Patronsuz Medya

İnsana güvenebilirsin

Deniz Türkoğlu - 7 Temmuz 2011  


"Hani, 'kölelik nedir?' sorusuna karşılık vermek zorunda kalsaydım, tek bir sözle: 'Bu tasarılı öldürmedir'deseydim, düşüncem o saat anlaşılmış olurdu. İnsandan düşünceyi, istemi, kişiliği çekip almak, tasarılı bir biçimde onu öldürmektir," diyor Proudhon.

Onun daha 1830'lardan insanın başındaki en büyük belâyı, o günden içinde bulunduğumuz bugüne değin insanlığı takip eden o aynı vebayı ("kölelik" geniş bir kavram ve eski moda bir lâf tabii, ben en iyisi buna, yeni trendle, toplumların ciğerlerini tıkayan güncel/liberal/sekülerizm diyeyim) teşhis ediyor olması, simülasyon zihinlere çok mu egzotik geliyor acaba? Anlaşılmayan ne?

Aslında çok basit; bir yana sömürgecileri koyacaksın, beri yana sömürülenleri. O zaman tablo netleşiverir. İnsanları kıta kıta süren, evinden barkından suyundan ekmeğinden eden, olmadı kıtır kıtır kesip kendisine kan üzerinden zorla yer edinen, yerleştiği yerin enerji kaynaklarını parselleyen, soğuran, tüketen, pis işlerinde köle işçi çalıştıran, dünya haritasını yeniden çizip, ekose desen bir örnek düzenlediği çakma rejimlerin başına kendi benzeşlerini getiren, meselâ düne kadar arasından su sızdırmadığı Arap diktatör rejimlere birdenbire kerameti kendinden menkul bir demokrasi, insan hakları, özgürlükler götürme hevesi güden, biriktire biriktire doyamadığı enerjiyle son zamanlarda başı derde girmiş görünen kontrol manyağı karizmatik "sahip" e sömürgeci denir. Geriye kalanların hepsi sömürülendir.

Gel de kitleler halinde güven krizine girme, mümkün mü, tabii ki değil. Girmeyene teessüf ederim.

Batı'daki sahibin insanı ve dünyayı hakimiyeti altına alma, kontrol ve kolonize etme manyaklığına, düzenin adı ne olursa olsun (ister cumhuriyet, ister demokrasi, ister liberalizm) güvenemezsin.

Hele ki bunların, küresel süreçte dünya üzerindeki hakimiyetlerini meşrulaştırmak için hızlandırdıkları ayak oyunlarına; tarih bilgisi, medeniyet tecrübesi, gerçeklik algısı, hafıza, vicdan, düşünme yetisi, ufuk, muhayyile, onur sahibiysen; hiç gelmezsin.

Olağanüstüyü sıradanlaştıran; insanın ortak şuurunu sistematik olarak bozup, yön ve anlam kaybı yaşatarak güvensizleştirdiği tek tek insan ruhlarını, dosdoğru malın pazarı haline getiren; zevklerin bencilliğini insanın gelebileceği en yüksek varoluş noktasıymışçasına gazlayan; toplumları topyekûn duyarsızlaşmaya ve kötülüğe sevk eden; dünyayı bir zihinsel ve bedensel haz kazanına çeviren; varlığın insanaltı aşağı seviyelere düşmesini, bayağılaşmasını, eşyaya, tabiata, insana ait değerlerin değersizleştirilmesini körükleyenlere nasıl güvenebilirsin? Yani reca ederim!

Peki nelere güveneceksin?

Toprağa güvenebilirsin. Ama; insanın hiç bir zaman kendi yaratmadığı, ancak doğanın kendisine karşılıksız verdiği böyle bir zenginliği hangi hakla ele geçirdiği bilinmeyen o ilk derebeyine, bugün adını kısaca "zorba'ya yuvarlayabileceğimiz aynı aç gözlüye güvenmemekte haklısın.

Çünkü, toprağın yaratıcısı toprağı satmaz, toprağı verir, toprağı kiralayan ve satan o ilk derebeyi ve onun bugünkü sülâlesidir. Sözleşmeler de işte burada devreye girer, tabii silâhla ikna etme önceliklidir.

Havaya ve suya güvenebilirsin. Ama; bu kadar gelip geçici nitelikte olmasalardı, onların da aynı zorbalar tarafından sahiplenmeyeceğine güvenemezdin. Gene güvenme.

Nitekim; Portekizliler'in, Ümit Burnu'ndan Hindistan'a geçişi bulduklarında, akabinde geçiş mülkiyeti denen bir zımbırtı uydurup, bu hakkı biz satın aldık (yani o denizleri), artık geçiş hakkı yalnızca bizimdir demeleri buna bir örnektir.

Keza; sulardaki avlanma, balık tutma, yelkenle caka satma, havada rüzgâr sörfü yapma, paraşütle atlama hakkı her zaman önce soyluların, mal mülk sahiplerinin emrindedir. (Aaa, sömürgeci mi bunlar yoksa?) Hava ve su da birilerinin tekelindedir ve sınırlarla/sözleşmelerle korunmaktadır. Geçmiş olsun.

Dünyaya güvenebilirsin. Ama; insanın yürüme ve dolaşma hakkını pasaport denen ne idüğü gayet belirli bir sözleşmeyle satın alanların niyetlerine güvenemezsin. Yolların, ağaçların, dağların, denizdeki dalgaların, havadaki bulutların, dünya üzerindeki tüm elementlerin kullanım haklarını satın almışlardır, kapı gibi de tapuları vardır. (Aaa, kapitalist mi bunlar yoksa?)

Sözleşmeler demişken, sözleşmelere hiç güvenemezsin. Niye mi? Valla tarımın başla(ma)dığı dönemlerde bile insanoğlu daha uyanıktı, hiç değilse birbirlerinin ellerindeki mallardan karşılıklı vazgeçiyorlar, takasta bir karşılık elde etmeden haklarını bırakmıyorlardı da ondan. Yani eşitlik gözetiyorlardı. Eşitlik olmadığı andan itibaren, sözleşmeler suya düşer ve ondan sonrası zorla ele geçirmedir. Güvenemezsin.

Velâkin: İnsana sonuna kadar güvenebilirsin. Çünkü o asil ve asli olandır.

Bir de "insan toplumları tek amacı teknolojik ilerleme olan devasa bir süperorganizmaya dönüşerek ilerliyor" demiyorlar mı…

"Organizma hastalanır, makine bozulur." Sonunda geriye Necdettin Efendi'nin dediği gibi bir sen, bir ben, bir de bizim oğlan kalır.

Yorumlar

Şehir devletleri ilk kurulduğunda, günümüzden beş bin yıl önce, bazı insanların hayalleri vardı. Bu hayaller yazıya da geçti, ordan biliyoruz.

Bir tanesi ölümsüzlük otunu bulmaktı. Öyle bir ilâç ya da besin bulacaktık ki ölümsüzlüğe ulaşacaktık. Biyoloji biliminin gelişmesi bizim ölmeye programlı olduğumuzu gösterdi. Ne yaparsak yapalım ölecektik. Yalnızca yaşamımızı biraz uzatabiliyoruz gençlikteki gücümüzü bile koruyamadan.

Bir diğeri değersiz madenleri altına çevirebilmekti. Kimya bilimi bunun dünya koşullarında mümkün olmadığını gösterdi. Altın yalnızca bir yıldızın olağanüstü sıcaklığında oluşabiliyordu. Dünyadaki altın da burada, güneşin yerinde olan daha önceki bir yıldızın içinde oluşmuştu. Sonra o yıldız ömrünü tamamlamış, patlamıştı. Sonra da bizim güneş sistemimiz oluşmuştu.

Ve bir başkası şehir devletlerini eski avcı-toplayıcı insan toplulukları gibi eşitlikçi hale getirebilmekti. Sosyal bilimler o kadar gelişmediği için bunun mümkün olup olmadığını hâlâ bilmiyoruz. Ama beş bin yıl süresince bütün denemeler başarısızlıkla sonuçlandı. Bir grup insan artı değer üretip biriktirmeye başladığında, başlangıç eşitlikçi olsa bile bir süre sonra bu bir grup insandan bazıları, yani sömürenler, bu artı değerin üzerine konuyor. Bu nasıl oluyor? Kandırarak, güç kullanarak, ikna ederek.

Sorun artı değerin ortaya çıkmasında gözüküyor. Artı değer olmazsa eşitlikçi olacağız, ama artı değer olmazsa şehir devletlerini de kuramayacağız.

Levent Yaycı - 7 Temmuz 2011 (10:09)

Futbol topla oynanan basit bir oyun olarak başladı. Topa vurmada biraz yetenekli olanlar oynuyorlar, diğer insanlar da bu oyunu seyrediyorlardı. Oynayanlar ve seyredenler çok kolaylıkla yer değiştirebiliyorlardı. Başlangıçta her şey eşitlikçiliğe çok yakındı.

Birileri paranın kokusunu aldı. Futbolun oynandığı alanın etrafı kapatıldı. İnsanlar kendilerinden daha yetenekli olan futbolcuları seyretmek için para vermeye başladılar. Kimse kimseyi futbol seyretmesi için zorlamıyordu. Gönüllülük esasına dayalı bir sömürü düzeninin temelleri atılıyordu.

Aradan yüzyıldan fazla zaman geçti. Teknoloji ilerledi. Futbol dünyanın tüm köşelerine yayıldı. Şimdi artık sömürülenlerin bazıları futbol seyretmek için para bile vermiyorlar. Yalnızca beyinlerini futbolla gelen reklamlara açıyorlar. Beyinlerinin reklamlarla yıkanmasına izin veriyorlar. Maç bittikten sonra da, artık bütçeleri ölçüsünde, futbol endüstrisinin çarklarının arasına karışıyorlar.

Dünyadaki milyonlarca futbol hayranından, ama az ama çok, toplanan paralar futbolun patronları arasında bölüştürülüyor. Bazı çok yetenekli, çok çalışkan futbolcuların yıllık gelirleri milyonlarca lirayı buluyor. Futboldan konuşma yeteneği olanlar bile milyonlarca lira kazanabiliyor.

Bütün bunlar gönüllük esasına göre oluyor. İnsanlar futbol seyretmeyi bırakırlarsa futbol endüstrisi çöker. Futbol seyircilerini sömürüldüklerine ikna edebilir misiniz?

Levent Yaycı - 7 Temmuz 2011 (10:40)

Marxist literatüre pek vakıf olmadığınız, sadece onu kötüleyen liberal broşürlerden -ve galiba biraz da kişisel gelişim edebiyatından- hıfzettiklerinizle ahkâm kestiğiniz belli oluyor değerli Levent Yaycı.

Yine de sakin, özenli, akıcı bir dille yazdığınız yorumlar için ben şahsen teşekkür ediyorum. Ama yazdıklarınız arasında o kadar çok safsata var ki, ayıklayıp düzeltmek için ciltler dolusu yazmak gerekir.

Birkaç küçük örnek:

Komünizm ile "ilkel-komünal" toplulukları aynı şey gibi algıladığınız izlenimine kapıldım. Değildir. (İsmi benzior diye testesteron ile testereyi aynı şey sanmak gibi bir zihin sürçmesidir bu.)

Geçmişteki sömürüsüz bir dünya kurma denemeleri için "başarısız oldu" demek de gerçeği yansıtmıyor. Bu denemeler belli zaman dilimlerinde pekalâ başarıldı. Ama her seferinde saltanat ve hegemonya sahipleri tarafından rahatsızlıkla karşılandı ve zor kullanılarak ezildi. (Bu da tabancayla vurularak öldürülen biri için "hayatta kalmayı beceremedi" demek gibi oluyor. Yok etme kastı ile şiddet kullanma faktörünü yok sayıyor yani.)

Mevcut tarihsel süreçte asıl sorun, artı değer'in bir biçimde ortaya çıkışında değil, nasıl ve nerede ve kimin için kullanıldığındadır. Sosyalistler "artı değer olmasın" demez, "artı değer insanca paylaşılsın" der.

"Ölümsüzlük otunu bulmak" konusundaki örneğiniz, dünyanın halen bilinen ilk yazılı kaynağı olan Gılgameş Destanı'ndan alınmadır. 5 bin yıllık bir destandan alınmış artistik bir motifi bilimsel bir veriymiş gibi nakletmeniz ne kadar doğru?

Uruk Kralı Gılgamış, muhtemelen kurgu ürünü bir kişi. Bir destan kahramanı. O isimde birinin sahiden yaşayıp yaşamadığı bile bugün için belirsiz. Muhtemelen destanın kendisi de daha önceki yazılı ve sözlü edebiyattan yapılmış bir derleme.

Yine de bu destan, halen bilinen en eski yazılı metin olduğu -ve edebi değeri çok yüksek olduğu- için, yine de eşsiz bir eser. Derinlikli psikolojik-felsefî alt metinler içerir. (İngilizceniz elveriyorsa, şu makaleyi okumanızı öneririm: Enkidu as alter-ego of Gilgamesh - Ozan Örmeci →)

Ha, bir de, sosyalistlerin elinde futbol seyircilerini -hatta işçi sınıfını bile- sömürüldüklerine ikna edecek sihirli bir formül, bir reklam cıngılı yoktur. Bu mevzuları anlamak için, öncelikle "anlamaya" hevesli olmak gerekir.

Deneyimlerimden biliyorum ki, sıradan bir insana bu tarz meseleleri anlatmak, "eğitimli" birine anlatmaktan kat be kat kolaydır.

Neden acaba?

Durmuş Düşünür - 7 Temmuz 2011 (13:17)

Üstâdım, samimiyetle itiraf etmeliyim ki analizleriniz iyi geliyor… Özellikle sihirli formül "Sosyalizm" hakkında yazdıklarınız. Her ne kadar şahsımı "Tufeyli" tabakasında görseniz de!

Bakıyorum bu sefer sıkı tutmuşsunuz işi, almışsınız teoriyi Babil ve Gılgamış destanından. Merakla izlemeye devam ediyorum… Emin olun amacım aydınlanmak.

Bu arada yorumum dublesizdir desem de, sakın inanma!

Saygılarımla.

Macit Cününoğlu - 7 Temmuz 2011 (16:12)

Aman diyeyim Macit Beyciğim, vahim bir yanlışlık olmuş, özür dilerim. Ben "tufeyli" kelimesinin "eski tüfek" anlamına geldiğini sanıyordum, yani o mealde kullanmıştım. Meğerse… Tüüh!

Siz Derkenar'ın Macit Abisi'siniz, kimin ne haddine size öyle olmayacak sıfatlar yakıştırmak? Herkesten önce ben dikilirim karşısına öyle haddini bilmezlerin. (Nasıl kıvırttım ama.)

Valla şu duble konusu ayrıca ruhuma ferahlık vermiyor desem yalan olur. Öyle böyle değil. Siz Mersin'de, ben Çeşme'de kızımın yazlığında, belki aynı anda aynı mehtaba bakıp buzlu rakılarımızı yudumluyoruz. (Ben Efe'yi tercih ederim, en ucuzu o.)

Gel de sevme şu memleketi şimdi. Gel de sevme şu Derkenar'ı. Böyle keyifli muhabbet başka nerede var?

Yazalım, güzelleşelim…

Durmuş Düşünür - 7 Temmuz 2011 (16:53)

Hepimizin ön kabulleri vardır. Önyargı da denilen bu ön kabuller beynimizde ne zaman oluşurlar? Çocukluğumuzda mı? Eğitimimizi tümüyle tamamladığımızda mı? Yoksa belirli bir yaşa ulaştığımızda mı?

İnsanlar çok kolaylıkla başkalarını önyargılı olmakla suçlarlar. Kendilerinin önyargısız olarak düşünebildiklerini, böylece asıl, tartışmasız doğruya ulaşabildiklerini söylerler. Sizin doğrularınız size sarsılmaz gözükürken başkalarının doğruları size safsata olarak gözükür. Sizin tanrınız size evrenin yaratıcısı olarak gözükürken başkasının tanrısı size şeytan olarak gözükür.

Marks'ın ön kabulleri otuzlu yaşlarına erişince tamamlanmıştı. İnsanların çoğunluğunun sefalet içinde, küçük bir azınlığın ise refah içinde olmasını o küçük azınlığın doymak bilmez hırsına bağlamıştı.

Ben bu ön kabulü kabul etmiyorum. Doğaya, insan toplumlarına baktığım zaman insanların çoğunluğunu doymak bilmez hırs içinde buluyorum. Çoğunluk herkesin eşit olacağı bir toplum hayali kurmuyor. Çoğunluk kendisinin diğer insanlardan daha üstün olduğu bir toplum hayali kuruyor. Bu hayallerin gerçeğe dönüşmesi de günümüz toplumları oluyor.

Siz de, Sayın Durmuş Düşünür, Marks'ın ön kabulünü kabul ediyorsunuz. Bu ön kabullerinizle benim doğrularım size safsata olarak gözüküyor. Kim haklı? Aslında yaptığımız kuramsal sosyal bilim. Sosyal bilimlerde deney yapmak da çok zor olduğundan herkes kendi kuramsal doğrusuyla baş başa kalıyor.

Şempanze topluluklarında bir alfa erkek şempanze vardır. Bu alfa erkek şempanze topluluktaki tüm dişilerin sahibidir. Dişiler yalnızca bu alfa erkek şempanzeyle cinsel ilişkiye girebilirler, ufak tefek kaçamakların dışında. Besinde aslan payı gene bu alfa erkek şempanzeye aitttir. Diğer erkek şempanzelerin ise tek bir hayali vardır: Bir gün alfa erkek şempanze olabilmek. Çoğu başaramaz. Bir ya da ikisi ileride bu hayallerine kavuşabilir.

Genlerimizin yüzde doksan dokuzu şempanzelere benzediği gibi hayallerimiz de şempanzeninkilere benzer. Masallarımıza bile girmiştir. Keloğlan gider padişahın kızıyla evlenir. Bir anda bütün zenginliklere kavuşur. Çoğunluk geçinecek kadar para hayaliyle değil, zengin olma hayaliyle yaşar. O çoğunluğun içinden birileri zenginleşirse dönüp arkasına bakmaz.

Küçük bir azınlık dediğiniz o sömürenler sınıfını yok etmeniz bir işe yaramayacaktır. Yeni sömürenler ortaya çıkacaktır. Bu yeni sömürenler muhtemelen de eski sömürenleri yok edenler olacaktır.

Eğer eşitlikçi bir toplum kurulacaksa bu hırslı insanların kurduğu sömüren-sömürülen toplumlarının arasında küçük bir ada olacaktır. Çoğunluğun peşinizden gelmesini beklemeyin. Hatta çoğunluk peşinizden gelirse korkun.

Levent Yaycı - 7 Temmuz 2011 (17:47)

Ben Levent Yaycı'ya katılıyorum. Önkabul ve önyargı avcı-toplayıcı toplumlardan şehir devletlerinin kurulduğu modern teknolojik toplumlara kadar insanın en büyük handikapı olagelmiştir. Örneğin Helenistik dönemde Yunanistan'da efsaneleri toplama ve derleme işine girişilmiştir. Bu dönem Büyük İskender tarafından İskenderiye Kütüphanesinin kurulduğu dönemdir. Burası tarihte meydana getirilmiş olan en önemli eserlerden biridir. Kimler İskenderiye kütüphanesini yakmışlardır?

Ben de tıpkı Levent Yaycı gibi doğaya, insan toplumlarına baktığım zaman insanların çoğunluğunu doymak bilmez hırs içinde buluyorum. Çoğunluk bilimden, bilgiden, ilerlemeden yana değildir. Çoğunluk kendisinin diğer insanlardan daha üstün olduğu bir toplum hayali kuruyor. Kendinden üstün olana katlanamıyor. Bunu antik çağda gerçekleştirilmiş bu kundaklamaya baktığımızda anlarız. Kendinden daha zengin olana da katlanamıyor. Bunun gerçeğe dönüşmesi de günümüz toplumları oluyor.

Ben Durmuş Düşünür'e katılmıyorum. Marks'ın ön kabulu kabul değildir. İnsanların büyük bir bölümünün sefalet içinde, küçük azınlığın ise refah içinde olduğunu söylerken ayrımcılık yapmıştır. Sosyolojinin amacı insanların toplumsal davranışlarını anlamak, denetlemek için bilimi kullanarak toplumun refahını sağlamaktır. Halbuki Marks toplumları ayrıştırmıştır. Burada bir hırslı azınlık var, burada da yoksul bir çoğunluk var demekle, toplum huzuruna dil uzatmıştır.

Çok yanlış bence. Beynimiz bu yanlışı niye tolere ediyor? Beyin yönetim merkezidir. Beynin yönetim biçimi her şeyi belirler.

Ben de %99 şempanzeden geldiğimize inanıyorum. Hayallerimiz de %200 şempanze. Solcu milletine buradan sesleniyorum, boşuna Adalara Modalara gitmeyin, altından fay geçiyor, bir depremlik canınız var diyeyim. Gerisini siz anlarsınız.

Pıtırcık Malumatfuruş - 8 Temmuz 2011 (00:49)

Hem insana güvenemiyorsun hem de insansız yaşamıyorsun. Hayatın en büyük çelişkilerinden biri: Güveneceksin ama güvenmeden yaşamayı da bileceksin.

İdealist - 8 Temmuz 2011 (01:31)

Üstâdım yerden göğe haklısınız, elbette "yazalım güzelleşelim", zaten elimizden başka bir şey gelmiyor ayrıca sizin de belirttiğiniz gibi yazı insanın ruh sağlığına iyi geliyor.

Bu arada sayın Yaycı'nın düşüncelerine katılır veya katılmayız -o ayrı mesele- fakat kullandığı dil, üslup hakikâten tâkdire şayan. Bence çok yakıştı sevgili "Derkenar" sütunlarına.

Özellikle liberal düşünceyi böylesine inatla savunan kişiyi bu yaşıma geldim görmedim. Valla helâl olsun! İster misiniz etki alanına girip kayıt yaptıralım Liberal Demokrat Parti'ye?

Yıllar önce TKP'liydik, eremedik hidayete… Bakarsınız liberalizmin şefkâtli kollarında ulaşırız selâmete!

Not: Beni de Mersin'e postalamışsınız ama Feneryolu'ndaki fakirhanemden inemiyorum Kadıköy'e… Size iyi "Efe" lenmeler değerli "De-De" …

Saygılar.

Macit Cününoğlu - 8 Temmuz 2011 (09:11)

Levent hocam yazınız çok keyifliydi, kaleminiz şad olsun. İnanın insanlar çok ama çok kötü. Benim 25 yıllık çalışma hayatım var. Ve inanın insanlar birer yılan. Çektiklerimi anlatsam 4 ciltlik bir ansiklopedi olur her halde. İyi insan diye bir şey yok. İyi insan efsane, birgün iyi insana rastlayan olursa bana da haber versin.

Biliyormusunuz hocam tam da söylediğiniz gibi kamulaştırma nedeniyle çok zengin olan parayı koyacak yer bulamayan köylülerimiz var. Hepside çarıklı profosör. Ben onları o kadar iyi tanırımki. Ve üzülerek söylüyorumki onları çok iyi tanıdığım için olsa gerek zerre kadar sevmem. Hiç biri masum değil onların. Şimdiki köylüler cin olmuş adam çarpıyor artık.

Millet anasının gözü hocam, "önden arkadan" bahsine hiç girmiyorum bile…

Gene yazın levent hocam sık sık yazın bizi irşad edin.

Melâhat Reloaded - 8 Temmuz 2011 (12:49)

Meğer ben ne büyük bir yanılgı içindeymişim oh tanrım, uçuruma doğru sonsürat gidiyormuşum beni levent hocam kurtardı.

Yıllar yılı bu dünyada iyilik var, iyi insanlar var, zannederek, polyannacılık, yaparaktan, inanıp, çok safmışım. Meğer yokmuş meğer herkes ama istisnasız herkes kötüymüş sömürülmeye müstehakmış. Az kalsın dünyada iyilik var diyerekten solcu olacaktım ben, direkten döndüm. Artık benim için varsa yoksa kapitalizm. Ne demişler, her koyun kendi gözünden asılır, sağ bacağın sol bacağa faydası yok.

Neymiş öyle solculuk sosyalizm falan, nerede görülmüş fabrikatörle darbukatörün ayni maaşı alması, hem de patronsuz fabrika ağasız köy, sosyalizm budur arkadaşlar, çıkmaz sokaktır, batsın böyle solculuk!

Hay siz çok yaşayın levent hocam son dakikada gözümü açtınız kurda kuşa yem olmaktan kurtuldum.

Sizi de artık sevmiyorum erdem hocam, solcularla işim olmaz yaşasın libneralizm! (ay klavyem sürçtü)

Gülbahar - 9 Temmuz 2011 (12:21)

İnsanın ve toplumların tabiatını, dinamiklerini incelemenin, büyük resmi görmeye, idrak etmeye çalışmanın bir kıymeti var elbette. Bu işi hakkıyla yapmaya çalışanlar kendilerini her türlü önyargıdan azade tutmaya çalışıyorlar/çalışmalıdırlar bana göre.

Fakat bu "fikri sabitlerden azade" olma hâli bilmem kaç yaşına gelince "aha artık bunca yıl kafa patlattım, nihayetinde ön koşul sahibi olmaya hak kazandım" noktasına geliyorsa bu işte bir tuhaflık vardır bana göre. Daha çok okuyan, daha çok bilenin, "aha bu da böyle" türü keskin ifadeler kullanmaktan özellikle imtina etmesi gerekmez mi? Hani bir nevi, okudukça insanın kendini daha cahil hissetme durumu gibi.

Dil denen şey sadece düşüncemizi ifade etmemize yaramıyor, bazen tam tersi, kendi dilimiz de düşüncemizi yönetiyor, hatta bazen düşünceyi kıskıvrak bağlıyor, onu kendine esir ediyor. Yani, bütün önyargılardan azade olayım derken bir bakıyorsunuz kendi dilinizin kulu kölesi olmuşsunuz.

Yani diyeceğim, meselâ "insanlara güvenemezsiniz", hatta "ben insanlara güvenmem" diyeceğinize insanların birbirine güvenmeme hali ile ilgili bir gözleminizden bahsederek girebilirsiniz söze. Öyle ya, belki yarın (veya otuz sene sonra) bu kez insanların birbirine çok güvendiğine tanık olursunuz, o zaman da o gözleminizi yazarsınız. "Ulan tüh, dün böyle yazmıştım, şimdi tersini yazıp karizmayı çizdirmeyeyim" demezsiniz.

Ve tabii, naçizane, sözüm sadece yorumcuya değil. Başka türlü bir keskinlikle, bazen de ti'ye alırcasına veya alay edercesine ona cevap veren abilerimize de. Sıradan bir okuyucu/yorumcu olarak diyebilirim ki; öncelikle pek hoş algılanmıyor, yorum yazacakların cesaretini kırıyor ve görülüyor ki, bazı diğer yorumcuları gaza getirip işi hakaret içeren yorumlar noktasına kadar götürebiliyor.

Bu küçük eleştirimin dışında Erdem Abaka ile başlayan bu beyin fırtınasını ilgi ve zevkle takip ettiğimi söylemek isterim. Sosyalist ideolojideki "insan faktörü" konusu benim de hep zihnimi kurcalamıştır. Tüm bu seri yazıları ve yorumları son derece ufuk açıcı buluyorum ve çok önemsenmesi gerektiği düşünüyorum.

Hoca Nasreddin - 10 Temmuz 2011 (00:45)

Kıymetli Hoca Nasreddin, aynı şeyleri dönüp dönüp bir daha tekrarlamak zorunda kalmak, insanı yoruyor.

Hatırlayacağınızı sanıyorum, bir aralar bir arkadaşımız "sansürse sansür, böyle yorumları yayınlamamak en iyisi" gibi bir öneride bulunmuştu, ben de bu yayının editörlüğünü yapan biri olarak bu öneriye açık olmadığımı söylemiştim.

Çünkü hayalimdeki Derkenar, fikirlerin ve sözlerin sansürlendiği değil, konuşa söyleşe piştiğimiz, kendimizi ve deryayı algıladığımız bir yer. Nefret ve ırkçılık içermeyen her türlü kanaate Derkenar'ın sayfaları açık. Yapılacak her katkıdan memnuniyet duyarız. Okuruz, belki o sayede görüş zaviyemiz biraz daha genişler.

Elimden geldiğince, Derkenar'ın göz göze bakışılan, açık yüreklilikle, büyüklenmeden, kol bükmeden, demagojiye sapmadan konuşulan bir yer olması için çaba harcıyorum. Daha ilk cümlesinde çarpıtarak lâfa başlayan, soruları ya da eleştirileri işitmezlikten gelen, sözü sohbeti kendi frapan önermelerine kilitleyen, ilâç reprazantı gibi kompakt bir monologla konuşarak cüz cüz hatim indiren kişiler, bende "art niyet" algısı oluşturuyor.

Merak etmeyin, ben onlarla sizin yerinize de kapışırım.

Size göre bu belli ki "saldırganlık"; bana göre tecrübeden kaynaklanan bir refleks.

Bu yayına 11 senedir yoğun emek veren ve bu söyleşi ortamını hep aynı nezahatte tutabilmek adına nöbet tutan, zaman zaman arıza tiplerle göğüs göğüse çarpışmak zorunda kalan biri olarak, en çok da kendime kalben yakın bildiklerimin anlayışsızlıklarından sıkılıyorum.

Özellikle de susup susup sadece ayar vermek için ağızlarını açtıklarında.

Birçok kez anlattım, "Derkenar ticarî bir mecra değil, bizim kelle hesabıyla, sayaç istatistikleriyle işimiz yok, mevcut yoklaması da yapmıyoruz, aman kuşları ürkütmeyelim diye bir hesabımız hiç yok, burada kişilerin kim olduklarına değil, sadece söylenen sözün kalibresine bakıyoruz" diye. Galiba bu maruzatım bir kez daha davulcu yellenmesi gibi gürültüye gitti.

Zaman zaman sertleşen dilim yüzünden "cesareti kırılıp susanlar" için yapabileceğim özel bir şey yok. Biz buradayız, cesaretlerini toplayabildiklerinde yine bekleriz.

Hoca Necdettin - 10 Temmuz 2011 (13:03)

Hoca Necdettin'in yorumunda geçen "göğüs göğüse çarpışmak" sözleri, doğrusu bana çok ağır geldi. Kendi adıma utandım ve epey düşünceliyim.

Derkenar'ın takipçilerinin -okuruyla, yazarıyla, yorumcusuyla-, algıları son derece açık, iyi niyetli, diğergâm insan özellikleri taşıdıklarına ziyadesiyle tanığım.

Asıl dikkatimi çeken şey ise; bu değerli okuyucu-yazıcı ve yorumcu topluluğun, bazen netleşebilmek adına bazı yoğun paylaşımların çok gerekli olduğu hallerde dahi, şartlarını zorlayarak "son sözü söylemek" ten kaçınma hasleti içinde olmalarıdır.

Böyle yükselmiş konu ve durumlarda bildiğini susma, sıkıntısını yutma, yürüyüp gidebilecekken tam tersine geriye çekilebilme iradesini gösterebilmesi, Derkenar'ın okuyucusunun-yorumlayıcısının-yazarının hepsinin birden önceliklerine ve önceliklerinde neyin incelikli olduğuna işaret ediyor bence.

Fakat; tüm nezaketlere ve ihtimamlara rağmen "göğüs göğüse çarpışma"nın kaçınılmazlığı söz konusu olduğunda, Hoca Necdettin'i meydan eğlencesi gibi ortada tek başına bırakıp, kenardan seyretme gafletine düşen benim gibilerin de, Derkenar için yapacakları bir öz eleştiri bulunur her halde.

Deniz Türkoğlu - 10 Temmuz 2011 (15:48)

Ömer Lekesiz'in bir yazısından alıntı ile tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum:

"Ezilenler ve muktedirler hep var; iktidar mücadelesi de kesintisiz olarak sürüyor. Bir farkla ki, ezilenler için mevcut güç ilişkilerini yıkmak ve onun yerine (ahlâktan siyasete, istihdamdan üretime) en "insani" olanı ikame etmek, bitmeyen ve tükenmeyen bir "ideal" olarak yaşarken, muktedirler için mevcut sistemi "muhafaza" etmek "örgütlenmiş bir kibir biçimi" (muhafazakârlık) olarak varlığını koruyor."

Sol ilahiyat ve idealler (Ömer Lekesiz - Yeni Şafak)

Derkenar Okuru - 12 Temmuz 2011 (13:27)

Bir cambaz incecik bir ipin üzerinde yürüyerek, düşmeden karşıya geçebilmek için ipe ve kendine güvenmek zorunda… Ama hiç kimse o cambaza ipin kopmayacağının, rüzgârın ipi sallamayacağının ya da cambazın kendisinin dengesini herhangi bir nedenle kaybetmeyeceğinin güvencesini veremez…

Örnekler çoğaltılabilir ama neticede anlatmak istediğim şey şu, güvenle ilgili tüm konularda benzer bir ilişki söz konusu. Güvencemiz yok diye güven-me-mek ne derece doğru olur? Kaldı ki dinamik bir evrende yaşıyoruz, hiç bir konuda güvencemiz yok, olamaz… Zaten yukarıda bahsedilen tüm sorunların kökenindeki asıl sorun da bu; insanoğlu güvencesizliğin karşısındaki çaresizliğinden dolayı çıldırmış gibi daha çok toprak, daha çok para, mal-mülk, güç, bilgi vs Derdinde, çünkü ne kadar çok şeye sahip olursa o kadar bu dünyaya ait o kadar ölümsüz hissediyor kendini… Asıl sorun, güven sorunu iken güven sarsıcı söylemler ve öğretiler de çözüm getirmiyor, tersine sorunu büyütüyor elbette ki…

GÜVENmenin bile GÜVENCEsi olamazken insanoğlu hangi zemine tutunup hayatına bir anlam katabilir? Anlamsız bir hayat içinse neden mücadele etsin? Bilinç üstü ve altı düzeylerde bu ve benzeri soruların içinden çıkamayan bir kısım için "batsın, bitsin kahrolsun her şey, kimin umurunda, yeter ki benim gönlüm hoş olsun, cebim dolsun" moduna geçiş bu noktada başlıyor…

Özetle: Güven insanın en temel ihtiyaçlarından biri o yüzden de bütün psikolojik ve psikosomatik sorunların altında (tek neden bu demiyorum) mutlaka bir güven sorunu var. Güven aslında kişinin sadece kendisiyle ilgili bir şey, kendi dışında hiç kimseyi ve hiç bir şeyi bağlamaz, kavramamız gereken bu." Hiç bir güvence beklemeksizin GÜVENME" yi öğrenmek ve öğretmek durumundayız. Babasına bile güvenmemesi gerektiğini babasından öğrenen çocukların yetiştiği bir toplum hiç bir çözüm getiremez, her birimiz çocuklarımıza güvenmeyi öğretmekle yükümlüyüz.

Bu saatte mışıl mışıl uyumak dururken bu konulara kafa yoracağım ve yazacağımı düşünmezdim bu gece için:) Bilgilendirdiniz, gülümsettiniz, şaşırttınız, düşündürdünüz… Eksik olmayın efendim hepiniz sağ olun, var olmaya devam edin dilerim. Sabahınız nur olsun…

Yolcu - 6 Ağustos 2011 (03:39)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

92
Derkenar'da     Google'da   ARA