğunu söylemektir. Fakat bu mesajlar zaten halka verilmiyor. Doya doya karartın enseleri.

Haldun Taner ışıklar içinde yatsın, gene ne güzel söylemiş. "Her birimiz birer yurttaş olarak iktidarın da, muhalefetin de özü bırakıp ayrıntı ile, ciddi ve yapıcı tartışmayı bırakıp demagoji ile uğraşmasına karşı çıkmak zorundayız." Nerde şimdi böyle yazarlar?

* * *

(Embedded-Köşe-Yazısı)

Şark'ta ruh sağlığı ve "kişilik" kördüğümü…

* Çetin Altan - Milliyet, 23 Kasım 2004

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

101
Derkenar'da     Google'da   ARA