Patronsuz Medya

Adını yitiren Mehmet

Deniz Türkoğlu - 1 Mayıs 2010  


Kumsaldayız. İki kişiyiz. Üç yanımız deniz. Sırtımız dağa yaslı. Göğün göğsü pembe pudrayla kaplı. Martılar pike uçuşuyor. Küçük balıklar karaya doğru yüzüyor, bazen zıplayıp suyun üstüne çıkıyorlar.

Bir sandal görünüyor uzakta. Yaklaştıkça dümenin başındaki adamı seçiyoruz, o da bizi görünce el edip çağrıyor. Paçaları sıvayıp denize giriyoruz. Avni Kaptan'ın sandalı kıyıya çekmesine yardım ediyoruz.

"Nereden buldunuz burayı, herkes bilmez" diyor. Bizi "herkes" yerine koymasına biraz bozuluyoruz. "Neyle geldiniz?" derken bir eli belinde ötekiyle kafasını kaşıyor. Ne kara, ne deniz aracı. Gözüne bir şey çarpmayınca suratını buruşturup, tepeye doğru bakıyor "Paraşütle inmediyseniz…" diyor.

Paraşütün ne olduğunu o zamanlar bir tek Avni Kaptan biliyor. Bu kez suratları ekşitme sırası bizde. Mehmet dayanamayıp soruyor. "Paraşüt ne ki?"

Mehmet'in huyunu seviyorum. Mehmet iyi çocuk. Öyle olmak da iyi. Pat diye sormak, pat diye öğrenmek. Ben de istiyorum. Ama beni hep birileri tutuyor. "Dur!" diyen birileri, "Sus" diyen birileri, o kimse, benim içimde oturuyor.

Paraşütün ne olduğunu bize uzun uzun anlatmıyor. "Uçurtma gibi bir şey" deyip geçiştiriyor. Mehmet iyi çocuk. Gene soruyor. "Uçurtma mı? İnsan uçurtmaya binemez ki."

Avni kaptan kuma gömülen ayaklarından destek alıp, sandaldan ıslak ağları çekiyor, çekiyor, kıyıya taşıyor. Sonra bir taşın üstüne oturup sessizce ağları onarmaya koyuluyor.

"İnsan uçurtmaya binerse, uçurtma yırtılır bi kere" diye üsteliyor Mehmet. Kaptan hiç ses etmiyor. "Uçurtma yırtılırsa insan düşer." Kaptanda ses yok. "Uçurtmayı uçurmak için ip lâzım. O ip insanı taşımaz." Gene ses yok. "Ben uçurtma yaptım ki, uçurtma beni taşımaz." Bana dönüp bakıyor. "Seni de taşımaz." Kaptan'ın yanına yaklaşıp omzunu dürtüyor. "Seni de taşımaz Avni Kaptan."

Kaptan bu dürtme işine sinirlenip kalkar gibi yapıyor. "Dağılın çabuk! Gidin başımdan!" diye bağırıyor. Birkaç metre uzağa kaçıp bakıyoruz. Arkamızdan gelmiyor. Ayağa bile kalkmamış. Hâlâ taşın üstünde oturuyor.

Mehmet beni kolumdan çekiştirip Kaptan'a doğru birkaç adım atıyor. "Kaptan, sen yalancısın. Uçurtma kimseyi taşımaz." diye bağırıyor. Kaptan bu kez hışımla ayağa kalkıyor, yerden bir taş alıp üstümüze sallıyor. "Gidinin piçleri, kuyruğuna binin siz de."

İlk taş Mehmet'in diz kapağına çarpıyor. İkinci taş ıskalıyor. Üçüncü taş sırtıma geliyor. İndiğimiz gizli yoldan, dağı tazı gibi tırmanıp, köye doğru koşarak kaçıyoruz. Nefes nefese kalınca kendimizi sırt üstü yere atıyoruz. Hava yavaşça kararıyor.

"Sen bu gece eve gitme" diyor bana. "Paraşüt yapalım." Nasıl olacak o? Gece dışarıda kalmak yasak. "Olmaz" diyorum. Ama aklım söylediğine takılı kalıyor. "Paraşüt ha?" Hızlı hızlı kafasını sallıyor. "Malzemeyi nereden bulacağız?" Gözleri parlıyor. "Eve gizlice girer, çalarız." Gene "Olmaz" diyorum. "Niye?" diye bağırıyor. "Çalmak kötü bir şey. Ben çalmam."

Gülmeye başlıyor. "Sanki hiç çalmadın da." İyice kızıyorum. "Ne çalmışım?" Sesini çıkarmayınca bir kez daha yükleniyorum. "Söyle bakalım ne çalmışım?"

Pantolonun cebine elini atıp, beyaz bir şey çıkarıp uzatıyor. "Bak ben bunu çaldım." Avucuma koyduğu küçük insan başına bakıyorum. Uzun kabarık saçlı, uzun kıvırcık sakallı, kafasının tepesinde daha büyük, ensesinde daha küçük yuvarlak delikleri olan garip bir oyuncak. Elimden kapıp tekrar cebine atıyor. "Bununla tütün içiyorlar." Yan gözle beni kolluyor. İlgilenmediğimi görünce konuşmaya devam ediyor. "Ama bunun sapı yok." Tepki alamayınca yeniden cebinden çıkarıp zorla elime tutuşturuyor. "Bundan yapalım." Sıkılıp ayağa kalkıyorum. Eve doğru yürümeye başlıyorum. Peşimden koşup yetişiyor. "Korkak, yapamam diye korktun işte."

O bunu deyince bende şafak atıyor.

"Sana yaptığım onca şeye ne oldu? Daha geçen gün top yapmadım mı?"

"Çaputtandı, iki vurmayla hemen dağıldı."

"Arabaya ne oldu?"

"Öyle arabayı ben de yaparım. Makaradan arabayı herkes yapar."

Daha fazla konuşmuyorum artık. Sırtımı dönüp yürüyüp gidiyorum. Bütün gece uyku tutmuyor. Yatakta uzun uzun düşünüyorum. Paraşüt nasıl bir şey? Mehmet haklı. Uçurtma insan taşımaz. Paraşüt nasıl taşıyor? Ya o küçük insan başı? Sabah kimse uyanmadan mutfağa iniyorum. Çakıyı cebime atıp gürültü çıkarmadan evden kaçıyorum. Önce insan başını yapacağım yumuşak bir taş arıyor, birkaç tane beğenip cebime atıyorum. Doğru Mehmet'in evine. Gizli yolumuzdan kumsala iniyoruz yine. Başı bir kayanın üzerine yerleştiriyor, baka baka çakıyla elimdeki taşı yontmaya uğraşıyorum. Güneşin altında akşama kadar taşla uğraşıyorum. Mehmet birkaç saat sonra sıkılıp oflamaya başlıyor.

"Bırak bırak, yapamayacaksın sen bunu." Çakı kayıyor, ellerim kesiliyor. "Çok inatçısın. Yeter dedim sana."

Bir süre sonra beni kumsalda bir başıma bırakıp çekip gidiyor. Sonunda ben de vazgeçiyorum. Yolda bezgin yürürken birden aklıma geliveriyor. Kömür! Neden daha önce düşünmedim? O gece odamda sabaha kadar insan başıyla uğraşıp, bitiriyorum. Epey büyük, epey eğri büğrü oluyor ama neticede oluyor.

Öğle üzeri Mehmet'in sesiyle uyanıyorum. Kömürden başı görünce şaşkınlıktan dili tutuluyor. Bir süre sonra "Hiç benzememiş, hem de siyah" diyor. "İyi, öyleyse geri ver" deyip uzanınca hemen koşmaya başlıyor. Koşarken de bir taraftan "Hadi sen paraşüt yap" diye bağırıyor.

Ondan sonraki her gün paraşütü soruyor. Bir türlü unutmuyor. Ben de bir türlü paraşütü nasıl yapacağımı bilemiyorum. Artık bu paraşüt denen şey, rüyalarıma girer oldu. Bizim evin çatısındaki kütüklerin aynısından kocaman çıtaları varmış, kâğıttan yerleri halılar kadar kalınmış, kuyruğuna rengârenk uzun kumaşlar bağlamışlar, ipi de gemileri tutan ipler kadar sağlammış. Üstünde yan gelmiş yatıyorum. Havada süzülüyorum. Sonra birden çatır çatır diyen seslerle çıtalar kırılıyor, kâğıtlar yırtılıyor, bir hızla düşüyorum ki, her gece bağırarak uyanıyorum.

Ben inatçı değilim. Asıl Mehmet inatçı. Paraşüt yapmadım diye benimle hiç konuşmuyor. Artık günler kısaldı. Havalar erken kararıyor. Bir gün pencereden yağmuru seyrederken, dışarıda her şeyi uçuran bir fırtına kopuyor. Köyün yollarında kimsecikler yok. Çok uzakta bir hayvan karaltısı, fırtınanın altında, neredeyse rüzgârdan devrilerek, sığınmak için yer arıyor. Gözüm karaltıya alıştıkça hayvanın köyün sahipsiz yaşlı köpeği olduğunu anlıyorum. Kapıya koşarken evdekiler arkamdan bağırıyor. "Bari şemsiyeyi al."

Şemsiyeyi açar açmaz rüzgâr beni bir anda gideceğim yönün tam tersine çeviriyor. Şemsiyeye mukayyet olmaya çalıştıkça içine dolan rüzgâr balon gibi şişerek beni ters yöne doğru dolu dizgin koşturuyor, koşmasam uçuracağından korkuyorum. Durmak istiyorum ama imkânsız. Köpek başka yerde, ben başka yere doğru koşarak sürükleniyorum. Sonunda şemsiyeyi bırakıyorum, o da döne döne yükselerek uçup gidiyor. Paraşüt! Paraşütün kesinlikle böyle bir şey olduğundan eminim.

Ertesi sabah Mehmet'in kapısındayım. Onların evden iki tane şemsiye çıkıyor. Bizim evde yok. "Kaç tane lâzım bundan?" diye soruyor. "Bilmiyorum ama en az dört tane olsun" diyorum. "Kahveye gidelim. Bu havada herkes şemsiyesini getirmiştir" diyor. Kahvede bir tane şemsiye buluyoruz. Onu da çok zorla çalabiliyoruz. Ama camiinin önünde bir şemsiye daha görünce hemen kapıp, doğru kumsala koşuyoruz. Yol boyunca kafama kakıp duruyor. "Hani çalmak kötüydü, hani bi şey çalmazdın?"

Tepeye geldiğimizde inmek ve tırmanmak için bulduğumuz gizli yerimize doğru yürürken onu durduruyorum. "Bu kez inmeyeceğiz, atlayacağız" diyorum. Yanımdan bir adım geriye çekiliyor. "Delirdin mi sen? Ya ölürsek?" Korkuyla tepenin ucundan aşağıya doğru bakıyor. "Korkma, bir şey olmaz. Paraşütü buldum ben." Heyecanla bağırıyor. "Hani nerede?" Şemsiyeleri tek tek açıyorum. Cebimden çıkardığım kalın iple saplarından bileklerime sıkıca bağlıyoruz. Hazırlıklar bitince birbirimize şaşkın gözlerle bakıyoruz.

"Gerçekten atlayacak mısın?" diye soruyor.

"Evet."

"Hiç korkmuyor musun?"

"Korkuyorum ama paraşütüm var."

"Ya paraşüt kötü bir şeyse?"

"Avni Kaptan'ın ne dediğini hatırlamıyor musun? Bizim kumsala paraşütle indiğimizi sanmıştı. Kötü bir şey olsa neden öyle desin?"

Ama içime bir şüphe düşüyor. Gerçekten paraşüt kötü bir şeyse, ya beni yere indireceğine şemsiye gibi döne döndüre göğün karanlığının içinde, şimşeklerin gümbürtülerin olduğu uzak yerlere sürüklerse? Gene de başladığım işi bitirmek istiyorum, çünkü kâbuslar yakamı bırakmıyor.

Tam hamle yapacakken, Mehmet gocuğuma yapışıyor. "Dur!"

Yüzüme garip garip bakıyor. Eli yakamda, bir şeyler söyleyecek gibi konuşmadan duruyor. Bu tuhaf halini onun da benimle atlamak istediğine yoruyorum. "İstersen sırtıma binebilirsin. Kollarınla boynuma sarılırsın. Ayaklarınla belime sarılırsın. Sıkıca tutunursun. Hem düşersek ben altta kalacağım için, sen çok yaralanmazsın."

Gülmeye başlıyor. "Sen gerçekten aptalsın" diyor.

Kendimi tepeden boşluğa bırakıyorum. Kâbusta gördüğüm hızla kumlara çakılıyorum. Evde kıyametler kopuyor. Her yerim yara bere içinde. Köyün doktoru günlerce bana iğne vuruyor. "Allahtan üstü başı kalınmış. Ah, ya o gün o gocuk yerine, kumaş paltoyu giydirseydim, Allah korumuş, Allah." deyip günlerce söyleniyorlar.

* * *

İstanbul'da tek odalı bir öğrenci evinde dört kişi birden kalıyoruz. Okuduğumuz kitapların kapağını gazeteyle kaplıyoruz. Elden düşme teypte devrimci türküler çalıyor. İki kilo patatesle bir hafta geçiniyoruz.

Bir gün Beyazıt'ta yürürken kırmızı spor bir arabanın içinden adımı seslendiklerini duyuyorum, dönüp baktığımda Mehmet'e rastlıyorum. Görüşmeyeli uzun yıllar olmuş. Üniversiteye başlamış. Hukuk'a gidiyormuş. O da babası gibi hakim olmayı istiyormuş. Hoş beş derken, nasılsa bizim evin önünde buluyoruz kendimizi. Eve girip, hep birlikte uzun bir sohbete koyuluyoruz. Çaylar demleniyor, patatesler haşlanıyor, yiyip içip kaynaşıyoruz. Sonra Mehmet gitmek üzere kalkıyor.

Kapıda gene yakamdan tutup, "Sen gerçekten aptalsın" diyor bana. Bu kez bana neden aptal dediğini çok iyi anlıyorum. Çok da kızıyorum ama bir şey söylemiyorum. Ertesi sabah alacada, evi polisler basıyor. Neyimiz var neyimiz yoksa toplayıp götürüyorlar. Bizi de balık istifi gibi, bir sürü genç insanın ancak ayakta kıç kıça durabildiği nezarete, diğerlerinin üzerine atıyorlar. Üstümde pijama, ayaklarım çıplak, ağzımın içi korkudan kupkuru olmuş, kara kara düşünüyorum. Bu kadar insanın hepsini de Mehmet ihbar etmedi ya.

Yorumlar

Herkesin, geçmişi unutup onu ihbar edecek bir Mehmet'i mutlaka vardır…

Vildan - 5 Mayıs 2010 (13:29)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

79
Derkenar'da     Google'da   ARA