Patronsuz Medya

Bunlar Bitnik abi, bize yaramaz!

Ali Türkan - 29 Mart 2003  


İç içe geçirdiği fesleri bir yandan turistlere satmaya çalışıyor, bir yandan hemen oradaki taburelere çökmüş arkadaşlarına ne kadar "zampara" olduğunu göstermek istiyordu. Sultan Ahmet Camii'nden çıkan her azıcık sarışın kadına, beş değişik dilde "yeşilleniyordu" .

Kadınların hiç biri yüz vermiyor, o da git gide daha çok hırslanıp dozu artan bir yılışıklıkla lâf atmaya devam ediyordu. Arkadaşları iyice alay etmeye başlamıştı. İçlerinden biri, bir kenara çöküp kendi alemine gömülmüş, uyuşturucu müptelâsı olduğu her halinden belli olan bir kadını gösterip "bi de bunu dene istersen" diye takılınca, o da gülmeye başlamış ve "yok abi, o bitnik, bize gelmez!" diye yanıtlamıştı arkadaşını.

Çocuktum. Bitnik'i "bitli turist" gibi bir şey sanmıştım.

* * *

Öykü, Amerikan filmlerinde sık sık rastladığımız o tipik öyküleri çağrıştırıyor. Çocukları anne yetiştiriyor ve elbette sıkı bir katolik. Evde huzursuzluk şart ya; oğlanlardan biri ölünce, baba inadına kiliseye gitmiyor; bir de alkole veriyor kendini.

Aile, Franko-Kanadik Chanuklar'dan. Amerikalılar tarafından "white negger" diye aşağılanıyor ve kapalı bir toplumun içinde, kendi aralarında yaşıyorlar. Dilleri, Fransızca'nın o bölgede konuşulan Joual diye bir lehçesi. "Bizim" delikanlı, ilkokula başladığı altı yaşına kadar İngilizce bilmiyor. Zaten adı da Jean-Louis Lebris Kerouac; tam bir Chanuk adı.

Bölge Masaçuset. Doğası güzel ama insanı sıkıntıdan geberten bir bölge. Başta Sylvia Plath, yığınla şair, yazar da bu bölgeden. Kimbilir, belki de sıkıntıdan edebiyata veriyorlar kendilerini.

Delikanlımız, okulda derslerden çok, başta The Shadow olmak üzere, kendini çizgi romanlara verse de önce bir sporcu (Amerikan futbolu) bursuyla Horace Mann Prep Okulu'na, ardından da Columbia Üniversitesi'ne gidiyor. Kafasından yazar olmak gibi bir düşünce geçiyor ama asıl derdi, okuyup "adam olmak" ve ailesini maddi zorluklardan kurtarmak. Bu arada, Jack London'a öykünüp adını Jack olarak değiştiriyor.

Üniversitede, birden, zengin çocuklarının arasına dalan Jack, bir yanda arkadaşlarının otomobilli, hizmetçili, "temiz" dünyası; diğer yanda boş zamanlarında "takıldığı" Times Square'in ucuz sinemaları, fahişelerin buluştuğu barlar, uyuşturucu müptelâları ve eşcinsellerin arasında kalıyor.

Geceleri de, kendisi de ırkçılıktan ağzı yanmış biri olarak, New York'lu zencilerin caz kulüplerine gidiyor. Birçokları, Jack'ın tarzının bu dönemde geliştiği ve eserlerindeki ritm duygusunu, bu kulüplerde edindiği görüşünde birleşiyor.

Bu dönem, "temiz çocuk" Jack'ın, "hayatının kaydığı" dönem de oluyor aynı zamanda. Avrupa'da II. Dünya Savaşı başlıyor ve delikanlı, orduya yazılıyor. Spora ilgisi git gide azaldığı için, bunun farkına varan koçuyla sıkı bir kavga ediyor ve üniversiteden kaçar gibi ayrılıp cebindeki para bitene kadar, Amerika'yı geziyor. Beş parasız kalıp da evine döndüğünde, babasının iflâs edip kendini iyice alkole verdiğini görüyor.

Babasının durumundan hayâl kırıklığına uğramış bir şekilde, deniz kuvvetlerinde asker oluyor ve denizde olmadığı zamanlarda da New York'da Allan Ginsberg, Lucien Carr ve William S. Burroughs gibi Columbia Üniversitesi'nden "çürümüş" arkadaşlarıyla buluşuyor. Bu guruba, arada bir Neal Cassady adında Denver'li bir hergele de katılıyor.

Farklı sosyal katmanlardan geldikleri halde, belki de tek ortak noktaları toplumun dayattığı kurallardan hoşnut olmamak olan bu birkaç genç, o zamanlar adını koymamış olsalar bile, tüm dünyayı derinden etkileyecek bir edebi hareketin temelini atıyordu. Hareketin adı daha sonra, Jack Kerouac ile yazar John Clellon Holmes arasındaki bir sohbette "Beat Kuşağı" olarak konacaktı.

Beat sözcüğünü Türkçe'ye, "kötü, berbat, harap ve harcanmış" olarak çevirebiliriz sanırım. Uslu birer asker olmayı veya parlak zekâlarını kullanıp iş adamı olmayı seçmemiş bu gençler, kendilerine bu sıfatları lâyık görüyorlardı.

II. Dünya Savaşı'nın insanı delirtecek ortamında büyümüşlerdi. Hemen savaşın ardından ortaya çıkan "The American Way of Life" (Amerikan Tarzı Yaşam) doktrininin evin ön bahçesindeki çimleri özenle biçilmiş, çamaşır makinalı, boyunbağlı, taralı saçlı ahengine, kirli evlerde yaşayarak, ekmek parası için uyuşturucu satarak, sıkıntıdan o kamyon senin, bu yük katarı benim, ülkeyi gezerek ve cinsel tercihlerinde "farklı" olarak posta koyuyorlardı.

Tüketimin fetiş haline gelişinin zifaf gecesinde, "eğer üretimi desteklerseniz, bağımlı olursunuz ve bunun sonucunda tüketim düzeninin tacizlerine izin verirsiniz. Meselâ, buzdolabı, televizyon ve araba gibi, kısa bir zaman içinde çöpe atılan 'vazgeçilmez' saçmalıklara gerçekten ihtiyacımız yok. Bunlar için insanlar, üretip tükettikleri, çalışarak yeniden üretip yeniden tükettikleri bir sistemin içinde esir olmuş durumdalar." diyecek kadar, bugünü çok önceden görmüş çocuklardı onlar.

Belki, ökçesine bastıkları yumurta topuk ayakkabıları, İspanyol paça pantalon üstüne al kuşakları, elde "otuz üçlük" tesbihleri yoktu ama Mc Carthy baskısının önce Amerika'ya ardından da dünyanın bir çok ülkesine ihraç edildiği günlerde, bu baskının karşısına "farklı" duruşlarıyla dikilebilmiş, bizim sokağın delikanlıları gibi algılıyorum, Yahudi argosundan bozma adlarıyla, bu beatnikler'i…

Cinsel tercihleri farklıydı; uyuşturucu kullanır, hatta damardan "çakarlardı"; karşı durdukları düzen, onları kendi amaçları için bi güzel kullanmıştı; meselâ "bizim" Jack, ününün altında ezilmiş, sürekli "vahşi" delikanlıyı oynamaktan yorulmuş bir biçimde, ömrünün son yıllarını, annesinin evinde TV'nin karşısında elinde içki şişesiyle ve Papa'dan gelecek bir işareti tapar gibi bekleyerek geçirmişti ve Vietnam savaşına destek vermiş tutucu bir Amerikalı olmuştu belki ama Gülben Ergen büyüğümüzün çığırdığı gibi: "Herkes kendi kaderini yaşar yârim" ve tüm bunlar hakkında ahkâm kesmek de bu yazının hacmini aşar.

* * *

Sultanahmetli bitirim satıcının bile "tenezzül" etmediği "bitnikler" hakkında, çok şey söylemek mümkün ama ne söylersem söyleyeyim, kuzguna yavrusu şahin gibi geliyor.

Oysa bizim Jack çoktan (Sultanahmetli satıcının beğenisinden habersiz), umutsuzca arayıp da bulamayanların, yaşamakla yazmanın en güzel sentezini yapan dahi yazarı olmuştu bile. Beat kuşağını anlamanın yolu, manzara koyan, sürekli "hareket" halinde olan, ülkesinin kendisine sunduğu gelenek ve edebiyatla yetinmeyen, en uzun ve zahmetli yolculuğunu kendi içine, derinliğine yapıp yeni yerler keşfetmeye çalışan insanları anlamaktan geçiyor.

Yoksa, "bunlar bitnik abi, bize gelmez!" der, geçeriz.

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

60
Derkenar'da     Google'da   ARA