Patronsuz Medya

Kurtuluşa kaçma kursu

Deniz Türkoğlu - 14 Ekim 2004  


Palamut Kemal de şehirden kaçtı. Güneye yerleşmiş. Bir balık çiftliği varmış, keyfi de yerindeymiş. "Akşam olunca açıyorum rakıyı, çağırıyorum kızlardan birini, gecenin anlam ve önemine göre bazen çipura geliyor bazen de levrek. Baş başa veriyoruz, takla atıp devrilmiş hayatımı hem kurtarıyor, hem de çekip uzatıyoruz" diyor.

Kalabalıklara girip çıkamaz olmuştu nicedir. Oldum olası eğe kıran sivri köşeleri vardı zaten. Şimdi balıklarıyla yaşıyor. Sen ki eskinin çingen palamudu, demek sen bile yoruldun, palamudu pabucu geride bırakıp kaçıp gittin deyince, "bırak tıraşı da, atla ilk vesaite hemen kalk gel" diyor.

Aydın vardı, aşağı mahalleden. En son Sirkeci'de yedek parça dükkânı açmıştı. "Paraları saya saya bitiremiyorum" diye göbeğini zıplata zıplata gülüyordu. Hakikaten göz açıp kapayana kadar tosunlaşmıştı. Sonra bi haller oldu buna. Ne zaman görsem sesinde duruşunda mağlup bir hava, kasvetle dolaşıyordu. O da dükkânı kapatmış, evi dağıtmış, basmış gitmiş şehirden.

Nezihe, Civa Nezihe? Hepimiz ilkokulun ilk günü, analarımızın eteklerine yapışmış, kömür karası önlüklerin kolalı beyaz yakaları içinde titreşirken, bu aradan yırtık iç çamaşırından fırlar gibi, "kalınmaz burada, aptal mısınız siz, düşün peşime, mahallemize dönelim" diye yaygarayı koparmıştı. Bi tek Tayyar bırakmıştı anasının elini de, şaplağı okkasıyla yemişti ensesine.

Polis zoruyla ilkokulu bitirdi. Sonra ortaokula, liseye kendisi heveslendi. Bi de topuklamıştı ki dersleri, sıkıysa içlerinden biri on üzerinden dokuz nokta doksan beşe düşme temayülü göstersin, okulu hepimize zindan ederdi. Saçları tel tel havaya dikilir, sıraları devirir, avazı çıktığınca bağırıp ter ter tepinirdi. Hırs küpü desen değil, havale geçiriyor desen değil, anadan doğma deliydi.

Ama sonunda resmen kovdular bunu. Kovmadılar da, kibarca gönderdiler. Hem de eline diplomasını vererek.

O zamanın okullarında yüzme havuzları, tepegözler, yoga seansları, hele ki psikolojik yardım servisleri olmadığından; Nezihe en fazla disiplin bölümüyle haşır neşir oldu. İlk iki yıl boyunca, her gün gidip gidip, geri döndü. Disiplinin de bi canı var, haliyle dayanamadı.

Son sınıfın daha ilk aylarında, Nezihe yetmiş kişilik sınıf mevcudunu ite kaka önüne kattığı gibi, sınıfın kapısına kilidi vurunca, bardak da son damlasından taştı.

Herkesin gözü önünde, yetmişimizi birden okul koridorlarından yürütüp, dışarı çıkardı. En az iki kilometre ötedeki muhallebiciye kadar askeri disiplinle götürüp, içeri soktu. Muhallebiciye girer girmez, yetmiş tane aferin salebi ısmarladı bize. İşte o zaman aniden anladık ki, bu bir grevdir. Fakat ısmarlanan saleplerden ikisi geri dönünce, aramızdan iki kişinin bu şanlı grevi sıcağı sıcağına kırdığını ve bizlere kazık attığını da anladık.

Nezihe demoralize olmamıza ramak kalmışken, duruma hemen el koydu. Ben kendi adıma kısa sürmüş öğrenim hayatımın acı tatlı anılarına dalmış gevşemişken; o, atmış yedimize birden fabrikalarda iş bulacağının ve bundan sonrasının daha hakiki, daha verimli olacağının garantisini veriyordu.

Az sonra kasklarını, makineli tüfeklerini, kurşun geçirmez yeleklerini kuşanmış kuvvetli kişilerin arasında ve boydan boya bozgun kılığında, okul müdürü girdi muhallebiciden içeri. Ve sanki bilmiyormuş gibi "Bu işin elebaşı kim?" diye sert plastikten şeffaf kalkanların arkasına siperlenip uyduruk bi sesle sordu, deve kuşları gibi poposu bi karış dışardayken.

Daha o öyle sorar sormaz, muhallebicinin içinde masalar itildi, sandalyeler devrildi, arkadaşların atmışı birden geçtiler mi müdürün yanına? Biz saleplerin başında, sekiz kişi kalıverdik. Civa'da hâlâ ayakta, parmağını sallaya sallaya anlatıyor. "Okulumuzda ülkenin tüm okullarında olduğu gibi öğrenci haklarına ihlâl varmış, dayak varmış, işkence varmış, adam kayırmaca varmış, bu ülkenin genç ve parlak dimağları bunun hesabını sorarlarmış."

Daha anlatacak anlatmasına ama, Bilge Kagan bıyıklı kuvvetli kişiler, "Ulan Türkiye'yi kurtarmak size mi kaldı, onun bunun çocukları" diye bi çöktüler tepemize. Durum böyle olunca, direnişin gidişatı bi nebze değişti tabii. Hele, indiği yerde bi kaç tonluk çukur açan cevval copları da kemiklerimize yedikçe, bi anda gözlerimiz karardı, davanın ucunu nereye gittiğine bakmadan koyveriverdik.

Fazla değil, bi kaç gün içeride yattık. Sonra da ruhlarımızda süt dökmüş kedi lekesiyle, okula tıpış tıpış geri döndük. Nezihe hariç!

Akabinde öğrendik ki, okul idaresi Nezihe'nin anası ve babasıyla, Nezihe'yi bağlamak suretiyle pazarlığa oturmuşlar ve eğer o dönem boyunca kızlarını bağlı tutabilirlerse, diplomayı bedavaya getireceklerine söz vermişler.

Biz de bu işe çok özenmiştik ama, yediğimiz dayaklarla kaldık. Diplomaya giden o uzun yolu, mikroskop merceğinin altında yaşadık. Yan baktın dayak, eğri bastın dayak. Sonunda dayaktan şişmiş gözlerimizi, patlamış kaşlarımızı bile bahane edip, "Sen bana kaşınla, gözünle bi şeyler mi demeye çalışıyorsun?" türünde suyunun suyu tekrarlardan yalama yaptılar bizi. Şânımız dağları aştı, yedi dayakşörler olarak tarihe geçtik.

Okulla ev arasına sıkışmak buna denir. Bi de ense kökümüze parmakları muştalı, belleri tabancalı; simitçi, gazozcu, seyyar turşucu esnaf yapışınca, karanlık sokaklardan geçemez hale geldik. Bu bile dert değil de, her birimizi okulun ayrı köşelerine dağıtıp, aileleri de "Sizinki hariç, diğerleri PKK, bu vatan düşmanları ilk fırsatta dağa çıkıp çetelerine karışacaklar, dikkat edin, sizinkinin de beynini yıkamasınlar, yoksa yıkarız yakarız ocağınızı" diye bi güzel uyuttular mı? Böyle bi korkuyla nasıl uyunur, o da ayrı mesele.

Bırakmıyorlar ki, hiç değilse kenefe bi başımıza gidelim. Çok mecbur kalmadıkça orayı pek kullanmıyorduk ama, başka çaremiz kalmadıysa işemeye bile iki kişi gidiyorduk. Biri ben, diğeri idrar torbamın malkoçoğlusu.

Kazaen koridorlarda yedimizden biri, bi diğerimize rastladı diyelim, kantinde tesadüfen göz göze geliverdik; bi kızılca kıyamet kopuyor, bi arbede yaşanıyor ki, gel de gülme. Bi anda karga tulumba edilip, ters köşelere postalanıyorduk. O kadar da kötü bi şey değildi bu, en azından başka yerlere sürmediler bizi. Konuşmayı bırak, uzaktan bakışmak bile yasaktı ama aynı çatı altındaydık. Ayrılsak da beraberdik. Ulan Nezihe, bunları başımıza hep sen sardın. Çektin gittin, cebelleşmeyi bize bıraktın.

Yaralarımıza berelerimize her akşam üstü aynı saatte çiğnenmiş ekmek basan ninelerimiz, hep aynı bedduayı zikir gibi devirip duruyorlar dillerinde. "Elleri kırılır inşallah." Onların pamuk gibi yanaklarından aşağıya, dolu gibi gözyaşları indikçe ilahi adalete duyduğumuz özlem, içimizi kasıp kavuruyor. Bu hayatta mutlaka mazlumluğun son bulduğu bi yer-bi zaman var! Ama doyasıya muştalanmış etlerimiz aynı yerlerden, defalarca, üst üste, her gün açılırken buna inanmak çok zor.

Bir yerlere eklenmek, bir örgüte dahil olmak aklımıza gelmiyor değil de, bizde örgütlerin dişine dokunacak, işine gelecek potansiyel yok. Her birimiz Gorki'nin Pavel'i gibiyiz fakat, diyalektiğe gelince motorlar su kaynatıyor. İki kişi bi araya gelip birinin yolunu kesmenin, onu değil dövüp pataklamak, "höt" demenin bile kurgusunda, mide bulandırıcı-kusturucu bi anormallik var. Örgüt bizi ne yapsın? Silahlara öcü gözüyle bakıp, "vurmam, dövmem, öldürmem" dedikçe, siz gidin de çeyizinizi hazırlayın deyip bizi geri gönderiyorlar. Ne emmeye, ne gömmeye gelmiyoruz. Halbuki en acıtıcı dayaklar, "Dur kardeşim, vurma!" dedikçe yeniliyor. Ve insan dövüle dövüle bi gün ölmezse eğer, dövmeyi öğreniyor.

Sonunda hepimiz liseden, rambo diplomasıyla mezun olduk. Ulan Nezihe, bunu yapmayacaktın bize. Hadi mezun olduk, eve gidip çeyizleri işlesek ya. Yenilen pehlivan güreşe doyar mı? Bizim de gözlerimiz üniversite kapısında. Hem de YÖK'ünkinde. Bu kez de YÖK'e kafa tutacağız. Doğramacı bırakır mı be?

Hint ipeğini deposuyla kaldırmış terzi gibi, bastı makası her birimize. Teğel ve son dikişleri gene ninelerimiz bitirdi. Ailenin ana-baba gibi daha genç nesil çırakları da ütü işini tamamladılar. Vitrine çıkacak hâle getirdiler bizi, imece usulü.

Nezihe o yıllarda neler yapmadı ki? Tek kişilik direnişini yılmadan yıkılmadan sürdürdü. Bir ara evden bile kaçtı. Konusu komşusu, artist olmak için kaçmıştır deyiverdi. Biz bu haberi duyunca inanmadık tabii. Mutlaka dağa çıkmıştır, partizan olacaktır dedik ama, haftasına kalmadan babası, Yeşilçam'da bi işkembecide çorba dağıtırken bulmuş bunu. Tutmuş kulağından, eve götürmüş. Bi güzel de sopalamış. Vay canına, Nezihe artist olmak için kaçmış meğer diye kıkır kıkır gülerken, cevabı yapıştırdı. "Kaçtım ne var? Hiç birinizin aklına salep paralarını ödemek geldi mi? Çorbacıda çalışıp, salep borçlarını ödedim. Çorbacı Karaköy'de olsaydı, siz şimdi neye gülecektiniz?" Öf be Nezihe.

Her birimizin işti, evlilikti, askerlikti diye kaptırıp gittiğimiz dönemlerde; Civa Nezihe tutup on yıl aradan sonra, üniversite sınavlarına girip hepimizi şaşırtmıştı. Anında kazanıp, apar topar başlamış, azmetmiş, okuyup bitirmiş meğer. Çömlekçi olmuş, çömlekçiliğin okulu mu vardı? Düne kadar sövdüğü lise diplomasını bi yenisiyle değiştirip atmış iç cebine, arkasına bile bakmadan şehri terk etmiş.

O gidince Haldun durur mu? Haldun, Nezihe için önce veterinerlik okudu. Nezihe hayvanları çok seviyor diye. Güle oynaya ikinci sınıfa gelmişken, bi gün Nezihe ellerini beline dayamış, "bitireceksin de ne olacak? sende baytar olacak tip yok" deyivermiş. Haldun bunu duyunca, yemeden içmeden kesildi. Sonra gene Nezihe imdadına yetişti, "sen en iyisi antik tarih oku" der demez, Haldun hop ertesi sene arkeolojiye başladı. Daha ilk senesinde Nezihe buna gene çelme taktı. Haydi bu kez de arkeolojiden, felsefeye yatay geçiş yaptı. En son sümerolojiden çıkmıştı galiba. Kimse hatırlamıyor.

Haldun Nezihe'ye ucundan biraz veteriner, kenarından kazıcı, göbeğinden filozof, alnının tam ortasından kul köle.

Haldun gidince, yaşlı anasıyla babası da takılmışlar peşine. Haldun'un annesi Süheylâ teyzenin kız kardeşi Şühedâ ile erkek kardeşi Sühâ'da göç kervanına katılınca; İstanbul boşaldı mı bana? Evet, galiba biraz öyle.

Halbuki Şühedâ teyzeyle, Sühâ amcanın ne güzel sahaf dükkânları vardı. Hadi kitaplardan vazgeçtim, kedilerimiz, köpeklerimiz, kırmızı kıçlı bi maymunumuz bile vardı.

Geçen kış pür telâş, haraç mezat boşalttılar sahafı. El yazmaları, gravürler, tezhipler, hatlar, minyatürler, yerini sevmiş yıllanmış çiçekler ve binlerce kitap; ne var, ne yoksa hepsini sattılar.

Güneyde, dağ köylerinden birinde iki dönüm toprak alıp, sonunda dağa çıkmışlar. Tayyar bile karısını, dördüzlerini toplamış, Nezihelerin dönümünün bittiği yere bi ev yapmış. Keşanlı bile yerleşmiş mi güneye? Yan yana, dip dibe komün hayatı yaşıyorlar. Tutturmuşlar sen de geleceksin diye. Kalktım, gittim.

Bi bahçe düğünü döşemişler iki dönümün üstüne. Ağaçlara kâğıttan fenerler asmışlar, asmalara masaları yaslamışlar, toprak testilerde sakız kokulu rakılar. Nezihe'yle Haldun'u evlendiriyorlar. Yedi dayakşörlerin altısı da orada. Ortalarında Nezihe dikiliyor kumandan edasıyla. Kırmızı bi gelinlik giymiş, kafasına da zeytin dallarından bi duvak takmış. Koşa koşa karşıladı beni. Bi sarıldı boynuma. Yıllar sonra sekizimiz de ilk defa bir araya geliyoruz.

Nezihe her zamanki gibi doğal liderimiz, "kalk" diyor kalkıyoruz, "oyna" diyor oynuyoruz. Evini kireçletti, zeytinleri silkeletti, toprağı belletti. Domates, biber ektirdi. Tavukları yemledik. Yemekleri pişirdik, bulaşıkları yıkadık. Haldun, Nezihe'nin önüne attığı kumaşların kenarına, pazar malı danteller bile dikti, gitti astı pencerelere.

Haldun onları dikerken, Nezihe parmağı havada, ha bire anlattı. Şehirler kalabalıkmış, pahalıymış, sevgisizmiş, çıkışsızmış. Hepimiz afyon yutturulmuş günâh keçileriymişiz, kurbanlık koyunlarmışız. Arkadaşlıktı, dostluktu, huzurdu, onurdu, özgürlüktü mumla bile aranmazmış. Derhal tası tarağı toplayıp, şu gösterdiği yere, kendi ellerimle kendi yuvamı yapmalıymışım.

O böyle başka dünyanın insanı gibi konuşurken, tam elli ağaç saydım arkasında. Her birinin zeytinleri yemyeşil, kapkara, çıtır çıtır. Düğün dernek beklemeden, alıp soksam bunları koynuma. Od ocak, torun torba, gerisi gelir zaten.

Nezihe de hiç durmadan gaz verip, beynimi yıkıyor. "Bak denizim, baktın gözün kesmiyor, ben öyle birden bire dağa çıkamam diyorsun. Sen de alıştıra alıştıra gelirsin. Ne bileyim işte, meselâ her hafta bi kere bi hobi kursuna gider gibi. Atla atla gel, bu dağlarla aranı sakın açma. Sonunda kurtuluşun var, nesini düşünüyorsun bunun, amma kastın kendini canım" diye partizanca bağırıyor.

Şimdi parmak hesabı, becerilerimi üst üste ekleyip sayıyorum. Nasıl geçinebilirim? Bulaşıkçılık bir, garsonluk iki, aşçılık üç, zennelik dört, kuzu otlatıp inek sağmanın adı çobanlık mıydı, işte o da beş. Nezihe de çömlekçilik öğretir bana. Saksı yapıp sattım mı, en azından kurtuluşun önünde duran ekonomik engelleri aştığımın resmidir. Hem de yıkmadan yıkılmadan, vurmadan kırmadan, dökmeden devirmeden.

Yorumlar

Derkenar'ın devamlı bir okuruyum. En beğendiğim yazarlardan biri de Deniz Türkoğlu. Ama bakıyorum da en yeni yazısı bile birkaç yıllık. Yoksa onu da mı küstürdük? Allah gecinden versin ama onun da Ali Türkan gibi kaybettikten sonra mı bileceğiz değerini?

Sude Açıkalın - 22 Mayıs 2008 (11:42)

Bir süredir Derkenarın müptelâsı oldum ama genelde baş sayfadaki yazıları okuyordum. Bugün karşıma arşiv bölümündeki yazılardan biri çıktı. Yazının başlığı ilgimi çekince bir bakayım dedim ve bakış o bakış. Eliniz diliniz dert görmesin e mi? O kara günleri ne bilge bir dille anlatıyorsunuz böyle, aşkolsun size. Ama üstte yorum yapan arkadaşımız sizin birkaç yıldır yazmadığınızı söylüyor. Ne zaman yazacaksınız yine? Heyecanla merakla bekleyeceğim.

Batuhan - 5 Mart 2010 (11:11)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

89
Derkenar'da     Google'da   ARA