Patronsuz Medya

Denizleri Asmak

Deniz Türkoğlu - 6 Mayıs 2004  


Çocukluğumun geçtiği kasaba, bir tepenin üstüne kurulmuştu. Tek katlı, kireç badanalı evleri vardı. Düzensiz taşlardan üst üste dizilmiş duvarlar, mandallı tahta kapılarla yemyeşil bahçeleri saklardı.

Bahçeler ekili, ağaçlar enva-i çeşitti. İğdelerin rüzgarda aklaşan yaprakları, eriklerin incecik zayıf dalları, narların kıpkırmızı yemişleri, cevizlerin şemsiye gibi gölgelikleri vardı.

Kasabanın geri kalanı denizin kıyısına kadar bağlıktı, bostanlıktı. Hele ucu bucağı görünmeyen sarı bir örtü gibi, hızla boy veren günebakan tarlaları yok mu; içine bi daldık mı, bizi kimseler bulamazdı.

Ama evden çıkabilmenin ağır bedelleri vardı. Yüzler yıkanacak, çapaklar temizlenecek, kabarıp dikilmiş sakar saçlar ıslatılıp yatırılacak. Sıra, çiğnemeden yuttuğumuz sabah kahvaltılarına gelirdi. Zeytinyağına batırılmış kekikli ekmek dilimlerini yedirmeden, kimsenin anası kimseyi sokağa salmazdı.

Sonra, her birimizin koluna taktıkları el örgüsü sepetlerle, o gün yenilecek sebze meyveleri toplamak için bahçelere gönderilirdik. Hıyarları, sırık domatesleri, dolmalık biberleri hiç birimiz affetmezdik. Bi de Çukur Çeşme'den içme suyu getirmek şarttı. Evlerin kuyuları sulama için kullanılırdı. Boyumuz kadar bakır güğümleri döke devire evlere teslim edince, vişne şuruplarıyla ödüllendirildik.

Ondan sonrası kimin umrunda? Tabanlarımız kıçlarımıza vura vura, sokaklara fırlardık. Hava kararana kadar da, geriye dönmezdik. Dönmeyi akıl etmezdik. Sırtımızda kırılan kızılcık sopalar olmasa, akıl edeceğimiz de yoktu. Çekiştirilmekten uzamış kulaklarla geri getirildiğimizde, gün boyu evlerinin önünde oynamış diğer çocuklara ibret olsun diye, kırmızı biberleri salkımıyla tıkarlardı ağzımıza. Sopaladıkları yetmezmiş gibi.

Acıdan deliye dönerdik. Her yerimizden terler boşanırdı. Ama gık çıkarmazdık. Tepine tepine ağlayanları da, bi daha aramıza almazdık.

Ertesi sabah; aynı pantolonlar, aynı naylon pabuçlarla, bu kez bi kaç kişi eksilmiş, azıcık kızgın, azıcık üzgün daha da uzaklara çeker giderdik. Dayaktan korkmayı, acıdan bıkmayı; tarlalara, ağaçlara, denize değişmezdik.

Karış kadar boylarımız vardı ama, kasaba da el kadardı. Her keresinde enselenirdik. Top gibi çeviriyorlardı bizi. Olmadı, bağlıyorlardı. Odunluğa kapatıyor, aç bırakıyor, gulyabani hikâyeleriyle korkutuyorlardı.

Sonunda kucaklayıp; "Deniz deli, ya dalganın biri seni götürürse, ya anaforun biri içine çekerse? Ya tarladan bi yılan çıkarsa, ısırır sokarsa? Ağacın yaş bi dalı, üzerinden atarsa? Zehirli yabani bi yemiş yiyip, oracıkta ölüp gidersen? Ne yaparım, ne yaparız?" diye üzülüp, dert yanıyorlardı.

Korku, büyüklerin hastalığıydı. Biz hiç korkmazdık.

Korkunca sıkılırdık üstelik. Evlerin önünde, üç adım ileri, beş adım geri oyunları sevmezdik. Ağaç diplerine serilmiş kilimler üstünde eşinerek, denizden gelen kuduruk dalga seslerini dinleye dinleye zamanın geçmesini beklerdik.

Kayalara yapışmış midyeler çağırırdı; batık gemilerin tayfaları çağırırdı, yosunlar, süngerler, balık sürüleri, deniz kızları.

Başı göğe değmiş ulu ağaçlar, binilecek vahşi atlar, keşfedilecek mağaralar, çene çalınacak cırcır böcekleri vardı. Onlarsa, sabahtan akşama kadar gözlerinin önünde olalım istiyorlardı.

Kadınlarla kalanlarımız; ev işlerini, el işlerini, dedikoduları öğreniyorduk. Papatya kolyeli beyaz gerdanlarını, ıtır sokuşturulmuş baygın kokulu göğüslerini seyrederdik. Paçalı donlara sıkıştırdıkları eteklerinin altından görünen tombul baldırları vardı. Bize gölgede bahçe sulamayı, sac ekmeği için odun kırmayı, hamur yoğurmayı öğretiyorlardı.

Erkeklerle gidenlerimiz; çarşıdaki kahvenin tahta sandalyeleri üstünde pineklemeyi, siyatik ağrılarını, kalp sıkıştırmalarını, sirozla biraz daha yaşamayı, duvar radyosundan ajans dinlemeyi, tavla oynayıp yenilince hır çıkarmayı, kapı baca indirmeyi, bi takım başı büyüklere verip veriştirmeyi, memleketin ahvaline sövüp saymayı öğreniyorduk.

Giderek neşemizi kaçırıyorlardı. Onların, her gün aynını tekrar eden güvenli hayatlarına alışamıyorduk. Öğretileri belki doğruydu ama; bizim için erkendi, emrivakiydi. Henüz hazır değildik.

Onlar gibi olalım diye, kafalarımızın içlerini, ortada görünmeyen tehlikelerle dolduruyorlardı. Bizi oldu bittiye getiriyorlar, korkunun gölgesiyle hizaya çekiyorlardı. Üstüne de sopalıyorlardı. Boylarımız her gün biraz daha uzuyordu uzamasına; en içimizdeki yerler daralıp, büzüşürken. Giderek yalnızlaştık. Daha azımız kaçar olduk. Kızılcık sopalarla, kırmızı biberler işe yarıyordu anlaşılan. Maya, yavaş yavaş tutuyordu.

Mayıs ayının birinde, kahvenin duvar radyosuna kulak kesilmiş dinlerken; denizlerin asıldığını duyduk. Bazıları tepine tepine ağladı, bazıları gık bile demedi, bazıları alabora olmuş gemiler gibi ters yatıp battı, bazılarıysa ayağa kalkıp el çırptı.

Benim dedem, "vay başıma gelenler, kendi çocuklarımızı yer olduk" dedi. Bastonuna tutunup, diklenerek; "haydi, bu kez eve beni sen götür, ama sopalama sakın" deyip yarım yamalak güldü. Eğilip saçlarımı okşadı.

Üzülmüştü. Evden neredeyse hiç çıkmamaya başladı. Kadınlarla kalmayı tercih ediyordu. Dantel örmeyi, yemek pişirmeyi, fal bakmayı öğrendi.

O günden sonra en azından benim dedem, beni bi daha kasabada aramadı. Hiç kimse de sırtımda, kızılcık sopalar kıramadı. Bi kaç kez denedim fakat, eski oyunlardan tad alamaz olmuştum. Ben de tek başıma gezmeye başladım. En çok deniz kıyısına gidiyordum. En fazla da, Hamzakoy'a. Çünkü Hamzakoy, eve çok yakındı.

Akşam alacası çökmeden, eve koşturuyordum. Dedeme denizi anlatıyordum. Oradaydı, yaşıyordu. Kâh köpürüyor, kâh duruluyordu. Denizler asılır mı? Dalgası bile ele gelmiyor, avuca sığmıyordu.

Bir gün; Hamzakoy'u, Fener'i, Fransız şehitliğinin tepesinden görünenini, kayalıkları, limanı, Namık Kemal'in zindanı önündekini, hepsini; o kasabanın bütün denizlerini geride bırakıp, çekip gittik oradan.

Yoldayken dedem, kulağıma eğildi ve felçli yarı ağzıyla dedi ki; " Korku iyi bir şey değildir. İnsana inme indirir. Eğer korkundan kurtulamadıysan, hiç değilse uzaklaş."

Bi kaç yıl sonra, bir İstanbul mayısında, Taksim meydanında; korkuların üstüne yürüyen 34 kişi yarı yolda kaldı. İçlerinden biri dayımdı. Kabataş Ticaret Lisesinde öğretmendi. Önce vuruldu, sonra ezildi ve öldü. Evden çıkarken paçasına yapışmış, "ne olur, beni de götür" diye yalvarmıştım. "Ne işin var o kalabalıkta, kaybolursun, daha küçüksün" demişti. Ertesi sabah okula gitmek için otobüs durağında beklerken, mahalle bakkalının yerleştirdiği gazetelerin baş sayfasında, fotoğrafını gördüm. Onu, diğerlerini ve küçücük bebekleri. Aileler bebeklerini bile götürmüştü kutlamaya. Ama o beni götürmedi.

Sonra sıra, onun küçüksünüz dediği bizlere geldi. Okuldaydım. Denize, bi elin beş parmağı kadar uzaktım. Hep pencere kenarında oturur, denizi seyrederdim. Oradaydı, yaşıyordu, denizleri asmak mı?

Edebiyat dersindeydik. Demir kapıyı bi koyuşta yıkıp; önde mahkum arabaları, arkasında panzerlerle okulumuzun bahçesine daldılar. Sonra koridorlarda ayak seslerini duyduk. Boşluğa sıkılan sayısız kurşun seslerini bi de.

Bizim, dedem kadar şansımız yoktu. Ama dayım kadar şanssız da değildik. Korku iyi bir şey değildi fakat, nereye kaçılacağını bilemedik. Geri dönmeyi de akıl edemedik. Akıl edeceğimiz de yoktu. Üstüne yürümeyi denedik.

Aramızdan silahları tanıyanlar oldu. Hücreleri, duvarları, Filistin'i görmeden askısını, aşkı öğrenmeden tecavüzü, direnmeyi, inkâr etmeyi, cesareti, ihbar etmeyi, yalvarmayı, küfretmeyi, bilenmeyi, vazgeçmeyi öğrendik. Kaybolanlar, ölenler oldu. Çıkar çıkmaz intihar edenler oldu. Belirsiz zamanlara kapatılanlar, uzun gecelerden birinde işeyeceğim diye kalkıp, gölgede kendini asanlar oldu.

O günlerin ardından olanı biteni, çoğumuz unuttuk, bi kalemde sildik. Bazıları hiç bir şey olmamış gibi davrandı. Çekti, gitti, uzaklaştı, hayata devam etti. Bazıları affetti. Bazıları delirdi. Bazıları konuşmayı öğrenmeden, susmayı öğrendi. Denizleri asmanın anlamını öğrendi.

Yıllar sonra bugün; 2004'ün 6 Mayıs'ında, Irak'taki bi cezaevinden bazı görüntüleri dışarı kaçırmakla, anıların da ipini kaçırttırdılar bana.

Hiç değilse, bizim işkencecilerimiz sert adamlardı. Ciddi ve asık yüzlülerdi. Yollarını yürümediğimiz için, bizi bin pişman etmişlerdi. Sebep ortadaydı. Günebakan tarlalarında kaybolamazdık, kükremiş denizlere dalamazdık, çıldırmış ağaçlara tırmanamazdık. Şakaya gelir tarafları yoktu bunun. İstemiyorlardı, yapamazdık.

Ellerimizle tuttuğumuz; somut izler, katı acılar, kanlı yürekler bıraktılar geride. Her birimizin uykularında nara atan, tepinen, kuduran kâbuslar bıraktılar.

Ama en azından, donlarımızı kafalarımıza geçirmediler.

Yorumlar

Biz Denizler'i görebilecek onların serüvenlerini izleyebilecek yıllarda yaşamadık ama annem bazen anlatır. Deniz Gezmiş gerçekten de bu kadar efsanevi bir kişilik miydi?

Tuğba Sarıoymak - 27 Şubat 2009 (13:01)

Bir gazete haberi:

"Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idam kararına imza atan askeri hakim Ali Elverdi, yediği yemek nefes borusuna kaçınca solunum yetersizliğinden öldü."

"Elverdi'nin oğlu İskender Elverdi, sabah saatlerinde babasının yanında olduğunu anlatarak…"

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını astıran hakim öldü (Radikal)

Merak ettim birden, Ali Elverdi'nin oğlu olmak acaba nasıl bir şeydir? Ben Ali Elverdi'nin oğlu olsaydım, evlât yanım mı daha ağır basardı haysiyet ve onur melekelerim mi? Böyle bir babaya karşı tavrım ne olurdu? Ne hissederdim? Peki o ne hissetmiştir acaba şunca yıl? Bu toplumun içinde kimin oğlu olduğunu saklayarak mı yaşamaya çalışmıştır?

Gariptir, hayatımda ilk kez kendimi bunca zaman kızıp durduğum babama karşı muhabbet hisleriyle dolu hissettim.

Bu ölümün bana hatırlattığı budur.

Necmi Ziya - 18 Nisan 2010 (15:49)

Benim dikkatimi de ölüm şekli çekmişti. Beddua almış mıdır acaba?

Mina - 21 Nisan 2010 (14:55)

Darağacındaki üç fidandan Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan 15, Deniz Gezmiş ise 52 dakika yaşamış. İpin ucunda sallanır halde…

İnsan ne diyeceğini bilemiyor. İdam cezasının ne kadar gayrı vicdanî bir "ceza" olduğunu bir yana bırakıyorum, uygulanış şekli bile, bunu uygulayanların insanı insan yapan merdivenin en alt basamaklarında durduğunu gösteriyor.

Meramımı anlatabilmek için farazi bir örnek vereyim: Dediğim gibi, hiç bir suçun cezasının idam olmasını kabullenemem ama diyelim ki Norveç mahkemeleri Andres Breivik'i asılarak idama mahkûm etti. Bu kişi için bile ilk paragraftaki sadizmin uygulanması, asanları da asılan kadar, hatta daha da fazla, cani durumuna düşürür.

Şu soru bana anlamlı geliyor: Devlet dediğimiz oluşum, kıyıcılığın tekelleşmesi değilse nedir?

Necdettin Efendi - 14 Mayıs 2012 (22:57)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

84
Derkenar'da     Google'da   ARA