Patronsuz Medya

Çivili sopa

Deniz Türkoğlu - 10 Temmuz 2013  


Paraları alıp kaçtılar. Genç olanı esmerdi, kısa boyluydu. Sağ bacağını sürüyordu. Diğeri ondan birkaç yaş büyük olmalı. Belki de değildir. Galiba belirgin bir özelliği yoktu. Belki diğerinden biraz daha uzundu, biraz da yaşlıydı, bunu daha önce söylemiştim sanırım. Ama paraları alıp kaçtılar.

Etrafta bağırışlar olunca, yoldan geçenler peşlerine takıldı. Yakalayamadılar. Sokağın köşesinde hazır bekleyen plâkasız bir araçla tüymüşler.

Demek yalnızca filmlerde olmuyormuş deyip, Hüsnü'yle beraber kıs kıs güldük. İkimiz de parasızlıktan bunalıyorduk. Önceleri buna aldırmıyorduk. Gizli bir umut mu vardı içimizde, hani nasılsa bir gün parayı bulacağız, şimdi henüz erken ama, o bir gün geldiğinde rahata kavuşacağız mı diyorduk? Bilmem.

Sonraları ne oldu da bunaltı boğazımıza kadar çıktı? Onu da bilmem. Öncesi ve sonrası var mıydı zaten, bence yoktu. Her şey zırvalayan zihinlerimizin dandik bir oyunuydu.

Oyundu madem, biraz dalgamızı geçmekte sakınca yoktu. Derdik ki, "basalım bir yerleri, paraları alıp kaçalım". Şakasına, biraz da biz gülüp eğlenelim diye, hep kendi aramızda.

"Sen arabada, ayağın gaz pedalında, kapıyı açık tutarak beklersin, ben de para çuvallarını alıp, aslında üstü açık bir araba bulsak, kapıyla falan uğraşmadan, dolu çuvallarla atlarım arabaya, yaparız biz bu işi, basalım bir yerleri, paraları alıp kaçalım" derdik.

Ama bizim lâf ola beri gele dediğimizi o ikisi yapıverdi işte, hem de gözlerimizin önünde.

Birileri polise haber vermiş olmalı, sokak bir anda insanın kulaklarını delen siren sesleriyle çalkalandı. Bir polis arabasından iki sivil polis indi. Güneş gözlüklerini çıkardılar, gömlek ceplerine koydular, iki ellerinin parmaklarını tersinden birbirine geçirip kollarını ileriye doğru gererek uzattılar, takırtılarla kırtlattılar, sonra baş parmaklarının ikisini de kemerlerine taktılar.

İşte o zaman benim betim benzim attı. Hemen çöp bidonlarının arkasına çömdüm. Soluduğum havanın naylon bir torba gibi beni sardığını, nefesimi kestiğini, kan akışımı yavaşlattığını, içimin hızla boşaldığını hissediyordum. Kalbim neredeyse duracaktı. Sanki aynı anda hem içeriden hem dışarıdan yağlı bir urganla boğuluyordum.

Birden aklıma Hüsnü geldi, son bir gayretle baktım, bayrak gibi hâlâ ayakta dikiliyor ama hiç renk vermiyor, yetmezmiş gibi bir de adım adım polislere doğru yürüyordu.

Can havliyle bidonların arkasından fırlayıp Hüsnü'yü durdurdum, tabii bu hareketlenme polislerin dikkatini çekti, gözlerini üzerimize dikip bakmaya başladılar. Dizlerimin bağı iyice çözüldü, az kalsın düşüp bayılıyordum. Hüsnü'ye "Şimdi ne yapacağız?" diye sordum.

Şaşırtıcı biçimde soğukkanlıydı, umursamaz bir pozda saatine bakıp, "Benim artık dönmem lâzım, işe geç kalıyorum." diyerek elini uzattı, gayrı ihtiyarı ben de ona elimi uzattım, tokalaştık, sonra da yürüyüp gitti. Ağzım bi karış açık kalmıştı.

Ama o bu kadar sakin olunca, polisler de tavsadılar. Onlar kafalarını çevirir çevirmez gene aynı yere, bidonların arkasına attım kendimi.

Bu mutlaka bir parolaydı. Yoksa Hüsnü böyle bir anda beni tek başıma neden bıraksın? Arkasından gitmemi, polislerin görmediği bir yerde buluşmamızı mı istiyordu ya da köşeyi döner dönmez beni mi bekliyordu ya da bir yolunu bulup iş yerine gel mi demişti de ben anlamamıştım. Ne demek istemişti acaba, bir türlü çözemiyordum. Zaten ben elimi kolumu sallayarak polislerin önünden geçip gidebilecek yürekte bir adam mıydım? Değildim elbet. Hiç bir yere kıpırdamadım.

Köşedeki binanın üst katında, mahalleden kimsenin adını sanını aklında tutmadığı bir şirket varmış da, tazminatlarını alamadan kovulan iki eski çalışan, gaza gelerek, soymuşlar bunları güya. Bak sen hele! Peki teşkilâtta başka polis mi kalmamış, neden hırsızlık gibi adi bir suça, göndere göndere bu siyasî suç dedektörlerini gönderiyorlar?

Soyguncuların eşkalleri veriliyordu. Bire bin katarak, bilip bilmeden anlatıyorlardı. Kimdi bunlar, mahalleli olmalı. Birazdan kalabalık iyice arttı, saklandığım yerden konuşmaları artık duyamaz olmuştum. Ama polisler, onlar başka. Onları her yerden görüp duyuyordum. Birkaç saat sokakta dolaşıp her yeri araştırdılar, her şeye şüpheyle baktılar. Binaya girdiler çıktılar. Gider gibi yaptılar, sonra caydılar. Bir gidip bir geldiler. Sonra da gittiler.

Ben gene de yerimden kıpırdamadım. İyice emin olmadan ortaya çıkamazdım. Evlerde perdeler bir bir çekilip, pencereleri aydınlatan lâmbalar bir bir sönene kadar bekledim, sokak derin bir ıssızlığa gömüldü de ancak öyle, koyu bir gölge, silik bir leke gibi, sokağın bir yarığıymışçasına yerle bir, ancak öyle, caddeye doğru gidebildim.

Sürekli arkama bakıyor, takip edilip edilmediğimi anlamaya çalışıyordum. Peşimde kimse yoktu. Eğer bu bir tuzak değilse, beni kimse takip etmiyordu.

Her şey yeniden başlamış olmalıydı. Hüsnü'yü bulmalıydım. İlk kez cep telefonu denen zımbırtıya bir türlü alışamadığım için kendime lânet ediyordum. Gerçi taşısam ne olacaktı, ama en azından bu tehlikeli iklimde bir de telefon kulübesi aramak zorunda kalmadan onunla konuşabilirdim. Böylece ne yapacağımızı, nerede buluşacağımızı kararlaştırabilirdik. Şu sıralar o da beni deli gibi merak ediyor, arıyor olmalıydı.

Kendi kendime söylenerek yürürken, karmaşık düşüncelerin yardımıyla koca caddenin sonuna geldiğimi anlamamıştım. Ayaklarım beni Tarlabaşı Bulvarı'na indirmişti. Şaşkın gibi karakolun tam karşısında duruyordum üstelik.

Karakolu görür görmez, geçmişime ait ne kadar korkulu anım varsa, en ince ayrıntısına kadar, hepsi önüme dikildi sanki. Karakolun karşısında derme çatma bir saz evi vardı ve kapısı açıktı, içeri girdim. Kendime cam kenarında bir masa bulup oturdum. Rahatça düşünebileceğim bir yerdi burası.

Çünkü biz eskiden ancak ve ancak; sırtımızı duvara verip, her türlü tehlikenin gelebileceği açık alanlara yüzümüz dönük, daima tetikte, gözümüz dört açık ve konuştuklarımız dinleniyorsa eğer söylediklerimiz seçilemesin diye, her daim şarkılı türkülü bir gürültünün parazit yarattığı ortamlarda, ancak öyle rahat ederdik.

Kimdik biz? Bilmiyorum. Mutlaka bir şey dememiz gerekiyorsa, bugün hâlâ sessiz ve tenha yerlerden garip bir şekilde korkan, dışarıdan bakıldığında sebepsiz gözüken ama içeride bir cehennem dolusu tecrübenin tetiklediği karanlık ve uğursuz korkular yüzünden, durduk yerde ve birdenbire yaprak gibi titremeye başlayan koca koca insanlar diyebiliriz.

O ikisini tanımıştım. Zaten hiç unutmamıştım. Her güneşli günün, her pamuksu bulutun, her mevsim yer çatlağında bolarıp kıvrılarak akan bahar suyunun, her yağmurda toprağın, ağaçların, yaprakların, köpeklerin sıcak sırtlarına vurup açığı çıkan buğunun, sevgilinin dudağındaki tatlı öpüşün… Her şeyle, herkesle aramda, her nefesimin önünde duruyordu o ikisi!

O ikisini tanımıştım. Parmaklarıyla yaptıkları hareketi, göz bağının ardından duyduğum kemiklerin sesini ve dahasını! Emindim, onlardı. Aradan onca yıl geçmişti halbuki. Her şey yeniden başlamış olmalıydı.

Sabahın ilk saatlerinde Hüsnü'yü bir sokak telefonundan aradım. Evine veya iş yerine gitmek tehlikeli olabilirdi, belki telefonu da dinleniyordu. Ama o bana ulaşamayacağına göre, başka yolumuz yoktu, belki şifreli bir dille konuşarak anlaşabilir, bir yerlerde bulaşabilirdik.

Buluştuğumuzda Hüsnü'nün rahatlığına inanamadım. Konuyu açmasını daha fazla bekleyemeyecektim, anlatmaya başladım. Eğer Hüsnü konuşmamı kesip, beni durdurursa, dinlendiğini anlayacaktım. Durdurmadı, önce hayretle dinledi sonra araya girip yanıldığımı söyledi.

Yanılmak mı? Tabii ki yanılmıyordum. Neden yanılayım ki?

Hüsnü ise ısrarla, aynı şeyleri söylüyordu. Sürekli o kötü günlerin üzerinden çok zaman geçtiğini, o defterlerin kapandığını, polisin tek görevinin beni korumak olduğunu anlatıyordu.

Oysa asıl o yanılıyordu. Ona da söyledim bunu. Hüsnü'nün alnı giderek kırıştı, suratı ekşidi. Her şeyin yeniden başladığına, aslında hiç bir şeyin sürekliliğinde hiç bir değişiklik olmadığına, hiç bir şeyin durmadığına, her şeyin eskisi gibi devam ettiğine, yalnızca bazılarımızın olanı biteni görmemek için gözlerimizi sımsıkı yumduğumuza inanmıyordu. Bana geçmişi hafızandan sil, at, unut artık diyordu.

Tesadüfen geçtiğimiz bir sokaktan, tesadüfen tanık olduğumuz adi bir soyguna, gizli anlamlar yükleyerek, kendi hezeyanlarımı komplo teorisine döndürdüğümü söylüyor, beni hastalıklı düşüncelerim yüzünden kınıyordu.

Kalkıp gitmek istedi, kolundan tutup durdurdum. "Hüsnü" dedim, " sen nasıl unutabildin?"

"Neyi" dedi. Boş gözlerle bakıyordu. Aynı yaştaydık ama ayrı yollardan dolaşarak geliyorduk. Benim korkum, onun hiç bir şeyi olmuyordu. Bilmiyordu. Tecrübe denen şey, bazen ağır bir kasvetten başka ne ki hem? İnsanlar kasvetten kaçıyorlardı.

Mithat olsaydı, o beni anlardı. Hiç suçu yokken, onun dertsiz başına, kendi ellerimle dert açmışken hem de, beni mutlaka anlardı. Mithat'ı siyasî olduğundan değil, yakın arkadaşım olduğu için almışlardı. Kim var kim yoksa "bunun" çevresinde, toplayıp getirin diyerek, etrafı hallaç pamuğu gibi atmışlardı. Bir kamyon dolusu insanla beraber, karga tulumba götürülmüştük.

Sonra o kamyonu getirip buraya yıktılar. Sansaryan'a. Sonra o ikisi diğer çocuklara ne yaptılar bilmem ama ikimizi amonyaktan kesildiğimiz kapkaranlık bir odada, çivili sopalarla sorguya çektilerdi. Ne sormuşlardı da, ne demiştik. Bilmediklerimiz, bilemediklerimiz, öyle çoktu ki.

Sonra Mithat'la bir araya gelemedikti. Ama sesini duyuyordum. Yan tabutluktaydı. Sorgulamalar bitince aynı duvara yaslanıp, konuşabiliyorduk. Bu da günde birkaç saat ederdi her halde. Zamanı pek kestiremiyorduk. Mutlaka bir yanlışlık vardı, bizi niye buraya getirsinler diyorduk. Birazdan birileri gelecek, özür dileyecek, kapıları açacak…

Kilyos'ta gizli bir kumsal varmış, ben bilirim Kilyos'u da, Mithat'tan dinleyince bilmediğimi anladımdı. İşte o kumsala gidecektik, çünkü öyle böyle değil, burası cehennem gibi sıcak ve susuzdu. Tuvalet falan, hiç bir şey yoktu. Orada denizin dev dalgaları vardır, soğuk ve tuzludur su, bütün yaraları süratle sağaltır, sonra da köpürterek yıkar insanı, hiç dövülmemiş gibi olursun diyordu, ama Mithat'ı dinleyen o kumsalın bu dünyada olduğuna inanmaz, öldüler de cennete gittiler, huriler yıkıyor bunları der. Belki de öyleydi. Belki de birkaç saate varmaz bizi salarlardı. O zaman gece de olsa ilk iş o kumsala gidecektik.

Birkaç gün sonra hayallerin de sonu geldi. Mithat'ın yerinde koca bir sessizlik kalmıştı. Hiç değilse onu salıverdiler diye seviniyordum. Gitmişti. Ardından beni de bıraktılar. Dışarı çıkınca ilk iş onu aramıştım. Bulamamıştım. Sonrasında "darbe" olmuştu. Askerler çivili sopa değil, silâh taşıyorlardı ve yolun başındaydık daha. Hepimiz, topyekun, her şeyin başındaydık. Yol sahiden o kadar da uzun mu ki, dönüp dolaşıp aynı şeyleri konuşuyor, aynı şeyleri yaşıyorduk?

Kilyos'taki kumsal ise, orada duruyordu. Hâlâ duruyor… Kimler yıkanıyor o sularda, hiç bilmiyorum.

Yorumlar

Kabuk bağlayan bir yaranın yeniden kanayışını, kan damlalarını gördüm yazınızda. Bu yaralar, toplumsal vicdanımızın yaraları aslında.

Vicdan bazen yalnızca yaşadığı, ayakta kaldığı için utandırıyorken insanı; nasıl oluyor da bir başkası, gözünü kırpmadan kıyıyor canlara… Sormamak içten değil.

"o düştü biz yine ayakta kaldık
halbuki ne kadar yorgunuz
öyle bakmayın bu yaralar şerefli yaralar değil
ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz"

(Attila İlhan - Duvar şiiri)

Sayın Türkoğlu, bu acıtan yazınız için çok teşekkür ederim. Soluğum kesilse de, bir solukta okudum.

Ethem'lere, Ali'lere selâm olsun…

Dağhan Dönmez - 11 Temmuz 2013 (13:08)

Yazının sonunda, "Öykünün kahramanları ve adı geçen kişiler tamamiyle hayâl ürünüdür." gibi bir not arıyorum, nafile.

Bir kaç sene önce çalıştığım yerde bir ablamız vardı. Patrondan izin falan almadan -daha doğrusu buna gerek de duymadan- bütün 1 Mayıs gösteri yürüyüşlerine gider, öğleye doğru tazyikli suyla yıkanmış olarak gelirdi. Ağız dolusu hakaretle polisin neler yaptığını anlatır, hırsını bir türlü alamadığı için de akşama kadar bu ateşli muhabbeti devam ettirirdi.

Bu tür yürüyüşler ve polis şiddeti maruz kalmadığım, sadece okuduğum dinlediğim şeylerdi. Bu ablayla birlikte ete kemiğe bürünmüş halini gördüm. 80 darbesi öncesinde bir sürü arkadaşları polis nezaretinde kaybolmuş, işkenceden geçirilmiş, öldürülmüştü. Ve "polis" denince aklına gelen bunlardı. Belki tanısa bazılarını sevecek yakınlık bile hissedecekti ama onları tek tek değil bir bütün olarak algılıyordu. Onun için "polis" demek şiddet demekti.

Göz önünde işlendiği durumlarda dahi karşımızda suçun faili polisi değil, polis teşkilatının kendisini ve de koruyucularını bulduğumuzda ve suçlunun bir anda görünmez kılındığı bir ortamda "polis" denince bundan sonra bizim aklımıza ne gelecek?

Fersan Cevriye - 12 Temmuz 2013 (13:28)

Polis, keyfi olarak kullanılıyor…

…" Ben polis olarak bile, Allah muhafaza bir karakola düşmek istemem. Eşimi, akrabamı kesinlikle bir karakola tek başına göndermek istemem. Çünkü onlara güvenmiyorum." …

… "Akrebin içine çocuğu ve bir başka kadını daha alıyorlar, bayağı tartaklıyorlar. Kadına, rozetlerini öptürmeye çalışıyorlar. Niye yapar insan böyle bir şeyi? Nasıl bir psikolojidir?" …

… "13 günde bir, bir polis intihar ediyor. Allah aşkına önüne geçin diyoruz. 2013 yılında intihar olayları daha da arttı. Bir araştırma komisyonu kurun diyoruz. Niye kurmuyorlar? Çünkü böyle yaparlarsa teşkilâttaki sorunlar açığa çıkacak. Hâlâ 34 yılındaki kanunlarla idare ediliyor bu teşkilât. 79 yılındaki disiplin tüzüğüyle cezalandırılıyoruz. İntiharlar araştırıldığı zaman bunların da değişmesi gerekecek. Çünkü intiharların en büyük müsebbibi disiplin tüzüğü. Değiştirildiği zaman polisler nasıl keyfi olarak kullanılacak? Kullanılamayacak. Bu da birilerinin işine gelmiyor.

Emniyet'te reform İsteyen polisler anlatmaya devam ediyor - Ayşe Arman (Hürriyet)

Mahmut Taha - 16 Temmuz 2013 (11:50)

Tokat gibi bir hikâyemis. 2013 de yazilmis ama sanki bu gunu anlatiyor.

Seyfi G. - 25 Aralık 2018 (17:09)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

125
Derkenar'da     Google'da   ARA