Patronsuz Medya

Nedamet edebiyatı

Ali Türkan - 29 Nisan 2002  


"Moda" diyeceğim ama moda olmaktan falan çıktı artık. Hatta, bana sorarsanız, boku da çıktı işin…

Soğuk Savaş yıllarında, Doğu Bloku ülkelerinden kaçmış yazarların Batı'da baş tacı edilmeleri için, yetenekli olmalarına, yazdıklarında "roman" tadı verecek bir şeyler olmasına falan hiç gerek yoktu… Biraz Prag Baharı, "biraz tu kaka Stalin" yetip artıyordu… Biz de salak gibi "ulan, Batı'da okunuyor, vardır bir kerameti" diye o kitapları okuyor, okumayanları da adamdan saymıyorduk.

Roman kahramanı doktor, sevişirken mutlaka kadınların makatlarını parmaklıyor, biz ağzımız açık "vaaay be, eloğlu neler yazıyor!" diye bu ucuzluğun içinde keramet arıyorduk. Gâvur yapıyor abi! Aynı doktor evine geliyor, sevgilisi "saçlarında başka kadınların apış aralarını koklamaktan bıktım!" meâlinde hönkürüyor, biz aydınlanmayı bekleyen bilmemkaçıncı ülke okurları, bu sözlerden feyz alıyorduk.

Batı öyle buyurmuştu çünkü.

Bol anti-stalinizm üstü, demokrasi ve pornografi sosu. Yersen tabii.

Sanat, neyi sokuşturursan, onun adı olmuş nasıl olsa. Kur ilişkilerini, sat malını. Yeter ki belli kuralların, belli bir "konsensus" un dışına çıkma. Peynir - ekmek gibi satar Allah'ıma! Ne yeteneğin önemi olur, ne de yaşamını adayacağın bir davaya gerek kalır… O kuralları hatmedersin ve kendi ülkende büyük yazar olur, Batı ülkelerinde de "tanınırsın" .

Çok şükür, Stalin gibi bir diktatörümüz yok bizim. İttihatçılar'ı suçlu ilan etmekten de hepten yorulduk. İslâmcı'sı da bunu yapıyor; cumhuriyetçisi de, sosyalisti de nasıl olsa… Tamam anladık! Enver, Talât… İyi de kardeşim, Abdülhamit mi kaldı yani? Cumhuriyet kurulmadı mı? Kuruldu ve on yılda her savaştan açık alınla çıkılmadı mı? Sonra kör - topal demokrasimiz gelmedi mi? (Bu sözü çocukluğumdan beri duyarım; bi kere de ben kullanayım, çok görmeyiniz reca ederim.)

İşte buralarda kafam karışıyor benim. İttihatçılar'dan sonra, neredeyse yüz yıllık bir boşluk var suçlu arayışında. Arada iyi paşa - kötü paşa mavraları oluyor, kimileri Menderes'e dokunduruyor falan ama her şey üstü kapalı, belli belirsiz. Açık açık değil de şöyle bir dokundurma şeklinde. Hani utanmasam, bir nevi entellektüel fordçuluk diyeceğim. Önce üç satır yerden yere vuruluyor birileri; sonra dört sayfa "gözleri çakmak çakmaktı" edebiyatı… Her eleştirinin, her çözümlemenin yanına bir de ama'larla dolu şerh düşürülüyor.

Bütün gençliğim, neye inanacağımı anlamayarak geçti bu yüzden. Spor salonlarında yapılan kongrelerde sol yumruğunu kaldırıp slogan atan yazarlar, köşelerinde kemalizmin meziyetlerini sayıp dökerken de aynı şaşkınlıkla baktım. Neye inanacağımı, kime güveneceğimi şaşırdım.

Ve bir şey oldu.

Ülkenin kaderini tayin etme sahnesine, hiç beklenmeyen tipler fırladı. Çoğunun kafası benim gibi karışıktı. Benden birkaç yaş büyüktü çoğu… Yeşil parkalar giyer, pos bıyık bırakırlardı. Ve yalnızca, inanabilecekleri netlikte yazılmış, tok sesle bağıran, tehdit eden kitapları okumaya başlamışlardı.

Gerisi bilinen hikâye. Önce on dokuz ilde, ardından bütün yurtta sıkıyönetim ilan edildi. Ve şiddet bir balyoz gibi indi o çocukların üstüne. O çok sözü edilen 78 kuşağı, kendi kahramanlarını çıkaramadı bile. Yalnız askeri idarenin şiddeti değildi çünkü onları bitiren. Ondan çok daha sinsi, daha aşağılık bir entellektüel şiddet vardı. Ülkemin korkak aydınları, yüz yıldır aradıkları suçluyu bulmuşlardı nihayet. Stalin olmadığı ve bazı paşalara lâf söylemek de sıkı maça istediği için, ülkeyi bu hale getiren bir sorumlu bulunması gerekiyordu.Ve hiç görülmemiş bir entellektüel şiddet girdi devreye. Ne sığlıkları kaldı o çocukların, ne -balığın yanında beyaz şarap içmeyi bilmedikleri için- angutlukları. Gidemedikleri okulların, alamadıkları eğitimin bile sorumlusu oldular.

Onlara 68 kuşağının devamı denildi ama 68 kuşağı bile "biz edebiyattan geldik, bunlar öfkeden geliyorlar" türünden farkları koydu ortaya. Bu kara kuru, "kaba saba" çocuklardan nefret etmek, beyaza hayran milletimiz için çok kolay oldu doğrusu.

Heeeey be!

"Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için:
'zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur' denildi"

Nasıl olmaz? Vardı!

Hayatlarını adadıkları bir dava vardı. "Yarın daha güzel olacak, çocuklarımız daha güzel bir dünyaya doğacak, onlar bizi anlayacak" düşleri vardı.

İşte "konsensus" da burada kuruldu. O düşlerine bile göz diktiler. Kapatılmaları, işkenceden geçirilmeleri falan yetmedi. Düzenin cezalandırdıklarını, yazar makulesi yerden yere vurdu bir de.

Moda oldu.

Romanlarında geçmişi sorgulamayan, sol örgüt içinde beyni yıkanmış bir "olumsuz tip" vermeyenler, yazardan sayılmaz oldu. Çocuklarının dünyasında, her kötülüğün sorumlusu yapıldılar. Onları yerden yere vurmak için harcanan enerjinin yarısı, sıkı yönetimle hesaplaşma adına harcanmadı mesela. Kafası karışık olmasına rağmen ülkesine sahip çıkan, daha güzel bir dünya için yaşamını ortaya koyanlara, en büyük darbe de en yakınlarındakilerden geldi.

Köşesinde, yaptığı şarkılarda, yazdığı öykülerde o gençlere ajite çekenler, gaz verenler, o kadar korktular ki kendi geçmişlerinden, o geçmişte ne varsa karalamaya başladılar. Kimi Turgut Özal'a yamanıp onun şefaatiyle gene şarkıcı kaldı, kimi plaza açılışlarında, koşa koşa ön saflara geçip Demirel'in elini öptü.

Moda oldu.

O gençlere sövmeyen; onları karalamayan hiç bir şey, sanat sayılmaz oldu. Tüm bunların üstüne, biraz "Kürtler'e yazık oluyor salçası, bir buçuk gladyo üstü az derin devlet" hem aydın olmaya, hem yazar sayılmaya, hem de Batı'da tanınmaya yetti de arttı bile. Yaptıklarının doğruluğu, yanlışlığı tartışılmadan, bu topraklara gelmiş en namuslu kuşak, en delikanlı çocuklar da bozuk para gibi harcandılar.

Biraz çaresizlikten, biraz da İslâm toplumu içinde yaşamaktan ve toplumun tepkisini çekmekten korktukları için ortaya çıkan bazı "aykırılıkların" üstüne, çakal gibi atlandı. "Bunlar sevmeyi bile bilmez, kadınlara 'bacı' der ama akıllarında da 'götürmek vardır" gibi ucuzluklar, koca bir kuşağı karalamaya yetti de arttı bile. Söyledikleri onca şeyden, yapmaya çalıştıklarından özenle en kaba, (hatta) en aptalca olanlar seçildi ve ortaya dımbır dımbır saz müziği denleyen, kadına aç ama gene de "bacı" diyen, sarkık bıyıklı, kaba saba bir prototip çıkartıldı. Önce yahninin etleri ayıklandı ve geriye kalan soğana da "bi boka benzemiyor" denildi yani.

Bu boku çıkmış şeyin modası da yirmi yıldır geçmedi nedense. Yalnızca renkleri değişiyor arada bir. Birileri "bırakın konuşsunlar efendim, onlar da konuşsun da ne olduğunu anlasak" demeye getiriyor sözü bugünlerde. Nasıl olsa sesleri hiç bir yerde duyulmayacak ve nasıl olsa, "söyleyecek şeyleri olsa konuşurlardı; hepsi sekter bunların" olacak. Niye konuşsunlar ki? Konuşunca, derin devletten önce, "o kafa" dikilmedi mi karşılarına? Ve gene dikilmeyecek mi? Çünkü onlar, "mare nostrum" olamadılar. Çünkü ileri gittiler, hadlerini aştılar…

Stalin gibi bir diktatörümüzün olmaması ne kötü değil mi? Memlekette meşhur olmaya yeten "boktan devrimciler" edebiyatı, insana evrensel ün getirmiyor işte. Batı, kendilerini ilgilendirmeyen, onlar için tehlike arz etmeyen konuları sallamıyor nedense.

Yorumlar

Ali, canım arkadaşım rahat uyusun. Son günlerde yaşadığı tüm sıkıntıların şahidiyim. Beni rahatsız etmemek için tüm yardım (hatta bana göre yardım değildi, doğal olan arkadaşlık vazifemdi) tekliflerimi reddetti. Son sözünü hatırlıyorum sürekli (aslında biraz kırılmış olsam da). Zor durumdaydı, aradı ve ben bir şey söyledim. Demek ki beni çok da can arkadaş olarak kabul etmediği için şaşırdı. Kulaklarımdan gitmiyor sözü: "Nuray bile teklif etmedi bunu." Demek ben Nuray'dan daha değersiz bi arkadaştım ve bunu benden beklemiyordu. Hâlâ özlediğimde rüyamda görüyorum onu. Gülüyor hep. Orada da onu bizim gibi çoook seviyorlar. Buradan sevgilerimizi de hissediyor biliyorum. Sevgiler can arkadaşıma.

Ecem Güler - 10 Mayıs 2010 (23:53)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

42
Derkenar'da     Google'da   ARA