Patronsuz Medya

Geçen yılın mektupları

Ali Türkan - 9 Eylül / 18 Ekim 2001  


Dış Kulak İltihabı

Yahu buranın garsonları süzme salak. Gene sütlü şekerli getirdiler kahveyi. Tepicem Allahıma!

Hani "Yahu, çok güzel yazıyorsun be hemşo!" demişsin ya, Allah sevdiğine kavuştursun. İşte bu. Başka bi şey istemiyorum hayattan. Bi gün çocuklar "iyi babaydın, görevini bîhakkın yaptın" desinler veya bi hatun "ooh beline sağlık koçyiğidim!" desin (Üftadeler nedense ne "erkek" olduğumu hep kadın arkadaşlarına anlatıyor, bir de onları sarıyorlar başıma. Bu konuda sayfalarca yazarım. Bir kadından ayrıldıktan sonra, diğer kadınların ilgilerinin kesilmesi konusunu da elbette.)

Hepimizin pohpohlanmaya biraz ihtiyacı var galiba. Yürüyüşlerde falan en öne geçip polise ilk taşı atanların motivasyonu nedir acaba? Düzeni değiştirmek mi?

Şu benim "köşe"nin adının "Taksi Şoförü" olması pek hoşuma gitmez gerçekten. Bu işten nasıl nefret ettiğimi, nasıl kaçtığımı bir bilsen. Abartmıyorum. Direksiyonun başına oturunca midem bulanıyor bazen. Daha dün akşam, on yedi yaşlarında bir kız çocuğunu, ağzımı epey bozarak kovdum arabadan. Bu, benim için pek normal bir durum değil ve taksiciliğin sonucu. İzin ver, burada bulaşmasın bu meslek bana…

"İç" yazmışsın ama ben "Dış Kulak İltihabı" diye düşünmüştüm. Evet, daha çok "bilmem kim Brüksel'den bildiriyor" gibi bir ad oldu o da. Durduk yerde Brüksel lâhanası durumuna düşürür adamı… Haspanın biri gazeteci olmam gerektiğine inandırınca beni, ben de böyle bir ad düşünmüştüm işte… Dışarıdan Türkiye'yi dinleyen bir kulağın iltihap kapması durumu gibi…

Köşenin adı çok önemli değil galiba. Dikili bir ağacı bile olmayan bir adamın, bir köşesi olunca tutup koparmaması daha önemli.

Şu anda müthiş keyifli bir yağmur var dışarıda. Kalktığımdan beri dolaşıyorum sokaklarda. Sonunda yolum buraya düştü. Almanlar'ın yağmuru sevmemesi çok güzel… Sokaklar her zamankinden daha tenhaydı bugün. Yağmur yağarken dondurma yedin mi hiç? Çok zevkli.

Bilgisayar başında oturmaktan "kıçının betona döndüğünü" yazmıştın. Kıçın beton gibi olmasını taksicilik sayesinde öğrendim. Fazladan bir de bel fıtığım oldu bu yüzden. Aman hareket etmeyi unutma. En azından yarım saatlik bir yürüyüş şart. Başa belâ bir şey bu hastalık.

Kolay gelsin!

Ali - 9 Eylül

"Seni gidi sempatik, Hadi eğlendir bizi!"

Bazen "şöyle bir" anlattığım şeylerin çoğu, bir zamanlar "yakın" dediğim dostlarıma bile anlatmadığım şeyler. Bu onların değeriyle değil, çocukluğumdan beri gitgide gelişen bir saklanma dürtüsüyle ilgili. Fakat sana rahatça anlatabiliyorum birçok şeyi… Bunun en önemli nedeni, daha "Masumsun" başlıklı yazını okumadan önce, diğer yazdıklarından, mektuplarından hareketle, düşüncelerimizin çoğu konuda benzerliğiydi.

Dostlarıma anlatmıyordum çünkü yaptığım şeylere böyle boktan kulplar takmalarını, benim hatmettiğim kitaplardan sadece birini okuduktan sonra, sağ kaşları az yukarıda, hani erken boşalan heriflere "anlayışlı" davranan o kadınların tavırlarıyla "sen busun" diye ukalâlık yapmalarına ve dolayısıyla benden çok ağır hakaretler işitmelerine de engel olmaktı.

Elbette yaptığımız hemen hemen her şeyin tohumları çocukluğumuzda atılıyor. Ama çok derinlerdeki birkaç şeyi çıkardıktan sonra, geriye kalanların önemli bir kısmını da kendi iradesiyle yapıyor insan. Aslında yaşadığım hayatın beni getirmesi gereken yer, "herkes kendi bacağından asılır" gibi bir yer olmalıydı. "Sana kimseden fayda yok oğlum" falan gibi bir anlayışa sarılıp paranın "_mına gomuş" olmam gerekiyordu şimdiye kadar. Ben tam tersini yapmaya çabaladım hep.

Yoksullukla ilgili yazdığım o birkaç mektupta yaşadıklarım, çok özele gireceği için anlatmadığım diğerleri, çevremde gördüklerim, v.S. Insanlara değil, paraya (aynı anlama gelmek üzere, düzene) düşman olmama neden oldu.

Neyse, durduk yerde slogan atmaya gerek yok. Ama "kardeşim şu yeteneklerini kullansan çok rahat bir hayatın olurdu" diye "dostça" öğütler veren arkadaşlardan, sevgililerimden bir tek şey istedim aslında; o kadarını benim de düşünebileceğimi bilmelerini.

Bunu bilseler, anlasalardı eğer, zaten o sözlere gerek kalmayacaktı çünkü. "Yetenek" dedikleri şeyler de çok ilginç aslında. Meselâ biri "yahu insanlar çok sempatik buluyor seni, şu 'şeytan tüyü' bende olsa zengin olurdum be!" demişti. Doğru, çocukluğumdan beri "esir" alırım insanları. Ağzı lâf yapan, sohbeti sevilen adamlardanım. Ama bunun için o toplulukta en azından bir kişiyi sevmem veya kendime yakın bulmam gerekir.

Bunları "bak ne müthiş bir hıyarağasıyım" demek için anlatmıyorum. Benim farkına bile varmadığım bir doğal davranış biçiminin "para" edebileceğini duymak şaşırtıyor beni yalnızca… Kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek yığınla başka özellik de yakıştırıyorlar bana ve hep ya paraya ya da mevki'ye çevirmediğim için hayıflanıyorlar(dı).

Bir zamanlar sevdiğim bir kadına göre "tembel" dim meselâ… Romanımı yazmam ve mutlaka yayımlatmam gerekiyordu. Ben de saf saf hesaplar yapmaya başladım o yüzden (tek derdim İstanbul'da yaşamak ve çocuklarımla eski eşimi (İnci'yi) de orada yaşatabilecek kadar para kazanmak ya).

"Senede iki kitap yazsam (yazarım inan), şu kadar para gelir, eh çeviri falan da yaparım…" Daha neler neler… Hatta bana editörlük gibi bir de iş buluyordu da onu da kazancımın üstüne ekliyordum. Yahu, on bir gün kaldım İstanbul'da ve çocukları hangi okula yollamanın daha iyi olacağını düşünmeye bile başladım sayesinde. Sonuçta "namuslu" işlerdi önerdikleri. Berlin'e dönecek, hemen romanı bitirdikten sonra ona yollayacaktım, imlâsına bakacaktı, fikrini söyleyecekti falan… Haybeye ara gazı işte.

Eee, gel de bu insanlara seni "ele verecek" şeyler anlat. "Haa, Ali mi? Babası alkolikmiş!" olurdu her şey. Aslında bu tip yargılardan sonra benim aklıma da hep aynı soru gelir: "Sizin anneniz neydi?" sorusu. Paraya bu düşkünlüklerinin, o anlayışla yaklaşınca, mutlaka ana rahminde genlerine sokuşturulmuş bir nedeni olması gerekir.

Öyle olmadığını ikimiz de biliyoruz. En başta korkaklar düşkündür paraya. Ancak onun sayesinde ve biraz güvende hissederler kendilerini. Sonra yeteneksizler… Parayla "götürürler" karıları. Ancak parayla birilerine, meselâ garsonlara seslerini yükseltebilirler. Ve otlar elbette. Kafalarına vurunca kof bir ses çıkanlar… Başka nasıl yer açabilirler ki kendilerine toplumda?

Ali - 9 Eylül

Para ve mevki…

İkisi de umurumda değil. Bunları umursamayan ve bunları bildiğini bildiğim tek adama, Necdet'e anlatıyorum ben de. Seninle (bir şekilde) tanıştığım için de şanslı hissediyorum kendimi (peeeh!). Bir de şu hayat gailesi olmasa…

Boşver, hakkımda her şey bilinmesin. Sonra biri bi psikoanaliz seansı çeker bana ve çok kötü bozarım ağzımı.

Herkesin Adler'i de, Masters and Johnson'u da kendine yani.

Bu gibi bir şeyler… Tam anlatamadım aslında…

Eyvallah.

Ali - 9 Eylül

"Yanılıyorsun imam efendi!"

Yahu ben bu kadar şımarık bir çocuk olmadım hiç bir zaman. İşte, annem yılda bir Almanya'dan geldiğinde koynunda yatar, yanından ayrılmazdım falan…

Ama şimdi. Kimyam değişti her halde. Hakkımda yazdığın olumlu şeyler nasıl şımartıyor beni bir bilsen. Demek pohpohlanmaya ihtiyacım var bu günlerde.

Aklıma cuma namazına gittiğim o gün geldi mektubunu okurken.

Çok iyi bir öğrenciydim bir zamanlar (taliban-ı hassa yani; heh, heh). Okula müfettiş geldiğinde öğretmenler hep beni kaldırırlardı. Ben de öğretmeni mahçup etmemek için şovun kralını çekerdim. Müfettiş memnun, öğretmen memnun, aldığım "aferin"lerden ben memnun yaşayıp giderdik.

Bir gün, her halde "yaşı geldi artık" diye düşündüğünden olsa gerek, dedem elimden tutup cuma namazına götürdü beni. Halının üstüne oturdum huşû içinde. Vaaz başladı. İlgiyle dinliyorum… İmam'fendi arasına Arapça cümleler sokuştura sokuştura bir şeyler anlatıyor; sonra da hep bir soru cümlesiyle bitiriyordu anlattıklarını. Ama soruyu soruşu da bir garipti. Avazı çıktığı kadar ve göğsüne kadar inen sakallarını titrete titrete "öyle değil mi mü'minler?" diye bağırıyordu meselâ?

Beni asıl şaşırtan, kimsenin yanıt vermeyişi olmuştu. Ulan! Adam kendini paralıyordu orada, millette "tık" yok. Sorular da çalışmadığım yerlerden geliyordu hep.

Sonunda iyi bildiğim ama imam efendinin yanlış anlattığı bir soru gelmişti işte. Gene "öyle değil mi, ey mü'minler?" diye bağırdı adam. Ben de fırlayıp, "değil, aslında böyle olacaktı" diye yanıtladım sorusunu. "Aferin" yerine de ters ters baktılar yalnızca. İmamın karizmasını silkelemiştim o yaşımda.

Yani, yaşımız kaç olursa olsun, o "aferin" e sık sık ihtiyaç duyuyoruz. İyi geliyor.

Neyse…

Ali - 29 Eylül

Ütopya ve Vandal

Bu aylık "alınma" kontenjanını da başarıyla doldurdum sanırım. Allah vergisi galiba, ossuruktan nem kapar oldum.

Aslında her şey yolunda mı ne? Nebliym! Oluyor bazen… Çocukken şımartılmadım diye her halde. "Komple muamele" bekliyorum bazen.

Vay be! Yokluğum fark edilmiş. Şikâyet mailleri geldi. Eh, yazmak da boynumun borcu artık. Bir de şu sırıtmaya engel olabilsem…

Sahi… Eski mektuplar gitti abicim. Ben de salaklık yapıp silmiştim hepsini. Böylece kestane oldular… Canımız sağ olsun. Gene yazarız. Akıl fikir bol nasıl olsa… Başka da bir şey yok zaten. Geçen gün kızım da "çok akıllı adamdır" diye bahsediyordu benden, bir arkadaşına…

Yirminci yüzyıl filozoflarının yalnızca linguistler ve fizikçiler arasından çıktığına dair bir yargı var ya hani; sallamıyorum hiç (şimdi bunu bir kenara yaz, ahkâm kesiciğim).

Bir de, "bizde ütopyacı yok" der bazıları…

Bir de…

Boşver bire ikiye. Senin "Kara Ütopya" yazın, en babasından ve çağa en uyan ütopyadır. Ayrıca felsefenin sınırlarını da yeniden dilbilgisi ve fizikten çıkarıp bal gibi insan'a çekiyor yeniden.

Eh, sen bu konulara giriştikçe, ben de kendime kızıyorum buralarda, eski aşklar, çocukluk anıları ile "idare" ettiğim için. Oysa kör parmağım gözüne gözüne konuşmayı (bu anlamda yazmayı) severim. Fakat tarzımın vandallar'ı sayfana çekeceğinden ve işin bokunu çıkaracağımdan korkuyorum.

"İşte savaş var ve 'dünya ikiye bölündü'. Sanki daha önce kaça bölünmüştü ki, sınıfsal bakmanın zamanı" diye ahkâm kesmek istiyor canım aslında. Belli bir kitleyi, isim de vererek silkelemek, "hadi ya" tavrıyla dalga geçmek, arıza çıkarmak istiyor…

Kimse sallamaz diye yapmıyorum.

O yüzden, şen olasın Halep şehri!

Hoşçakal.

Ali - 18 Ekim

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

87
Derkenar'da     Google'da   ARA