Patronsuz Medya

2 ters 1 yüz

Deniz Türkoğlu - 3 Mart 2012  


İki ters bir yüz (bazıları iki ters bir düz diyor), yünün sımsıkı dokunduğu gevşek olmayan bir örgü türüdür. İki ilmek tersinden bir ilmek yüzünden örerek, dokumayı düğümleyip mühürlerler sanki. Öyle olunca sökülmesi de zor.

Bu örgüye hayranlığım diz boyu, çünkü bana hayat hakkında gelmiş geçmiş en afili tüyolardan birini veriyor. "Hangi hatayı üst üste yaparsan yap ama hatanla bir kere olsa da yüzleş, iki kere tersine gittiysen bir kere de düzüne git!" diyor gibi. Diyor, gibisi fazla.

Bir diğer adı da lastiktir. Bildiğimiz lastik, hani uzar uzar ama kopmaz. Bizim memleket insanının dokusu da biraz böyle değil mi? Hem iç içe sıkı örülmüş, hem iki tersse mutlaka bir yüz, hem de çekiyorsun çekiyorsun kopmuyor.

Yani insaniyetimizin genetiğinde garip bir kodlama var adeta, hep kendi kendiliğinde kök salmış, hep kendi kişiliğiyle ölçülü, tevazuu sahibi ama cömert neredeyse mükemmel bir kodlama. Dış koşullar bozulunca iç dengelerine yaslanan, yarasını saran yağıyla kavrulan kederiyle barışık, kapitalizmin bile kolay kolay yırtamadığı tok bir insaniyet, yalan mı?

Bir yandan da benliğinde değilse de bedeninde bir ur, hatta sırtında bir yük gibi taşıdığı yıkıcı, dandik değerleri kutsallaştıran, suçun ve o suçun suçlusunun idealleştirildiği, nefretini hiç gizlemeden önüne çıkanı yok ederek yara yara ilerleyen saplantılı mı desem hastalıklı mı, tehlikeli, tahripkâr bir zihniyetle, düpedüz insaniyetsizlikle beraber yaşıyor. Daha doğrusu onu taşıyor.

Bu taşıdığı melun yükten ne zaman silkinip kurtulmaya çabalasa mutlaka bir şeyler oluyor. Onun o bünyeden sökülüp atılmasını istemeyen birileri gaipten çıkıp geliyorlar sanki.

Kendimi bildim bileli "Bir gece ansızın gelebilirim" şarkısını da bilirim, şarkının suçu ne ama öyle inanılmaz bir kinle öyle tükürük salya akıtarak söylüyorlar ki, şarkıları bile kirleterek, küfrederek, döke saça, biz buradayız bizi unutma dercesine, gaibin değil gerçeğiniz, habis urun veya melun yükün değil sahibiniz dercesine… Geliyorlar, fakat asla bir gecede değil, asla ansızın değil. Ağır ağır, hazırlanarak…

Geliyorlar ve güpegündüz, sokak ortasında, sinsice arkadan yaklaşarak, sen misin bizden kurtulmaya çalışan deyip asıla asıla söküp koparamadıklarını dalından çat diye kırıyorlar. Sonra bir daha, bir daha, koca kadim ağaçta kırılmadık dal bırakmıyorlar.

Sonra bir bakıyorsun, bir gecede memleketin tamamından aynı anda postal sesleri işitilir olmuş…

Meselâ 12 Eylül'ü neden yaşadı bu topraklar, o zamanlar ortada ne Kürt sorunu vardı, ne Ermeni, ne de dinci lâik kutuplaşması. Komünizmden mi korktular? Ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz dediklerine göre, kimse daha "tehlikenin farkında mısınız" reklâmları yapmadığına göre, kimsenin aklına "Türkiye İranlaşıyor mu" sorusu henüz düşmediğine göre, daha daha dahası henüz yokken, gene neden korktular da, sağ sol çatışmasını bahane edip darbe yaptılar?

Bir gecede geldiler ve sıkıyönetime sokakta yakalanmış evsizi bile terörist diyerek alıp götürdüler. Binlerce insan hapishanelerde çürüdü, yüzlercesi öldü…

Zamanın dairemsi bir yolu var, diyelim ki bulunduğum noktadan geleceğe dair düşünmeye başladım, burada düşünmeye başladığım şeyin çemberi birazdan halka halka genişleyerek alıp başını ta geçmişe kadar gidip, şimdi bulunduğum yeri falan da içine katarak, gelecek düşlerimin üzerine bir kapak gibi kapanıyor. Oysa hiç kimsenin kaderi bu kadar kötü olmak zorunda değil.

Jakob Wassermann şöyle anlatıyor:

"Fazlasıyla yorulmuş atını, hayvanın damarları dışarı fırlayacak ve sinirleri boşanıp titremeye başlayacak kadar kırbaçlayan bir arabacı gördüğümde ve acıyarak da olsa sesini çıkartmadan orada durmuş seyredenlerden biri bana ne olacağını sorduğunda şunu derim: 'Önce bu gaddar adamın elindeki kırbacı alın.'

Biri bana şöyle bir yanıt verirse: 'Beygir inatçı ve kötü, dikkatleri üzerine çekmeye çalışıyor, oysa iyi beslenmiş bir hayvan bu ve araba da yalnızca samanla dolu.' O zaman ona şunu söylerim: 'Bunu daha sonra araştırabiliriz, önce bu gaddar adamın elindeki kırbacı alın.'"

Demem o ki: Kim olursan ol gel diyen Rumilerin de toprakları bu topraklar, Ermenilerin de, Kürtlerin de, Alevîlerin de, Sünnîlerin de toprakları, gelsinler, kim olurlarsa olsunlar gelsinler, fakat bugüne kadar hep tersinden geldiler, bir kere de bu gerçeklerle yüz yüze gelsinler.

Yorumlar

Sevgili Deniz, bu güzel yazına yazmaya çalıştığım yorumu bir türlü 1500 vuruşluk uzunluğa sığdıramayınca müstakil yazı olarak yayınlamak zorunda kaldım. Yetmezmiş gibi, bir de yazının yanındaki resmi aşırdım. Bu muzurluğumu mazur göreceğini ve yukarıdaki yeni resmi beğeneceğini umuyorum.

Necdet Şen - 5 Mart 2012 (21:40)

Ne yazısı, hangi resim, Deniz kim? Valla öyle uzun zamandır Necdet yeni bir yazı yazsın diye bekliyorum ki, önce şu sevincimi hazmedeyim.

Bir taraftan da konular bunlar olunca insan kendi sevincinden utanıyor. Şu canına yandığımın dünyasında Allah'tan, her zaman, bir de öte tarafı hep işlerin. Hani yeni resimde söylendiği gibi, bu da bir seçim (resim yazıdan güzel bu arada). Öyle ya, utancı mı, yoksa sevinci mi seçeceksin?

Işığın daim olsun Usta.

Deniz Türkoğlu - 5 Mart 2012 (23:04)

Alev Alatlı'dan:

"Onca isteksizliğime rağmen, beni orada tutan Mevlâna sendromuna lânet ettim. 'Ne olursan ol, gel' çağrısının, kemiksizliği aklamaya yarayan rezil bir davetiye olduğunu düşünüyordum, Ne hacet, eşkıya olsan da gel, kerhane işletsen de gel bari."

"Gelmişlerdi zaten, dahası, ben geçim olsun diye teşvik edilen hoşgörünün, sahtekârlığa katılma kışkırtıcılığından ibaret olduğunu düşünürdüm."

Schrödinger'in Kedisi (kâbus) s:344 boyut yayınevi

Bunak Moruk - 8 Mart 2012 (13:11)

Alev Alatlı'ya hürmetim sonsuz, bahsi geçen güzel kitabını da yalnızca iki paragrafa indirgeyemeyeceğimizin bilincindeyim. Fakat madem ki bu özlü iki paragrafla insanlıklarımıza bakabileceğimize kanaat getirdiniz, en azından biz de deneriz.

İki örnek vereceğim, biri 1993 yılında gerçekleştirilmiş araştırmanın sonuçları: %31'imiz Hıristiyan, %34'ümüz Yahudi komşu istemiyoruz. Diğeri 2010 yılının sonuçları: % 35-52'imiz Hıristiyan, % 42-66'ımız Yahudi komşu istemiyoruz. Aradan geçen zamanla giderek azalacağı umulan oranların tersine yükselmesi hoşgörü zaviyemizin de gün be gün sarplaştığının ispatı. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında da oldukça yüksek bir oran bu. Oysa "çok kültürlülük" ve tabii olarak "çoğulculuk", ötekileştirmeyi bir yana koyun, farklı kimliklerin kültürlerin farklılıklarını (da) koruyarak, başat kimlik ve kültürle bir arada yaşamaları demektir.

Çıkan sonuçlar için bunu becerdiğimizi söyleyemeyeceğimize göre, acaba toplum olarak çok kültürlülüğe veya çoğulculuğa karşı bir tür alerji geliştirdiğimizi söyleyebilir miyiz? O alerjinin adına ister azınlık kültürlerin başat kültürün içinde eritilerek "asimile" edilmesine duyulan arzu diyelim, ister ulus bütünden çıkarılıp atılmaya çalışılan "dışlamacı" tavır diyelim.

Teorik olarak ne dersek diyelim söylediklerimiz bu noktaya nasıl geldiğimizin cevabı olamaz fakat ben gene de asıl bakılması gereken yerin burası olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.

Çünkü çoğulculuk için, yani çeşitli kültür ve kimliklerin birbirleriyle iyi ilişkiler kurup geliştirebilmeleri için, "hoşgörü" gereklidir ve bu toplum bir zamanlar bu hoşgörüye sahipti. Ben de işlerin hoşgörüyle yürüdüğü dönemlere kendi gözleriyle tanıklık etmiş, eski romantik - yeni tedirginlerden biri olarak, kendi tarihimi hatırlatmakla mazur görülebileceğimi umuyor, toplumların buraya kendi başlarına gelmediklerini savunuyorum. Bunda bir çıkarları mı var? Neyse ki konumuz bu değil, aksi takdirde düşmanlıklardan nemalananların çıkar rotalarını takip ederek mevzuya ulusalcılıktan girip milliyetçilikten ilerleyerek, ırkçılığa kadar uzanan geniş bir alanı tek tek işaretlemek zorunda kalabilirdik.

Sizin gibi ben de sevdiğim bir yazarın (Aslı Erdoğan) alıntısıyla devam edeyim. Hem böylece yazık ki kendi meramıma tercüman olamayan amatör yazıcılığım yüzünden, Mevlâna'nın gördüğü zararı da, belki telafi edebilirim.

"İnsanı suçlu kılan, sadece işlediği ya da göz yumduğu suçlar değil, onlara sahip çıkışıdır aynı zamanda… Nasıl hesaplaştığı, yaşamaya nasıl devam ettiği, suçlarıyla ve suçluluğuyla ne yaptığı… Sorumluluk üstlenmek ya da örtbas etmek. Yol açtığı acıyı, telafisi mümkün olmayan kaybı görmek, hissetmek, sonsuza dek taşımayı kabullenmek. Ya da gerekçeler bulmak, kılıfına uydurmak, iri iri kavramlarla, yüce ideallerle kendini haklı çıkarmak.

Meydan okuyarak, susturarak, ötekini güvenilmez, yalancı ilân ederek kuru bir özrü bile esirgemek. Korkuncu sıradanlaştırmak, olağan, kaçınılmaz, gerekliymiş gibi sunmak, kutsallığı bellenmiş kavramların, kurumların ardına sığınıp meşrulaştırmak. Öteden beri olageldiği, bizim coğrafyamızda erkeklerin kadınlara, devletin halka karşı işlediği suçlarda hep yapılageldiği gibi, mağduru suçlamak. Suçu ve suçluyu tanımlama iktidarının tadını çıkarmak, cinayete cinayet, katliama katliam demeyi engellemek…"

Deniz Türkoğlu - 9 Mart 2012 (15:34)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

82
Derkenar'da     Google'da   ARA