Patronsuz Medya

Otuzbir Hanım

Ali Türkan - 9 Nisan 2002  


Yaz tatilleri yalnızlık demekti benim için. Arkadaşların hepsi "memleket"lerine giderdi; ben de ağustos sıcağında, kös kös otururdum gölgede. Toplar, bisikletler falan da onlarda olduğu için, ufak yaşta felsefeye verdim kendimi oyuncaksızlıktan ve de ufaktan ufaktan.

Her yıl aynı hikâyeydi zaten. Onlar gider, bir at arabasının zorla geçtiği sokağı beklemek de bana düşerdi. Sıkıntı adam eder adamı. Önce kaldırım taşlarını saydırır, sonra yüksek matematik, evrenin sırrı, kara delikler, şu bu, yün, tüy,kıl, orlon, perlen falan. İki düz bi ters adam oluyordum yavaş yavaş.

Sonra sepet sepet yemişler, erik ezmeleri, tarhana çorbaları, bulgur, şu bu. Ustura kayışı gibi bir surat ve bol bol karı kız mavrasıyla geri dönerlerdi arkadaşlar: "Fadime'yi, kapı arkasında şöyle kanırttım, Halime'yi samanlıkta böyle bastım, Güllü'yü dere kenarında böyle incelttim."

On, bilemedin on iki yaşında falandım. Arkadaşlar da o yaşlarda tabii. Hiç köy görmemiştim ve gelen erzak, yapılan tıraş yüzünden, köyü cennet gibi bi şey sanıyordum. Aaa, kızların memeleri vardı ve arkadaşlar da memleketlerinde o memeleri nasıl sıktıklarını, ekinlerin arasında kızların donlarını nasıl çıkarttıklarını, manitaları ne biçim böğürttüklerini falan anlatıyorlardı.

Arada birkaç zoofili vakası da vardı ama onlara pek yüz vermiyordum doğrusu. Fadimelerin nalsız olanları, kızlar ilgimi çekmeye başlamıştı çünkü. Ama kızlardan önce daha büyükleri, kızların büyümüş şekli olan kadınlar ilgilendiriyordu beni. Huyu huyuma uygun bir Fahriye abla aramakla meşguldüm. Bulunca ne yapacağımı bilmiyordum ama hormon bu! Söz dinler mi?

Buraya kadar her şey iyi de derdimi anlatabilmem için, bir ara taksimi şart.

Parfümün çıkışında, Parisli asillerin bok kokularını örtme gayreti olduğu söylenir. Ne kadar doğru bilmiyorum ama eşyanın tabiatına uygun. Asalet, boku ortadan kaldırmak değil, bok kokularını örtme gayretidir. Bu asillerin ahlâkıdır. Bize de bu ahlâk çakıldı damardan. Aslında herkesin yaptığı, herkesin sahip olduğu şeyler, ayıp sayılır oldu bu yüzden. Osurmak, geğirmek, burun karıştırmak, pipi, kuku, toto. Biz zavallı "baldırıçıplak tabakası", sanki kırk odalı saraylarımız varmış gibi davranır olduk. En insani şeylerimizi bile, birileri "ayıp" dediği için gözlerden saklar olduk. Bedenimiz ve onun ihtiyaçları da ayıp oldu tabii.

Uygarlık adı altında aldığımız yol da, hayvanların rahatlığına imrenir hale getirdi bizi.

Neyse, fazla slogan ses tellerini bozar; ben asıl mevzuya döneyim gene.

"Yaşı gelen" çocukları, toplu halde kerhaneye götüren kıyakçı abiler vardı bizim orada. Set üstü kahvede muhabbet ederken, hovardalıkları kalkar, "yürüyün lan mektebe" diye "vuruş" ısmarlarlardı tıfıllara. Kıyakçı abilerin ilgisine mazhar olacak yaşa gelene kadar da onların anlattıklarından çıkarmaya çalışırdık "o işin" ne menem bir iş olduğunu. Aldığımız tek cinsel eğitim, o abilerden birinin arada bir sorduğu "kuş ötüyo mu lan?" sorusuydu çünkü.

Ötüyordu.

Ötüyordu da ne işe yarayacağını bilmiyorduk pek.

Taa ki otuzbir çekmeyi öğrenene kadar.

Bunu da kitaplardan öğrenmiyorduk tabii. "Yırtık" arkadaşlardan biri, sevabına gösteriyordu "sen de yap lan, çok güzel valla!" diyerek. Tiryakisi olacağını bilmeyen garipler de "aaaa, uuu" diye utanarak kaçıyordu anında. Kaçıyordu da Fahriye ablanın bacağını hatırladığı ve uyku tutmayan bir gece de kenefin yolunu tutuyordu hemen. Biz, malta taşlı, kuburlu keneflere, dünyanın en güzel düşlerini sığdırmış çocuklardık.

(Bunlar romantik olanları tabii. Odun, o yaşta da odun oluyor. Kabağı oyup, yastığı sıkıştırıp, Fırt dergisinin kapak içindeki "yavrunuzun sayfasını" delip o işi görenlerin sayısı da az değildi. Hatta biri deniz anasıyla da şeytmişti de, "kalıcı" hasar bile görmüştü şeysi.)

Devir Sermet Serdengeçti'lerin, Aydemir Akbaş'ların, Arzu Okay'ların, Nur Ay'ların (isme bak yaaa!) ve Zerrin Egeliler'in devriydi. Sinema kapısında "on sekiz yaşından küçükler giremez" yazsa bile, salonun yarısını çoluk çocuk doldururdu. Usta "makinistler" vardı o sinemalarda. Zamanlama ustasıydı her biri. "Parça" ne zaman konulacak, otuzbir çekenleri rezil etmek için ışıklar ne zaman yakılacak, iyi bilirlerdi. Işıklar yakılınca pantolon kayışını telaşla toplayan, orasını burasını düzelten "kekler" hemen alay konusu olurdu.

Ne filmlerdi onlar be! Dünya sularına bi şey olur, su içen, yıkanan, suyla bi şekilde ilişkisi olan her erkeğin erkekliği gider ama biri kalır. Elbette bir Türk'tür dünyanın son erkeği. Rakı, şaraptan başka bi şey içmeyen, elini bile yıkamayan, hasosundan bi Türk; Aydemir Akbaş. Aman Allah'ım! Amerika Türkiye'ye Fantom uçakları teklif eder, bilmem nere uçak gemisi falan ama Aydemir abi yüz vermez. 50 Lira karşılığında, "yerli malı halkın malı" takılır.

Ya rahmetli Sermet Serdengeçti. (Rahmetli, çünkü o işin tiryakilerinin gözünde ağır bi yeri vardır) Ona ne demeli? Filinta gibi adam. Bi kavgadan çıkar, ötekine girmeden önce iki manita ezer, daha donunu giymeden, huuooop öbür kavgaya. (Bu don giyme mevzuu da ilginç. Beceriksiz kameraman, bazen tutturamaz, oyuncuların donunu kaçırırdı kadraja. O ateşli muhabbetin, aslında tıraş olduğunu anlayınca da, otuzbirci taifesinin keyfi kaçardı.

Hele Behçet Nacar. O diğerleri gibi "komik" takılmazdı mevzua; sert erkekti. Hâlâ kullanılan "parçala Behçet" geyiği de onun bir filminin adıydı zaten.

Bir keresinde de adamın biri, otuzbir çekerken yakaladığı bi garibi bütün salona "deşifre" etmişti. Yakalayan dilsizdi ve abartılı el hareketleriyle yapmıştı bunu. Yakalananın yüzündeki utancı, aradan yirmi beş yıl geçtiği halde hâlâ unutamıyorum.

Asil ahlâkıydı işte. Yapmak değil, yakalanmamak önemliydi. Yakalanmamak için de herkes bir yöntem geliştirmişti. Kimi pantalon cebini deler, "işini" oradan görür; kimi ceketi kucağına uzatıp ceket altından; kimi de malzemeyi toplayıp paşa paşa evinde. Oysa Diyojen, hem de binlerce yıl önce, pazar yerinde otuzbir çekip bu işin de yemek, içmek, nefes almak gibi bir şey olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Sallayan da olmamıştır anlaşılan. Olsaydı, dünyanın en olağan, en doğal şeylerinden biri için bunca vicdan azabı çekmez, bunca utanç duymazdık.

Bir yanda doğanın çağrısı, öte yanda yanlış bilgiler, din, korkular, aileler.

Aileler de bir alemdi zaten. Yakaladığı zaman çocuğun belini kıranından, oğlunun donundaki lekeyi "aaa canım büyümüş de erkek olmuş" diye, gururla komşu kadınlara gösterenine kadar her çeşit, her cins.

Neler anlatılırdı. Adana'da bi çocuk kör olmuş (hep de Adana'da olur nedense); Çorum'da birinin şeysi kırılmış.

Birinin teni azıcık beyaz olsa, elleri titrese falan, hemen yapıştırırdık yaftayı: "Günde on kere otuzbir çekiyo; bacakları tutmaz bunun!" (Yalnız bize özgü hıyarlıklar değil tabii bunlar. Seyredenler, Full Metall Jacket filminde, "şehit" olan arkadaşlarının tepesine dikilen askerlerin konuştuklarını bi hatırlasın.)

Neleri vardı be! Çavuşu tokatlayıp tokatlayıp vicdan azabıyla Allah'tan özür dileyenler; sınıfta hem de öğretmene baka baka işini gören tiryakiler (sanırım müfredata uymuyor bu durum); milli maç öncesi (Türkiye - Almanya, yenilmiştik ama "şerefli" mağlubiyetti) "uğur" olsun diye ve toplu halde asılanlar (gurup seksinin ilk adımları. Heh heh); Şeytan'a uymamak için kuyu suyuyla "soğutanlar" .

Bunlar, "bizim" çocuklar tabii. İstanbul'un bazı semtlerinde bizim kadar sıkıntı çekmeyenlerin, mini etekli manitanın elinden tutup sokaklarda gezenlerin, akşamları disko falan gibi yerlere gidenlerin olduğunu da duyardık. Artık filmlerin etkisinden midir, yoksa ufaktan şekillenmeye başlayan bir "sınıf bilinci" midir bilemiyorum, o tipler gözümüzde, kızların içkisine ilaç atıp bayılttıktan sonra şaaapan Tecavüzcü Çoşkun tipolojisinden öteye gitmezlerdi bir türlü. Kimbilir, belki de kıskançlıktan sevemezdik onları. Her fırsatta pataklar, bir de övünürdük bununla.

Hele kızları ve bu işi nasıl yaptıklarını hiç bilmem. Bildiklerim de bana anlatılanlardan, kulaktan dolma bilgilerden ibaret Zaten, bunları konuşabilmem için de aradan yığınla zaman geçmişti. Ama bildiğim bir şey var. Karşılıklı yanar dururmuşuz. Onlar "en kıymetli hazinelerini" kocalarına saklarken, koca adayları da keneflere, beşinci sınıf sinema salonlarına sıkıştırdıkları düşleriyle ve kerhanede "milli" olarak, karılarına hazırlık yaparlarmış. "O işi" de her iki taraf gözünde büyütür dururmuş. Yıllarca hayal gücünü zorlaya zorlaya, sonuçta fiziksel bir haz olmaktan öteye gitmeyen bir şeye, tanrısal bir güç yüklermiş (özellikle kızlar). Evlendikten sonra kocalar biraz "hayvan" çıkınca da gelsin bunalımlar, paspallık, göz altı halkaları ve otuzlu yıllarda hayata geç kalma, bir şeyleri ıskalama korkusuyla dehşetli bir "taktırma" isteği.

İyi işte! Onlar sakladı, erkekler cesaret edip alamadı, hep birlikte telef olduk ve sonuçta ortaya böyle bir toplum çıktı. Yiyemediği haltların, kıramadığı cevizlerin sıkıntısıyla kıvranan ve kaybettiği yılların hesabını kimden soracağını bilmeyen koca bir orta yaş kuşağı. Akıllanıp da çocuklarını rahat bıraksalar ya.

Allah'ım! Sen aklıma mukayyet ol ya Rab'bim! Azmış bunlar, azmış!

Kuzey Yarım Kürenin en uzun kirpikli taksi şoförü, Kuzey kutbuna en yakın yazarınız, ailenin uzaklardaki çocuğu, bugün de böyle buyurdu işte. Ne diyiiim? Kader utansın! Ben bu mevzulardan utanmam.

(Bu yazının bir yerlerinde, kadın bedeninin sömürü aracı haline gelmesinden, kültür emperyalizminden, erotizmin insan beynini uyuşturmadaki en etkin araçlardan biri olduğundan, hatta şimdilerin ağır ve "solcu" yönetmenlerinin o zamanlar sahte adla nasıl seks filmleri çektiğinden,"no paseran" dan, bize vız gelen duvarlardan, kurtuluşa kadar savaştan falan da söz edebilirdim ama yirmi yıldır yoruldum hep aynı muhabbetten. İşçi sınıfının işine yarayacaksa, bilenler bilmeyenlere anlatsın bunları. Bir hayırsever de "Doğan görünümlü Şahin" ne demek, bunu anlatsın bana. Nasıl oluyor da oluyor yani?)

Yorumlar

Rastgeldi girdim Derkenar'a. Dikkatimi çekti tıkladım koyu yazılmış bu yazıya, okudum sonuna kadar sıkılmadan. Hoşuma gitti gitmedi değil. Özellikle de sayfa sonundaki parantez içi çok güzeldi. Ne diyeyim hepsi de doğru ya hu. Devam et yazmaya mübarek, kaleminin ucu hiç kırılmasın.

Abdurrezzak Şenşakrak - 9 Ağustos 2011 (17:12)

Sonuç kısmı beni o kadar etkiledi ki anlatamam özellikle daha evlenmeden baba olmadan önce saygıyı ve sevgiyi anlamaya çalıştığım şu sıralarda insanların birbirlerini dinlemediğini görmek beni perişan etti gerçekten. Düşünmenin aslında ne kadar önemli olduğunu yeni baştan ele alırken hayatımı okuduğum nadide yazılardan biriydi diyebilirim makaleniz.

Diyorum ya işte yeni baştan ele alırken yaşadıklarımı ne kadar çok kişiye saygısızlık yaptığımı da bir kez daha anlamama yardımcı olan rabbime minnettarım. İnsan kendisi gibi düşünenleri gördüğünde çok mutlu oluyormuş. Belki de baktığımız şeyi görmek için nasıl baktığımızı görmemiz gerekiyordur diye düşünmeye başlamışken. Bu güzel makaleyi bizlerle paylaştığınız için kendi adıma teşekkür ederim. Makalelerinizi elimden geldiğince takip etmeye çalışacağım hoşçakalın dostçakalın.

Yunus Emre Talay - 14 Nisan 2012 (00:24)

Kayıp bir neslin özeti bu yazı. Belki erkek olsaydım ancak bu kadar yazardım. Helal olsun…

Cans Çetin - 14 Ekim 2012 (16:18)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

154
Derkenar'da     Google'da   ARA