Patronsuz Medya

Dallamalık konusunda doktora yaptım abi!

Ali Türkan - 2 Şaban 1424, Pazar
(yaklaşık olarak 29 Eylül 2003 cıvarı)  


Herif baslara öyle bir ayar vermiş, volüm'e de bir yükleniyor yan binada; gecenin bu vakti, beynim sündü. Olay mahalini de tam tesbit edemedim ki, ufak bir tatbikat yapayım. Çaresiz, duvarlardan sızan tekno müziği dinliyorum.

Yahu, ne acaip müzik şu tekno. Ne zaman duysam, sol ayağımın başparmağında bi sızlama başlıyor.

Bugün dinlenme günüm hesapta. Sabahın köründe, ne zamandır görmediğim bir arkadaş geldi ve en çamurundan karı kız muhabbetine başladı. Sözünü ettiği kızcayizi de birkaç kez görmüştüm. Tüm hayal gücümü zorladım ama anlattıkları pek inandırıcı gibi gelmedi bana. Allah'tan, fazla kalmadı da az hasarla sıyırdım.

Tam "oooh!" deyip ayaklarımı uzatacağım, gene kapı. Konuşma zımbırtısının düğmesine basıp "kim o?" dedim, boru gibi bir ses, "ali, evde misin?" diye soruyor. Nasıl yani? Birden kilitleniverdim. Felsefî bir soru muydu bu? Zaman, mekân, Kant falan? Yani, pratik zaman hesabına göre ve mekânla şeydince evdeydim ama ya teorik zamanla ilgili bir soruysa; o zaman ne demekti bu? Çaresiz ve bir daha "kim o?" diye sordum ama bizimki geri adım atmadığı gibi, bir de "evde misin lan!" diye sert yaptı. Ne olacaksa olsundu be! "Evde yokum" dedim. Bu sefer de "aç şu kapıyı be!" dedi ve merdivenleri koşar adım çıkıp nefes nefese "gebertcem lan bu karıyı!" diye eve daldı.

Offff! Ört ki ölem!

Geberteceği karı da, yedi yıllık helâli, oğlunun annesi. Biraz derin dondurucu gibidir ama uzakta olduğu sürece iyi kızdır. Kız iyi olunca, ortada gerçekten bir cinayet tehlikesi varmış gibi, bizim elemanı sakinleştirmek için bir şeyler söylemeye çabaladım.

Eleman dediğim de benden on yaş büyük, psikoloji ilminin anasını ağlatmış, çene altı sakal, vanilya kokulu pipo tütünü, her fırsatta temizlenen tel çerçeve gözlük falan, alemi yardım, adamın gözünden ciğerini okurum triplerinde biri.

Çay demledim ve "kaç şekerli olsun?" diye sormaya kalmadan, kervanı yıkıp başladı evliliğinde ters giden her konudan şikâyet etmeye ve mesleğinin verdiği bilgiler ışığında çözümler üretmeye. Entel dille söylemem gerekirse, yanımda biri bir nevi iç hesaplaşma yapıyordu ve ben de bu iç hesaplaşmanın en yakın şahidiydim. Dinlenme günümde, froydiyan monologlara konu mankeni olmak da varmış anasını satayım!

Bir de kendi sesinin titreyişlerinden gaza gelip öfkelenmese, dinlermiş gibi yapıp mis gibi bir tilki uykusu çekeceğim ama fırsat vermiyor ki. Tam gözlerim saydamlaşıp dış dünyayla ilgimi kesecekken, "bak, buraya yazıyorum, ayaklarmakapnacakoorspuuu!" diye bir sesle yerimden sıçrıyorum.

Hayır, sorunu da anlayamadım… Boyuna pişikolojik terimler. Yok elektra kompleksi; yok bilmemne yansıması… Bunca bilimsel geyiğin arasına da kayın validesinin mart ayında kar yağan coğrafyasını karıştırıyor.

Öte yandan da hava kapalı. Tam uyku havası. Adam sıkıcı, konu bayıltıyor. Birkaç kez gitmesi gerektiğini, anlattıklarının beni pek ilgilendirmediğini ima ettim ama oralı değil. En sonunda dayanamayıp ve nezakete falan boşverip "yaaa, sittir git artık be!" diye celâllendim ve herif pişkin pişkin libidodan bir daldı, sonra da üst bilinç civarında karaya vurdu. Erkek egemen toplumda edilen küfürler de erkek cinsel organıyla ilgiliymiş.

Yani, ne yaptıysam gitmedi. Bir ara, çift kişilikliymiş gibi de davrandım ama oralı olmadı. Eve giderse canı sıkılırmış. "İyi ya, benim canımı sık o zaman" diyorum; gevrek gevrek, "iyi ki sen varsın" diye yanıtlıyor.

O böyle yanıtlayınca da hadi gelsin vicdan azabı. Kendi kendime, "çok mu sert davranıyorum acaba?" diye bir iç hesaplaşmaya da ben girdim ama en azından yalnızdım içerde. Kendime ne söylesem, "eko" yapıyordu ve ben de bu sayede biraz sakinleşebildim.

Neyse, ite kaka elemanı da gönderdim ve bir ooh çekip uykuya daldım. Bi uyandım ki, yandaki bir yerlerden işte o garip müzik geliyor. Ben de oturup günlük hayatın tekdüzeliği hakkında iki satır yazayım dedim, ortaya bu peşrev çıktı.

Konuya böyle girince de ciddi bir şeylere geçiş yapmanın yolu iyice dikleşti. Yazının geri kalan kısmına, katırlarla devam edeceğiz artık.

Katır, dedim de…

Hepimiz, hayat gailesi falan derken, dünyanın yükünü taşıyoruz. Yaşımız ilerledikçe, git gide daha ağır, daha anlamsız, daha taşınmaz gibi geliyor her şey. Ne tarafa baksam, günlük hayatın tekdüzeliğinden yakınan bir arkadaşa, bir tanıdığa rastlıyorum. Herkes, yaşamın tadına varmak için uzay ötesi, ucibik bir şeyleri bekliyor erketeye yatmış bir vaziyette. Bir şeyler olsun, bir şey değişsin de, ne değişirse artık.

N'olacaktı yani?

Meselâ dünyanın her yerinde, aynı anda ve herkesin ana dilinde, gökten davudî bir ses gelse ve "daaaaaalın lan dallamalar, dükkânın önünü kapatıyorsunuz!" diye celallense… Ne olurdu acaba?

Al sana, rutinin dışında bir hadise.

Belki olaya basın el koyacak ve emekli askerlerden, kıyıda kalmış öğretim üyelerinden, ilâhiyatçılardan falan "gökten gelen davudî ses uzmanları" yaratıp tartışma programlarında "iyi ama ben sizin sözünüzü kesmedim" diye diye hararetle yiyişen bir takım kese kâğıtları tarafından işin cılkını çıkaracaktır; belki, bir süre sonra herkes tarafından istihza ile kanıksanacak bir mezhep doğacaktır; belki de, "benim sesim ondan gür ama şans tanınmıyor abi" diye yavşayan ün heveslileri kaplayacaktır ortalığı veya "e" şıkkı"

Nasıl olsa ve ne olursa olsun, kısa bir zaman sonra her şeyi kanıksayacak ve ona göre tedbirimizi alıp yaşamayacak mıyız?

Hadi bunlar çok uçuk kaçık ve benim dalga geçerken düşündüğüm şeyler. Ya, işten bunalıp bunalıp kurtuluşun aşkta olacağına inanlara ne demeli? Bu grupta, kadınlar daha fazla tabii.

Biriyle tanışacaklar ve hayatları değişecek. Sabahları şefkatle uyandıran; akşamları, bi fincan yorgunluk kahvesiyle kapılarda bekleyen; çöğdürürken klozetin yanına sıçratmayan; edebiyattan, müzikten, güzel sanatlardan anlayan; genellikle boylu poslu, şakaklarda kır saçlı, olgun, anlayışlı, derin, on kaplan gücünde…

Say say bitmez. Benim de kafama, "kadınların hiç yaşamayan, belki de hiç yaşamayacak tipleri istemesinin ardında, 'ilişkiye' girme ve dertsiz başlarına dert alma korkuları kadar, ilişki yürümediği zaman karşı tarafı suçlayabilme kolaylığını mı aramalı acaba?" gibi bir soru takılır.

Neyse, bu başka mevzu.

Lâfa falso vere vere anlatmak istediğim şu:

Hayatımızın ne kadar sıkıcı, ne kadar rutin, ne kadar kötü olduğu, genellikle kendi elimizde.

Kötü olan günlük hayatın kendisi değil. Nazım'ın o çok sevdiğim dizelerindeki gibi, kendi ellerimizin hünerine alıştığımız için, epey güzelliği ıskaladığımızı farkettim. Evet, birden bire ve gazetelere manşet olacak kahramanlıklar yapmıyoruz belki ama taksit taksit yaptığımız kahramanlıklar da hiç küçümsenecek gibi değil. Biriktiği zaman epey yer kaplayan bir mücadelenin, sessiz kahramanlarıyız hepimiz.

Otobüste hamile bir kadına yer vermek; az önce salak bir herif tarafından onuru kırılmış bir simitçiyi, "boş ver kardeşim" diye avutabilmek; bizim onurumuzu kırmaya çalışanlara isktiri çekebilmek; vapura binerken bir simit de martılar için alabilmek ve daha neler neler…

Sonra, günlük hayatın tekdüze olmasının, hayallerimizi canlı tutması gibi bir yanı da var. Egzoz dumanından, dolmuş kuyruğundan bıktıkça, hiç gitmeyeceğimiz, gitsek bile üç ay dayanamayacağımız dağ başı kulübelerinin hayalini kurmuyor muyuz çoğumuz?

Hem, ben, yaşananların değil, düşüncelerin tekdüze olduğuna inanan insanlardanım. Dünya her gün yeniden kuruluyor ve dekor ne olursa olsun, senaryo, biraz da bize bağlı.

Küçük kahramanlıklarla (kimselere göstermeden) övünmek gerek. Belki birileri bunları alkışlamıyor ama hepsini toplayınca, insan oluyoruz. Ve başkalarının küçük kahramanlıklarını gördükçe, insan olma konusunda yalnız olmadığımızı da görüyoruz.

Velhasıl, hayattan uçuk kaçık şeyler, ucibik durumlar, mucizeler beklemek yerine, güneşin doğuşundaki mucizeye sevinmeyi öğrenmek gerekiyor. İlle de elle tutulur bir mucize gerekliyse, o zaman, ıslatılan iki pamuk parçasının arasına üç kuru fasulye tanesi konur ve pamuklar hep ıslak tutularak, fasulyenin filizlenmesine bakılır.

Bir takım mucizelerin bizi değiştirmesini beklersek, hayata karşı bahaneler üreten tembeller ve yalancılardan başka bir şey olamayız. Çünkü, çoğumuzun sığınabileceği "gençlik hatasıydı" yaşı geçti ve bunamamıza da daha epey var.

Eh, bunca ukalâlıktan sonra, ukalâlık konusunda da iki çift lâf edeyim de, derdimin kimseye bir şey öğretmek değil, biraz dertleşmek olduğu anlaşılsın.

Ukalâlar, genellikle, kendilerinin adam olamayacağını anlayınca, başkalarını adam etme işini üstlenen insanlardır. Belki bu inancım yüzünden, arada bir ipin ucunu kaçırsam da, didaktik olmamaya çalışıyorum.

(Alman yazar Robert Lembke'nin ukalâlığı tanımı da çok hoşuma gidiyor doğrusu: "Ukalâlar, hadımlara benzer. Nasıl olduğunu bilirler ama yapamazlar." )

Çocukluğumdan beri, ne çektiysem ukalâlardan çektiğimi düşünüyorum. Hayatımın her aşamasında bana nasıl davranmam gerektiğini söyleyen, gitmem gereken yönü gösteren, hatta beni ben yapan özelliklerimi, sırf onların hoşuna gitmediği için ve dostluk maskesinin ardına saklanarak eleştiren yığınla insan tanıdım. Onları sallamayacak özgüvene sahip olana kadar neler çektiğimi de ben bilirim.

Bu yüzden de nerede sınırlarımı zorlayacak derecede ukalâlık yapan birine rastlasam, onun bir geri zekâlı olduğunu düşünüyorum. Bazen söyledikleri doğru olsa bile, o doğruları ondan duymak isteyip istemediğimi merak etmediği için, geri zekâlılığı programlanmış oluyor. Her şeyi bildiğine inanan ve bütün bildiği de bundan ibaret olan o kadar çok insan tanıdım ki, artık hiç birini sallamıyorum. Her şeyi bildiğine inanan insan, hayatın en güzel mucizelerinden birini, öğrenmeyi, ıskalayan insandır.

Müstahaktır dallamaya! Ooh, sefam olsun!

Yorumlar

Her içim daraldığında, canım yandığında, umutsuzluksuzluk solumaya başladığımda, yazılarına geliyorum Ali Türkan… Ve her okuduğum yazın, hem bana rehber oluyor, hem aydınlatıyor, hem içimi ışıtıyor… Sonra… Okumam bittiğinde, her seferinde, "neden öldün ki?" diyorum… Ama yine içimdeki diğer bir ses, "o ölmedi ki, o yazar, o yaşar yazılarıyla" deyip, beni teskin ediyor… Ne muhteşem bir adamsın!… Keşke…

Elif Deran - 17 Mayıs 2008 (20:51)

Bir haftadır yazılarını tekrar tekrar okuyor ve tadına doyamıyorum… Seni tanımakta (tanıyamamakta) geç mi kaldım acaba? Yazdıklarımı okuyamayacaksın biliyorum ama seninle iletişim kurabildiğime, sana fikrini sorduğumda da hangi makaleni okumam gerektiğini işaret ettiğine inanıyorum. Umutsuzluğuma, isyanıma, hislerime tercüman oldun… Meğer ben ne ukalaymışım da haberim yokmuş! Sıradışı kişiliğinin, olağanüstü fikirlerinin, iç gıdıklayan yazıların büyüsünden sıyrılamıyorum. Ama şikayetçi de değilim, bilakis hiç olmadığım kadar mutlu ve huzurluyum bu aralar. Yokluğun aklıma geldiğinde hüzünlensem de, içlensem de biliyorum ki sen bu eserlerinle hep yaşayacaksın!

Adem Kırmızıoğlu - 25 Mayıs 2008 (17:27)

Etrafımda tarif edilen türden o kadar çok insan var ki. Bu yazıyı okuyunca "işte bu" demekten kendimi alamadım. Kalemine sağlık Ali Abi.

Sebahattin Acur - 2 Aralık 2008 (11:56)

Ali Türkan'ın yazılarını yeni keşfettim. Okudukça ne kadar büyük bir yetenek olduğunu görüyor, kendisine Allahtan gani gani rahmet diliyorum.

Hasan Arpacıoğlu - 12 Mart 2010 (13:06)

Çok eski bir şarkının sözleri unutmadıysam şöyleydi:

"Bir ses diyor ki bana, öl de kendini arat."

Aynen böyle oldu, seni çok arayacağız. Ali Türkan böyle güzel yazıları yazan adamın ölmeye hakkı olmamalı. Seni, kalemini, bana en son attığın maildeki yüreklendirici sözlerini saklıyorum. Biliyor musun? Ben hâla o senaryoyu bitiremedim…

Levent Bozkurt - 13 Ağustos 2011 (18:46)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

54
Derkenar'da     Google'da   ARA