Patronsuz Medya

Mantar toplayıcısı

Deniz Türkoğlu - 26 Ocak 2011  


Latife su taşıyor bitkilerin köküne. Gel de yardım et diye el ediyor kayalığın ordan. Kış günü ne suyu bu? "Dün gecenin ayazı çoktu, ondan" diyor. Rüzgâr da güneş kadar yakarmış meğer bitkileri. Git gel kova kova su taşımaktan iki büklüm oldu sonunda.

Mantara çıkacakmış şimdi de, evden sepet istiyor. Ben korkuyorum mantardan, zehirlenirim. "Mantar yeme sakın" diye bağırıyorum. Üstelik bir mantar var dedilerdi, hemen zehirlemiyormuş, yediğinin üstünden kaç zaman geçtikten sonra, birden öldürüveriyormuş. Durup beklemesi ne garip, insan gibi kinleniyor demek.

"Korkaksın sen de, ondan" diyor Latife. Yediğinden zehirlenmektense, açlıktan ölmek daha iyi bana göre. Gözlerini topraktan kaldırmadan, "ölümün doğalından başkası iyi değildir" diyor.

Toprağa sağlam basan ayaklarına, elde dokunmuş yün çoraplarına, plastik pabuçlarına bakıyorum. Üç güne varmadan hevesi geçer, biliyorum. Döner gerisin geriye.

Bakışını, dilini, alışkanlıklarını birden değiştiremez insan. Zamanı geldiğinde kıymık gibi atar bu köy onu dışarı. "Latife sen köylü değilsin" diyorum. "Altından kalkamazsın bunların."

Vadiden otlamaya bırakılmış ineklerin sesi geliyor. Dağların arasına sıkışmış mavi üçgen içindeki uzak denizde, siyah fırtınalar patlıyor. Latife elindeki ağaç dalına dayanarak, dağlara yürüyor hâlâ.

Köylü kadınlardan öğrenmiş. Mantarları tanıyor. Otları bir bir inceliyor. "Sana da gösterirdim ya, sen artık öğrenmeyi bıraktın. Doğa en iyi öğretmendir, insan da doğanın bir parçası, bunu bilsen iyi edersin" diyor.

Yalnızca benim bilmem yetmez oysa, diğerleri de bilmeli.

"Köylünün zengini toprağı sevmez. Onlar insanı da sevmezler. Buralarda da köylüler giderek zenginleşiyor" diyor. "Topraklarını satıyorlar. Apartmanlar, siteler, oteller yaptırıyorlar. Artık kimse toprakla uğraşmak istemiyor. Doğadan kaçmanın kime ne hayrı dokunmuş?"

Yılan gibi kıvrılan yolda, yukarıya, dağın doruğuna doğru tırmandıkça, iş makinelerinin kaldırdığı kirli sarı bir toz bulutunun içine giriyoruz ağır ağır. Yere dikkatle basarak temkinle yürüyoruz. Yüksek toprak kümelerinin arasına açılmış büyük çukurlarda bata çıka ilerliyoruz. Toprağın göğsü delinmiş, parçalanmış, pare pare yaralar açılmış ayaklarımızın altında.

Dağın denize bakan yüzünde karınca gibi kaynayan işçileri, çimento, tuğla dağlarını, dozerlerle, kazıcılarla, delicilerle yekvücut olmuş çalışan kalabalığı seyre dalıyoruz, uzaktan. Yanımızdan toz ve duman kusarak geçen yüksek uzun kamyonlarda, çelik kollarıyla sağa sola savrulan vinçleri taşıyorlar. Sitelerin göğe doğru azmanlaştığı, denize doğru çukurlaştığı gri betondan büyük bir kuşatma, dağın ön yüzünü baştan başa kapatmış. Ne toprak, ne ağaç, ne ot, hiç bir şey bırakmamış geride. Yeryüzüyle dövüşe tutuşan kimse, kazanmış.

Dizlerinin üstüne çöküp yaklaşıyor toprağa. "Acı ot derler buna. Her zaman bir yerlere sarılır ya, bu kez senin gibi kendini yollara vurmuş. Görmesek kim bilir nerelere gidecek. Görmesini bilmek lâzım" diyor. Başlıyor yolmaya. Kalp şeklindeki yaprakçıklarla dolduruyor sepeti. Kavurmasını yapacak akşama.

Akşama kalmam diyorum. Yolum uzun benim.

Otları yolarken birdenbire duruveriyor. Uzun yapraklardan birine yapışmış örümcek ağını görüyor. Ağının içinde kıpırdanan örümceğe ilişmeden, topladığı taşlarla etrafını çevirip, kapatıyor yaprağı. Örümcek, taşların kuytusunda yeniden uykuya dalıyor. "Örümcekler yazlık ve kışlık ağlar örerler kendilerine, yaşamasını bilirler" deyip, canı sönmüş toprağın üstünde yürümeye devam ediyor.

Karşı dağların göründüğü tepelerden, demir bacaklı makinelerin toprağı cehennem aşağı indiren gürültüsü geliyor. Taş ocağını çevreleyen koruluğun ağaçları, bir ağızdan kırılıp yana yatmışlar. Dağın böğrü yumruklanmış gibi içeri çökmüş, çöküntünün içinden kanı çekilmiş beyaz organlar düze çıkmış, sarkıyorlar. Zehirli bir toz, etrafa saçılmış mermer kütlelerin başında duman gibi tütüyor.

Yürüye yürüye, eski bir ormanın içinde buluyoruz kendimizi. Karaçamların, servilerin, okaliptüslerin sıçrayıp göğe uzandığı, nazlı kış güneşinin sarı ışıklarla aydınlattığı, yüzlerce ağacın arasında, koyu yeşil dalgalarla çalkalanarak, siyah kayalıkların üzerinden atlayarak ilerliyoruz. Taşların yosunlu çatlaklarında, çam dikenleriyle örtülü yumuşak toprakta eğilip mantar arıyoruz. Latife'nin şehre neden dönmediğini bu ormanın içindeyken anlıyorum ancak. Sevinçli küçük çığlıklarla, koca bir Kızılçam'ın eteklerine doluşmuş etli mantarları törenle toplarken…

Sepetini doldurduğunda, kısacık bir tepeden köyün içine iniveriyoruz gene. O evine yürürken, ben taş ocaklarının, beton yığınlarının arasında sıkışmış küçük köyü ve eski ormanı geride bırakarak, şehre dönmek üzere arabama biniyorum. Tam motoru çalıştıracakken, ötüşlü bir Kızılkuyruk kafa üstü gelip arabanın camına çarpıyor. Göbeğinin küçük yuvarlağını havaya dikip, yere yıkılıyor kanatlarının üstünde. Boynu yanına düşüyor.

Sepeti kapıp koşturuyor Latife. Köyün kedileri yetişmeden, kuşun üstüne atıyor. Sepetin içinden, saatlerdir topladığı acı otlar, mantarlar, dört bir yana saçılıyor. Dikiz aynasından Latife'ye bakıyorum.

Latife anıt gibi kadın, hayatını köyün toprağına saplamış, benimle şehre gelmiyor.

Yorumlar

Gözlerim yolda daha çok yazi bekliyorum sizden. Dağ, tepe, orman, yol, yolculuk bitince daha çok yazmalısınız. Teşekkürler elinize sağlık.

Işık Sıral - 1 Şubat 2011 (16:08)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

98
Derkenar'da     Google'da   ARA