Patronsuz Medya

Kasaba

Ali Türkan - 5 Mart 2007  


Son on günde, dikmediğim fide kalmadı. Bakalım hangileri tutacak? Gübre için de komşular arasında inek besleyenlere yeşillenip duruyorum. Gırtlağıma kadar inek bokuna battım, ellerim su topladı, belim kopuyor, zaten ufak bütçem iyice göçtü ama ağaç dikmek güzel şey be!

Bakarsan, bildiğimiz odun. Sonra o odun serpiliyor, yeşeriyor, meyve veriyor. Sen imamın kayığına binsen bile, orada oluyor o. Üstünde adının yazdığı bir tabela falan yok. Yaptırdıkları okula, camiye kendi adını verdiren hırtlarınki gibi bir şey değil bu. Şu şeftali meselâ. Bakalım, meyvenin tüylerinden hangi kopilin içi gıcıklanacak bundan yirmi yıl sonra? Ya da muşmula… Kabuğunu delip içini "sömürürken", kimin aklına neler gelecek?

Kızlar kirazlardan küpe yapacak mı acaba? Yapmalılar. Başka türlü yenmez kiraz. Yani ben o yaşlardayken, en çok kızların kulağında severdim kirazı.

Hele fidesini bulayım, ceviz de dikeceğim. Hem de altına mermer falan koymadan. Yedi yıl köküne versin zilli. Gidebildiği kadar derine gitsin. Kabuklarından kına yapsın çocuklar. Temiz bi sopa yesinler evde.

Dut da dikmeli. Yaprağına tırtıllar, tırtıllara bülbüller gelsin, içmek için bahane arayan bir ayyaş, penceresini açıp bülbül sesiyle demlensin. Dalından düşenlerin iki yakası bir araya gelmesin. Terzi elin kırılsın!

Bir de mutlaka çınar… Gölgesi için. Hep İstanbul'u, Gülhane Parkı'nı, Sultan Ahmet'i hatırlattığı için bana. Ne zaman çınar görsem, Fatih'in fedaisi olmak isterdim çocukken. İlle de hancının kızı. Nedenini bile hatırlamıyorum şimdi. Çınar neden Osmanlı'yı çağrıştırır bende?

Ha, kavak da dikmeli. Rüzgâr en keyifli, kavak dalları arasında hışırdar. Öyle çayıra uzanacaksın, onu dinleye dinleye, hayatının en huzurlu uykusunu çekeceksin.

Ne güzel, benden bir şeyler kalacak. İnsanların işine yarayan, bazen biraz serinlik, bazen de küçük bir ağız tadı ama içinde emeğim olan ve gerçekten işe yarayan bir şeyler bırakacağım ardımda. Sevdim bu kasabayı. Ağaç dikebiliyorum buraya.

Sevilmez mi? Yüz yaşındaki komşum, her şeyi başa sardı ve dişleri çıkıyor yeniden. Geçen gün eczaneye gitmiştik tansiyon ölçtürmek için, benden iyi çıktı değerleri. O kadar çok seviyor ki hayatı, ölecek diye ödüm kopuyor.

Yalnız teyze değil, başkaları da var.

Şimdiye kadar üç deli bulabildim bu kasabada. Hani, yazılarında çükünden söz etmeyi veya Dubai'de nasıl dobraştığını delilik (onlar "çılgın" demeyi tercih ediyorlar) diye satan, ama çocuğunu Amerika'da dünyaya getirtecek kadar "akıllı" köşe yazarlarınınki gibi bir delilik değil bunlarınki; harbi deliler.

Biri, Kıbrıs Savaşı'nda sıyırmış; diğer ikisi de Doğu'da askerlik yaparken koparmış kayışı. Ölselerdi bir parka, sokağa veya üst geçitlerden birine adları verilecekti ama "gazi" olmuşlar yalnızca.

Eh, ben de yaşadığım her yerde delilerle arkadaş olduğum için, gelenek gene bozulmadı.

Dur, başından anlatayım.

Benim ite otur - kalk talimleri yaptırıyordum, biri yanaştı yanıma. Ben yaşlarda, yüzü epey rüzgâr yemiş, güneş kavruğu, derinde gözleri hiç durmadan sağa sola oynayan, biraz "asabi" olduğu her hâlinden belli olan biri. Pantolon paçalarını kaba çorapların içine sokmuş, ayaklarda kara lastikler… Neredeyse yere değen kalın kaputu ve elindeki uzun değnekle, biraz ürkütücü bir görüntüsü vardı doğrusu.

Dağın başı; buraya gelene kadar, en az iki saat yürüdük. Civarda bir Allah'ın kulu da yok. Hüsnü de tabansızın önde gideni. Hani ben kaçarken adamı oyalayacağını falan bilsem, içim biraz rahat edecek ama nerde? Bu herif hemen kulakları indirip kuyruğu sallıyor birini görünce. Aklı fikri oyun. "Tut oğlum" diye gösterdiklerimi bile yalıyor yalnızca. Geçen gün kör bir kedi, bunun kabından yemek yiyordu ve bizimki de keyifle kuyruk sallıyordu. O derece işte. Kandil simidi için deliren bir itten, başka ne beklenir zaten? Kime çekti bu oğlan, bilmiyorum ki.

Neyse, adam korkulacak biri çıkmadı. "Merabayın" derken öyle güzel bir gülüşü vardı ki, hemen kanım ısındı. Geldi, az ötemizdeki ağaca sırtını dayadı. Önüne bir mendil serdi, azık çantasından biraz ekmek, bir baş da soğan çıkarttı. Eliyle önündekileri gösterip

- "Abi buyur," dedi.

Ben de acıkmışım, iyi ki aklıma getirdi.

- "Dur, bende de bir şeyler var!" deyip sırt çantamdakileri koydum mendilin üstüne. Bir yandan karnımızı doyurup bir yandan da sohbete başladık.

- "Jandarma köpeği mi?" diye sordu Hüsnü'yü gösterip.

- "Yok, sivil", diye yanıtladım sorusunu, epey güldü.

- "Ben jandarmaydım askerde. Acemilik Kayseri, Sonra Mardin… Bizde de vardı bunlardan. Kangal di mi?"

- "Valla bilmiyorum ki. Geçen fırtına vardı ya, o gün takıldı peşime. Bildiğimiz sokak iti işte."

- "Yok abi, kangal bu. Kulağını, kuyruğunu da kestin mi, acayip olur."

Artık nasıl baktıysam yüzüne, hemen sesini değiştirip…

- "Ama canı çok acır," diye sürdürdü konuşmasını. "Hani insanın serçe parmağını keserler ya, o kadar acır canı onun da…"

Söylediğine ne anlam vereceğimi bilemediğim için, bön bön bakıyordum. O da içine gömülmüş, kendi kendine konuşuyordu daha çok. "Ya da kulağını…" diye sürdürdü dalgın dalgın.

İyi bir yerlere gitmiyordu konuşma. Biraz da konuyu değiştirmek için…

- "Adın ne?" diye sordum.

- Yavuz ama arkadaşlar "Hançes" der.

- Hançes ne be!

- Hani şarkı var ya, hançes ma hart, işte onu söylerdim hep; oradan kaldı.

- Duymadım hiç, kim söylüyor o şarkıyı?

- Co Kukır diye biri var, o söylüyor. Hançes ma hart beybi let mi bi.

Gülmekten geberiyordum az daha. Aradan kaç gün geçti, hâlâ hatırlayıp hatırlayıp gülüyorum zaten.

Hançes'le böyle tanışmıştık. Dün akşam Çarşı'da gördüm. Ağzı burnu kan içindeydi. Şarap yüzünden diğer delilerle kapışmış. Öbür ikisi de birleşip, temiz bir sopa atmışlar buna. Yere çökmüş, ağlıyordu. Bir şişe su alıp kanlarını temizledim, evine yolladım. Fazla hasar yoktu zaten. Biraz burnu, biraz da dudağı şişmişti.

Bakkala sordum, kaynakçıymış askere gitmeden önce. Askerden sonra böyle olmuş. Çoğu zaman kaçıp kaçıp ormanda yatarmış. Ailesi de bırakmış peşini. Ablaları evlenip gitmiş; yaşlı bir anne babası varmış yalnızca.

Diğer deliler de ayrı hikâye… Başka zaman anlatırım artık. Fidanları aldığım Bursalı arkadaş, mürdüm eriği getirecek bugün. Kahvede buluşacağız. (Ya, şu "mürdüm" kelimesini de fiil gibi algılarım hep. "Mürmek" fiilinin -di'li geçmiş zamanı. Ben mürdüm, sen mürdün, o mürdü…)

Bir çocuk çalışıyor buluşacağımız kahvede. On iki yaşında. Açık sarı saçlarının altında, kömür karası gözleri var. Bu "tezat" garip geliyor insana. Elleri, yaşına göre çok büyük. Altı çay bardağını sorunsuz taşıyor bir elinde. Fırlamanın önde gideni. Ben kapıdan girer girmez, "yap ali abime bi sade kahve, yanına da çeşmeden bir su" diye ocağa seslenip hemen bana dönüyor ve "vay abim gelmiş!" diye ufaktan ti'ye alıyor. Erken büyümüş. Kara gözlerinde, çok iyi bildiğim bir ifade var. Yaşından önce büyüyen çocuklar hep canımı acıtır, o da acıtıyor. Bir şeyler yapamamanın hüznü sarıyor hemen şuramı.

Okula gitmemiş hiç. Anneleri bu ufakken, babalarından daha genç bir adamla kaçmış. İmam nikâhlıymış zaten. Nüfus kâğıdı da yok çocuğun. Günde beş lira karşılığında, sabah altıdan gece yarılarına kadar bu kahvede çalışıyor. Baba işsiz. En son iki yıl önce fabrikada çalışmış. On bir ay sözleşme yapıp sonra sepetliyormuş fabrikalar. Biraz oğlanın getirdiği, biraz da komşuların yardımıyla tencere kaynıyormuş işte. Bir tanıdıklarının, eskiden ahır olan bir odasında kalıyorlar. Briketten, üstü sac kaplama bir odacık. Tuvalet dışarıda. Mutfak, "küçük tüp" ten ibaret. Arada uğruyorum. Pek konuşmadan, karşılıklı tespih çekiyoruz adamla. Andız ağacından yapılma tespihlerin, en iyi tespihler olduğuna karar verdik. Hem ip koparmıyor, hem de zamanla daha parlak oluyor taneleri.

Oğlan cep telefonu istiyor en çok. İki de ablası var. Kızlardan biri "internet" istiyor. Diğeri, en büyükleri, pek konuşmuyor. Onun en çok istediği şey, annesine "…spu" denmemesi. Ötekiler o kadar alışmış ki bu duruma, oğlan kahvedekilerle şakasını bile yapıyor.

Ablayla içli şarkılar söylüyoruz bazen. Sesi güzel. Popstar tarzı bir yarışmaya katılıp para kazanmak, kardeşlerini okutmak istiyor. En sevdiğimiz şarkı da "Varlığın Yeter" şarkısı.

"Zorla yaşıyorum senden uzakta
her dem Azrail gelip canımı ister
boynumda bir ilmik, ecel tuzakta
olsun be güzelim, varlığın yeter"

… kısmında gözleri dolu dolu oluyor.

Her şeye rağmen, yardım kabul etmeyen, yakınmayan bir duruşu var bu küçük dostumun. Şarkı dinleyebilmesi için verdiğim teybi, hemen ertesi gün getirdi. "Bozulsun, senden kıymetli mi?" dedim ama öldür Allah almadı. "O zaman doğum günü hediyesi olsun" dedim, onu da kabul etmedi.

Köylerine gitmek istiyor. Bir halaları varmış orada. Gerçi lanet karının tekiymiş, çocukları da dövermiş (bunu anlatırken kolundaki yanıkları gösterdi; halası maşayla yapmış) ama en azından yemek çıkarırmış her akşam. Babasını da ikna etti. Birkaç gün içinde gidiyorlar.

Babanın efendiliğini, oğlanın fırlamalığını ve büyük kızın dostluğunu özleyeceğim ama galiba en iyisi bu. Gene de, halanın elindeki maşa, benim yüreğimi de dağlıyor biraz.

İnsan, işe yaramak istiyor. Ağaç dikmeyip de ne bok yersin?

Yorumlar

Bu yazının altına neden yorum yapılmadığını merak eder dururdum. Sebebi belli değil mi?

Yazacak şey bulamıyorsun. Kelimeler boğazında düğümleniyor. Söylenecek şey zaten söylenmiş. Sana susmak düşüyor.

Erdem Abaka - 17 Mart 2013 (00:17)

"İnsan, işe yaramak istiyor. Ağaç dikmeyip de ne bok yersin?"

En iyisini yapmışsın sevgili Türkan. O ağaçlar kocaman olmuştur şimdi. Görmek isterdim.

Ya ne adammış; ağacı, hayvanı, insanı seven; ve bunu bir yazıda böyle tatlı anlatabilen az bulunur. Bir kez daha Allah rahmet eylesin.

Kötü Evlat - 19 Mart 2013 (09:55)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

57
Derkenar'da     Google'da   ARA