Patronsuz Medya

Öfff! Zaman geçmiyor be!

Ali Türkan - 11 Eylül 2002  


Evde telefon yok; internete de bağlanamıyorum tabii. Şuradaki raflarda kitaplar duruyor; sabahtan beri neredeyse hepsini kurcaladım. Yahu, bi kitap kaç kere okunur be? Kütüphaneye de borç taktığım için kitap alamıyorum. İki kitapları kayboldu, parasını ödeyene kadar kırmızı bültenle aranıyor vaziyetindeyim yani.

TV'de de bi numara yok. Bir süre, Finlandiya işi bir "sanat" filmiyle boğuştum. Bir adam ısrarla yürüyor ve sağa sola bakıyordu. Koca "sanat" filmi bu! Eşek değil ya bu yönetmen, bi bildiği vardır herhalde." diye ısrarla sonunu bekledim ve film bitiverdi. Eşekmiş hakkaten, durduk yerde daha da büyüttü sıkıntımı.

Tavanda uçuşan güvelere "senkron" yaptım biraz. Hani bunların toplam ömrü bi gün ya, birini diğerine "kaç saat kaldı Mahmut abi?" diye sordurdum, diğeri de "var daha, uçmana bak sen" diye yanıtladı kankasını, falan… O da sıktı bir zaman sonra, çünkü oradan zaman kavramına, zamanı algılayışımıza ve nihayet geberip gideceğimiz gerçeğine sıçrayıverdim. Aklıma, önüne gelene "veren" bir manitanın söylediği bir söz geldi ve biraz güldüm ama sıkıntım geçmedi gene de. (Bilinen bir söz canım: "Nasıl olsa toprak olacak, azami oranda değerlendiriyorum." demişti.)

Baktım, tek yıldız yok gökyüzünde. Parmaklarımla yaptığım vizöre yıldız doldurup "tek mi, çift mi" oynardım en azından. Fasulyeyle de oynanır ama işin içine yıldız girince, insan kendini romantik bi şey sanıyor. Ama tek kişilik romantizme melankoli derim ben. (İsteyen, tek kişilik romantizm desin.)

O da olmadı yani.

Şimdi İstanbul'da olsam, canım gene böyle sıkılacaktı, biliyorum… Sıkıntı, mekânla ilgili bir şey değil ki. Hani arada bir "memleketi özledim" meâlinde bir şeyler yazıyorum ya, kulağasma! Öyle bi memleketim yok benim. "Ben neredeysem, yalnızlığın başkenti orasıdır" diyecek kadar önemsemiyorum kendimi ama nerede olursam olayım, hep başka bir yeri özlemekle geçti hayatım. Kendimi önemsesem, ne derdim acaba?

"Ben neredeysem, gurbet orasıdır" nasıl?

Bu nasıl sıkıntı böyle yaaa! Tam şuramdan geliyor, şööle dolanıp kaburgaların arasında biraz oyalandıktan sonra, iman tahtamın üstüne yerleşiyor. Dumanla boğayım diye üç paket cıgara yedim bugün, bana mısın demedi kitapsız.

Aklıma olmadık şeyler geliyor.

Mesela, bir tahta parçasına bi çamaşır mandalı bağlar, bir ucunu o mandala sıkıştırıp iyice gerdiğimiz don lastiğini fırlatan tüfekler yapardık. Şişe, cıgara paketi, kibrit kutusu, artık ne bulursak onlara nişan alır, ne güzel vakit öldürürdük bi zamanlar. Gene yapsam mı acaba? Öyle don lastiği kalmadı ki artık. Hepsi tekniğin son harikası, dona "entegre" edilmiş şeyler. Aaah, ah! Nerede o eski don lastikleri?

Kalkıp aradım; tam tüfek olacak bir tahta da buldum ama lastik yok işte. Dolapta, iyice eskimiş bir don var ama onun da lastiği erimiş neredeyse. Demek ondan durmuyormuş kıçımda. Bilen bilir; müthiş rahatsız edici bir şeydir pantalonun içindeki donun zırt pırt aşağıya kayması.

Ne bu şimdi? Ne yazıyorum ben ya? Bir de Orhan Veli'ye kızardım, "bana ne Sülüman efendinin nasırından" diye… Hayriye hanımın pedikürü daha ilginç. Veya Leyla'nın depilasyonu. İnsan en azından, "göster bakiim, iyi temizlemişler mi?" diye mevzuya dalar.

Yok abicim, bu gece oralı da değilim. Durduk yerde elin hatunlarına mahçup oluruz bu ruh haliyle.

İnip Basriye'yi arasam mı acaba? Bizim aptal komşuyla tanıştırdım, kadın her akşam, ağaçlardan düşen meyvaları atıyor bahçenin kuytu köşelerine ki, Basriye hanım ziftlensin. Hevesi kırılmasın diye, kirpilerin meyvayla beslenmediklerini söylemiyorum kadıncağıza; nasıl olsa meyvaları yiyen biri çıkıyor hep. Basriye, en çok kedi mamasını seviyor.

Sülüman efendi ne yerdi acaba? Sanki, sabahları çorba içermiş gibi geliyor bana. Hani Beykoz yakınlarına düşüyorduysa yolu, paça falan; olmadı mercimek… Belki de yengeye bastırıp kadını sıcak yatağından kaldırıyor ve tarhana yaptırıyordur.

Sahi, ölüm sebebi neydi Sülüman'ın? (Efendi'yi kaldırdım; ee samimi olduk artık. Birazdan Sülo derim zaten.)

Şiirin adı Kitabe-i Seng-i Mezar ama mevzu neydi ya? Hem kaçıncı kitabeydi bu? Yanlış hatırlamıyorsam, üç tane vardı bunlardan… Biri bizim Sülo. Bi de "to be or not to be" şeysinden haberi olmayan biri vardı. Onu geç bir kalem şimdi! Biz Sülo'ya bakalım…

Sülüman, nasırlarından çok çekmiştir. Yani, hiç bi şeyden o kadar çekmemiştir ve iyi adam olduğu için, ölünce de yazık olmuştur kendisine. Haa, bi de çirkindir ama nasırları o kadar acıtır ki canını, buna da takmaz kafayı. Kundurası vurmadığı zamanlarda Allah'ın adını anmadığı için, gönül rahatlığıyla "akidesi zayıftır" diyebiliriz sanırım.

Bu mu yani Süleyman'ın toplamı? Süleyman'da yalnızca bunları görmek için, dünyaya ve Sülo'ya nerden bakmalı bir insan? Hakkaten, yazık olmuş Süleyman efendiye. Bence, ayağına diken batan bir aslanı, yani acı çeken bir hayvanı anlatır gibi anlatılmamalıydı Sülo. Hatta bence, acı çeken bir hayvan da böyle anlatılmamalıydı ya, neyse, bu da ayrı mevzu. Elli yıl önce bitmiş bir davayı ısıtmanın anlamı yok.

Ne acaip gece bu böyle? Kafama yığınla, aynı anda ve bir sürü şey saldırıyor.

11 Eylül diye mi acaba? Wörld Treyd Sentır'da ölenlerin sayısı üç bin küsürmüş… Birileri için "kabul edilebilir" bir rakam sanki. Hani, eğer söylendiği gibi, savaş, politikanın silahla sürdürülmesiyse, kesinlikle kabul edilebilir bir rakam olmalı o birileri için. Adamlar global politika yapıyorlar bi güzel. Evire çevire politika yani.

Bir yandan bunlara kafa yorarken, bir yandan da Zeytin'e bakıyorum. Münasebetsiz yerlerini yalıyor. Münasebetsizlikten sanırım. Sanki bana, "boşver oğlum bunlara; ye, iç, tepiş ve kavga et, başka numara yok bu hayatta" demek istiyor hergele. Belki de diyordur. Haklısın be Zeytin! Haklısın da, bi bok yeyip insan olarak geldik bu sefer. Her haltı çetrefil yapmamız gerekiyor. Bi daaki sefere inşallah. (Sana da bu Zeytin adını niye taktıysam. Gene Sülüman'ın kahvaltısına zıpladım. Yok yok, kesin çorba içiyordur o. Ööle zeytin peynirci tip yok bizim Sülo'da.)

Evin damına çatır çatır kozalaklar düşüyor rüzgârdan. Zeytin'in münasebetsiz yerinde bile değil, benim her seferinde yüreğim ağzıma geliyor boş bulunduğum için. Hangimiz kediyiz be! Tamam, sükunet, hayatın anlamı falan ama bi kedi de bu kadar geniş olmaz ki. Eşek herif! Bana akıl vereceğine, şu iki güveyi yakala. İki saattir vıdı vıdı; kafamı şişirsktiler. (Birleşik fiil; Türkçe'de yeni bi şeyler deniyorum. Tutarsa tarihe geçerim, tutmazsa Kasımpaşa'ya taşınıciim.)

Aslında, o "tehlikeli" gecelerden bu da. Eskiden, yani daha gençken, dönüp dönüp kitaplara ana avrat gittiğim o gecelerden…

Anlamaya çabaladıkça ve anlamanın acıtan bir şey olduğunu anladıkça, hemen kitapları kalaylardım. Anlamanın aracı onlar ya… Anlamayı, adam olmanın olmazsa olmaz koşulu sanıyordum.Yok annem yok! Kitaplar da adam etmez adamı. Adamlık, içinden gelmeli insanın. İçinden gelmezse, okudukların ve öğrendiklerinle daha beter çıkarsın adamlıktan. Kendini bir halt sanmaya, Sülüman efendide nasır sancısından başka bir numara görmemeye başlarsın. Şair olursun belki, yazar, ressam, hatta sabık diktatör bile olabilirsin ama adam olamazsın okuyarak.

Karıncaların geçtiği yola birkaç ekmek kırıntısı bırakmak için; puşta "puşt" deyip gerekirse kafayı oturtabilmek için; dostlarının -hatta hiç kimsenin- arkasından konuşmamak için; sevdiğini söylediğin bir kadını (veya erkeği) terkederken insanca birkaç söz edebilmek için ve adamlığı nerede tanımlıyorsan, onlar için, okumak falan gerekmiyor.

Tehlikeli bir gece bu, evet. Neler düşündürüyor insana.

Cehalete methiye düzmüyorum ama adam olmayanların "okumuşları" daha tehlikeli. Karşına geçip bıyık burarak ne mal olduğunu belli eden çiyanlardan değil, aynı kafayı ve yüreksizliği, süslü sözlerin arkasına saklayabilen deyyuslardan korkmayı öğretti hayat bana. Suratımı dağıtmak için yumruklarını sıkan biri ne zarar verebilir ki? En fazla suratımı dağıtır; ondan beklediğimi yapar yani.

Ya Sülüman efendileri şiirde sevip, "gerçek" hayatta yüzüne tükürenlere ne demeli? Gene onlara benzeyen, paldır küldür bir insanın yüreğine girip, o yürekte istediği gibi tepineceğine inanan ve tükürür gibi hayatından çıkan terbiyesizlere?

Yok abi! Bu gece tehlikeli olmayacak. Gerekirse ayak parmaklarımı boyayıp karagöz oynatır, gene de kaptırmam kendimi çıfıtların attıkları façayla boğuşmanın cazibesine. Dünyada bu kadar güzellik varken, ne diye çirkinin üstüne gideyim? Olmazsa, çıkar Basriye'yi bulurum; onun dikenleri görünüyor hiç olmazsa ve hiç batmadılar. Hem batırsa ne olur be! Kötü niyetli olmadığını, kin tutmadığını biliyorum; doğası bu. Kedi gibi sokulup, timsah gibi ısıran ve ardından sırtlan gibi, leşinin üstünde dolaşan insanları tanımış biri için, Zeytin, Basriye ve bilumum haşere, zaten en kral arkadaşlar oluyor.

O da olmadı, oturur yazarım bunları, sıkıntım dağılır. Aaa, yazmışım bile. Yazmak, yaşamak mı yoksa?

Ben en iyisi, sırt üstü yatıp, kısık sesle şarkılar sööliim. Belki bi duyan olur, katılır.

* * *

11 Eylül 02 / Berlin / gecenin, "it izi kurt izine karıştığı" bir vakti.

Yorumlar

An'ları okumak, yaşamaktan (hiç böyle bakmamıştım) daha keyifliymiş. Eline, zihnine, kalemine sağlık…

Neslihan - 1 Kasım 2009 (16:05)

Biliyorum ki birçok insan senin yazılarını okuyor. Ama bilmiyorlar ki yazdıkların sadece bunlardan ibaret. Devamının gelmeyeceğini bilmeseydim acaba yazılarını daha mı severdim?

Behlül Samet Hacı - 19 Aralık 2009 (17:52)

Ne kadar sıkıldığını anlatırken bi insan okuyucuyu bu kadar güldürebilir mi? Mükemmel yalınlıkta ve aslında tek kelime yeterse bayıldım:)

Syhzmbk - 8 Haziran 2010 (13:32)

İnsanların iki yüzlülüğünü, riyakârlığını, sahtekârlığını, yaz yaz bitmez zavallılığını, şununu, bununu, (adını ne koyarsan koy), eğilmez, bükülmez tavrın ve tarzın ile döktürdüğün yazılarını özlüyoruz Ali usta.

Özlemimizi yazılarını tekrar tekrar okuyarak gidermeye çalışıyoruz, lâkin yetmiyor be usta.

Yine yazsan, yine göndersen o doyulmaz yazılarını oralardan…

Ümit Bulut - 17 Ocak 2011 (01:49)

Yıldızlara kadraj yapıp tek mi çift mi oynamak, sırtüstü yatıp kısık sesle şarkılar söylemek… Denenmeli. İki senedir yazılarını okuyorum ve dönüp baktığımda her seferinde alıp uyguladığım bir şeyler olduğunu biraz hayretle ve en çok da minnetle farkediyorum.

Betül - 25 Mayıs 2011 (11:50)

Dönüp dönüp okuyorum bu yazıyı her seferinde aynı zevki alıyorum. Dünyada bu kadar güzellik varken, ne diye çirkinin üstüne gideyim?

Şeyma - 15 Temmuz 2011 (11:41)

Kaç yüz kişinin emeğinin olduğunun bilinciyle yalnızlığımıza sahip çıkıp, ona iyi bakıyoruz…

Atay'a ve Türkan'a saygılarımla…

Bülent Karaköse - 10 Temmuz 2015 (21:53)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

58
Derkenar'da     Google'da   ARA