Patronsuz Medya

Balta bu, naapacağı hiç belli olmaz

Ali Türkan - 19 Ekim 2003  


Berlin düz. Herhalde ova deniyordur ama bana bozkıra kurulmuş gibi geliyor.

Tek yokuşu olmayan, insana "bu ne biçim Berlin?" dedirten bir şehir. Bir şehir böyle "düz" olunca, ulaşımda bisikleti tercih edenlerin sayısı da epey oluyor tabii.

Küçük kız bastırdı ve istediği yere bisikletle gitme hakkını aldı bu yıl. O evden çıkıyor, ben de yüreğim ağzımda, pencere camına burnumu dayayıp dönüşünü bekliyorum. Bir takım dengeleri gözetmek gerek ya, çaktırmadan izliyorum ve kaygılandığımı belli etmiyorum.

Oğlan da gene Agop'un kazı gibi ziftlenmiş, sabahtan beri mide ağrısı çekiyor. Nane limon kaynattım, peksimet ve elmayla besledim ama daha geçmedi ağrısı.

Kız bisikletten, oğlan da sancıdan bitkin düşmüş vaziyette, uyudular az önce. Salak kızım, "cama taş atıyorlar" diye, uyuyana kadar yanında yatırdı beni. Kaloriferin çıkarttığı sesten tırsıyor.

Mussolini'nin "adam olma kriterleri" arasında, babalık da varmış. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama yedi tane falan böyle kriteri vardı deyyusun. Eh, en azından Mussolini'ye göre ve yedide bir oranında adam sayılıyorum.

Çocuklar hüzünlendiriyor beni. Ne yaparsam yapayım, bir şeyleri yanlış yaptığım hissinden kurtulamıyorum. Biliyorum, büyüyecek ve kendi yollarını, kendi doğrularını bulacaklar ama gene de hüzünleniyorum işte.

Anlamaya çalışıyorum. Kafamı patlatana kadar kendi çocukluğumu, o yaşlarda neler hissettiğimi hatırlamaya çalışıyorum ama yaşananları hatırlamak kadar kolay olmuyor bu. Sanki, yirmi otuz yıl değil de binlerce yıl geçmiş gibi.

Aslında, pek de hatırlamak gerekmiyor o günleri. İnsan, kendine yontuyor o zaman. "Ben sizin yaşınızdayken" mavraları başlıyor. Ölçü, kendisi oluyor.

Pedagoji kitaplarına hiç yüz vermedim. Çocuk büyütmek için gerekli olan en önemli, belki de tek "bilginin" sevgi olduğuna inandım, inanıyorum. Öyle, sevimli bir köpek yavrusunu sever gibi sevmeyecek insan çocuklarını (ya da köpek yavrularını da kendi çocukları gibi sevecek).

Böyle, gecenin bir vakti hüzünlenince ve konu da babalık müessesesi olunca, aklıma yıllar önce, daha ufacık bir çocukken tanıdığım bir adam geldi.

Tilki Hasan da derlerdi

Ben bir kötülüğünü görmedim ama zamanında epey hinlik yapmış. Hatta, öz ağabeyinin içkisine kulak kiri karıştırıp uyuşturduğunu ve cebinden parasını çaldığını bile anlatırlardı. Günahı, anlatanların boynuna artık. Kimileri de "r"nin üstüne basa basa "Y.rr.k Hasan" derdi. Bunun nedenini bilmiyorum.

Kahvede falan, "Rajkapor Hasan" diye çağırılırdı daha çok. En hasosundan "esmer vatandaş" olduğu halde, "biz Hindistanlı'yız" derdi. O böyle deyince, mahallenin bitirimlerine de eğlence çıkmıştı tabii. Köşe başında piyasa ama daha çok manita muhabbeti yapan gençler, Hasan abiyi görür görmez, "avaramu nınınınım, avaramu!" sesleriyle, Raj Kapor'un o meşhur filminin şarkısını söylerdi. O da ciddiye almaz, güler geçerdi bu takılmalara. (Aslında, "avarahu" diye söylerlerdi ve bu yüzden, yıllarca öyle bildim o şarkıyı.)

Hiç bir iş bulamasa kalaycılık yapar veya "anamı s…sinler, mis gibi kokuyor abi!" diye bağırarak çiçek satar, ekmeğini taştan çıkarırdı.

Ama biz, onu, Gırnatacı Hasan diye tanıdık daha çok. Düğünlerde klarnet çalardı. Nefesine de acaip güvenirdi ha! İddiaya girer, bir şişe "aile boyu" kolayı, bir dikişte bitirirdi.

Üç kızdan sonra nihayet oğlu olunca, sabaha kadar ve hiç dinlenmeden, hayatının solosunu atmıştı klarnetiyle. Caz bile çalmıştı be! Haftasına kalmadan, karısı Selma ablayı, al kurdeleler bağlanmış loğusa yatağından apar topar kaldırıp doğru dişçiye götürmüştü. Selma abla da on sekiz ayar sırıtışlarla dönmüştü sokağa. Öyle bir Selma'ydı o da.

Tam da topaç mevsimiydi.

En yakın arsaya seğirtip yere bir daire çizer, topaçların "kabaralarını" dairenin ortasında birleştirip "kapçik" topaçla da çakardık ortasına ortasına. Daire dışına fırlayan topaç(lar), çakanın olurdu.

(Şöyle "böbürlenecek neyim var?" diye kendimi yokladığımda, aklıma bunlar geliyor işte. İyi misket ve topaç oynarım. Yıllardır oynamadım ama eşek gütmek gibidir bu işler; bi kere öğrenince, bi daha unutmaz insan. Başka da bi halta yaramam. Klarnet çalamam, kalay yapamam, çiçek satamam. "Kuru fasulya gibiyim" yani. Hatta "kuru fasulyadan pilaki olur, benden o da olmaz." )

Köşedeki bakkaldan alıp özenle boyadığım topaçlarımı ve topacı çevirmeye yarayan "kınnap" ı hazırlamıştım ki, camdan seslenip eczaneye, "okşizen" almaya yolladı beni Selma abla. Madem oğlan doğurmuş, iki hafta önce, "ulan, bu da kız olursa ecdadını…" diyerek kafayı oturtan kocasının öfkesine bıraktığı iki dişinin yerine altın taktırmıştı; saçlar da "ambiansa" uygun olacaktı tabii.

Üç şişe "oksijenli su" almanın ödülü de, içim bayıla bayıla içtiğim dört bardak loğusa şerbeti ve Selma ablanın esmer suratının üstüne kelebek gibi konan platin rengi saçları olmuştu.

Hasan abi, oğlunun üstüne titremeye başladı. Kuru Ebe'ye bırakmadan, kendi tuzladı oğlunu. Mahalle, ne mahallesi, hatta koca semtin çocukları, daha yeni kurtulmuştu kolera belâ sından. Köşedeki eve taşınan Kürt aile, tam dört çocuk vermişti o illete. Hikâye gibi ama hamallık yapan baba ile tek kelime Türkçe bilmeyen anne, çıldırma derecesine gelmiş, hastalıktan ölmeyen çocukların üstüne, "uğursuz" diye bağırarak yürümeye başlamışlardı.

Bi de Ahmet ölmüştü. İsmiyle müsemma, Deli Ahmet. Bebekliğinde geçirdiği menenjitten hafif tatlılaşarak "yırtmıştı" ama koleraya yenilmişti Ahmet'çik. Bahçede bulduğu solucanları, annesinin yaptığı makarnaya karıştırır, şapur şupur yerdi, kendi icadı bu yemeği.

Üstüne titrediği oğlunu beşiğine yatırıp kan damlayan parçalar çalardı Hasan abi. İlle de rahmetli Esengül'den ve o zamanlar ortalığı kıran Gönül Akkor'dan. Arada aşka gelip en titrek, en ağlak şopar makamıyla söylerdi de…

Gülmeyecek bu yüzü
Neden verdin bana Ya Rab
Ya birazcık neşe ver
Ya beni baştan yarat

Hep terketti sevdiklerim
Paramparça dünyam benim

Baştan yarat ellerimi
Baştan yarat gözlerimi
Baştan yaz şu kaderimi
Ya Rabb beni baştan yarat

(Ya Esengül? "Taht kurmuşsun kalbime", "Beterin beteri var", "Zalim" gibi peş peşe çıkardığı şarkılarla müzik piyasasını dokuz şiddetinde sallamıştı o zamanlar. Entel takımının antin kuntin bulduğu, "arabesk, piyasa işi" diye burun kıvırdığı bir müzik türüydü belki yaptıkları ama yaşadığı hayatın müziğini yapardı rahmetli. Samimiydi. Unutulmuş olması ne acı.)

Hasan abinin yürümesinden konuşmasına kadar her tavrı değişmiş, üstüne bir ağırlık gelmişti. Adı da hemen Molla hasan oluverdi tabii. Boru mu! Erkek adamın erkek oğlu olmuştu. Her fırsatta arkadaşlarını, komşularını evine çağırıyor, kızlarının gönlünü birer öpücükle aldıktan sonra, oğlunun çükünü gösteriyordu amcalara.

Galiba, Tatar Haşim'in televizyon aldığı yıldı. (Sokağın ilk televizyonu; o sıralar paranın dibine vurmuş Haşim'i, mahallede Japon konsolosu mertebesine yükseltivermiş, Haşimoto yapmıştı.) Kış erken bastırmış, gariban takımı hazırlıksız yakalanmıştı. Zaten, en çok garibanın kaderidir hazırlıksız yakalanmak.

Az çok parası olanlar, küfe hesabı odun alıyor; o kadar parası olmayanlar da ya haşim gibi daha paralı olanların evine konuk gidiyor, ya da battaniyenin altında biraz daha sokuluyordu birbirine.

Bizim ev sıcaktı. Bir akşam, sobanın yanında içim geçmiş… Feryatlar, ağlamalarla uyandım. Evde kimse yoktu. Sesler sokaktan geliyordu. Merak edip çıktım, Selma abla kendini paralıyor, birileri onu tutmaya, sakinleştirmeye çalışıyordu.

Kocası, bebek üşümesin diye, bir yerlerden odun bulmaya gitmiş; dönüşte, karda ayağı kayınca, sırtına yüklediği çuvalın içindeki balta…

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

57
Derkenar'da     Google'da   ARA