Patronsuz Medya

Ahiret'e işleyen araba

Ali Türkan - 30 Mart 2006  


"Günüm uzundu. Sabah, Unamiler'in çocuklarını mutlu ve güçlü gördüm ama şimdi, gece basmadan önce, soyumuzun en iyi, en bilge ve en cesur savaşçısının cenazesini görmek için yaşamak zorundayım:

Mohikanlar'ın sonuncusunu!"

James Fanimore Cooper

Sigaranın azizliğine uğrayıp yarım bırakmıştım yazdıklarımı; "hayal kırıklığı" diyorduk galiba.

Gerçi biraz, yemeğin tadına bakmadan önce tuz eklemek gibi olacak ama ufaktan bir lehim yapayım şuraya:

Nâzım'ın çektikleri içinde beni en çok üzen, evlâdından ayrı kalması olmuştur sanırım. Varna'dan Karadeniz'e bakarken, ta İstanbul'daki oğlunun, o denizin hemen karşı kıyısında olduğunu düşünecek kadar üzgündür baba. Hasret çeker. Zordur hasret, bilirim. Yırtılıp giden Şile Bezi'nden gömleğe bile, "alt tarafı bir gömlek" diyemezsin. Çünkü, alt tarafı bir gömlek değildir giden; yanında getirdiğin bir parçan kopmuştur.

İlle gurbet gerekmiyor; hayat böyle. O güne kadar yanında taşıdığın bir parçan kopuyor sık sık. Yalnızca sana ait bir şeyi, yol kenarına bırakıp devam ediyorsun, yaşamak dediğimiz şu acayip yürüyüşe.

Çaresiz, o parçan olmadan da yaşamaya alışıyorsun zamanla.

Hayal kırıklıkları, yol kenarına bıraktığımız parçalar sanırım. Hayatımızdan eksilen her şey gibi, yığınla başka şeyin bahanesi olma gibi bir özelliğe de sahipler.

* * *

Benim kuşağımın hayatından, koca bir parçayı koparıp aldılar: O içine doğduğumuz dünya, yok artık.

Üstelik, her zaman (biraz da şakayla) örnek verdiğim Arnavutköy çileği, Çengelköy hıyarı veya şimdi yerinde (ne demekse) organize sanayi bölgesi yükselen dutluk da değildi o dünyayı farklı kılan.

Hormonlu çileğe alışır insan. Çok çok, yemezsin ve olur biter. Diğeri de alt tarafı hıyar be! Yüzde şu kadar su, gerisi selüloz, bilmem ne. Hormonlu hıyarı da, Kastamonu sarmısağı yerine Çin sarmısağı ile basarsın yoğurda, gene cacık olur sonuçta. "Bu ne biçim cacık!" hakkından gelinemeyecek bir hayal kırıklığı değildir zaten.

* * *

(Zıplaya zıplaya yazıyorum ve hâlâ asıl mevzuya gelemedim. Kafa karıştırır ama bugün de bu moddayım; idare edin bi zahmet).

Victor Jara adında Şili'li, efsane bir şarkıcı var(dı). Öyle, gariban bi köylü çocuğu. Şili'deki ABD destekli askerî darbe, gitarıyla birlikte, o meşhur Santiago stadyumuna kapadı Victor'u. Koçum da işini yaptı ve şarkı söylemeye başladı. Diğer mahkûmlar da katıldılar şarkıya. Askerler, kalabalığa uyarı atışı falan şeyttiler ama kesilmedi şarkı. Önce ellerini kırdılar Victor'un. Kırık parmaklarıyla da çaldı gitarını. Sonra kestiler ellerini. O, gene bırakmadı şarkısını söylemeyi. Kafasını tüfek dipçiğiyle parçalayıp, diğer mahkumları susturmak için, tribünlerin önüne astılar ölüsünü. Otuz beş yaşındaydı. Benden yedi yaş genç.

Koca bir parça koptu.

Victor Jara böyle öldü.

Onun ölümünden tam yedi yıl sonra, bizde de ABD destekli bir askerî darbe oldu. On yedi yaşındaki bir çocuğun yaşı, idam edilmek için, mahkeme kararı ile büyütüldü. Onun yaşlarındaki yığınla genç içeri atıldı, işkence gördü, göz altında kayboldu ve daha neler neler oldu.

Birileri, bulaşmadı bu işlere ve benim geberene kadar anlayamayacağım bir takım hesap, bir takım korkularla, o kapatılanların yaptığı her şeyi, delikanlılığa, mertliğe sığmayacak bir şekilde karaladılar. Askerî darbeyle hesaplaşmak yerine, o sırada bir zindana kapatılmış, elleri, gözleri bağlı durumdaki insanlarla hesaplaştılar. Aydının, fay hattı kırıldı. O gençlerle birlikte, ülkenin hayatından ve geleceğinden, pırıl pırıl kocaman bir parça koptu.

Şimdiki zaman, böyle öldü.

* * *

Geleceği de çocuklarımıza göz dikerek öldürüyorlar. Keşke olsaydı ama o meşhur kuşak farkı falan yok çocuklarla aramızda. Dinledikleri her müziğe eyvallah demeye; saçlarının boyuna, giydiklerine karışmamaya; söylediklerini dinlemeye ve dünyalarını anlamaya kararlı yığınla anne baba, koca bir boşluğa toslayıp duruyor.

Çocuklarının öğretmen, doktor gibi meslekler yerine, hayata kafa yoran birer serseri olmasına bile razı ve hatta bununla gurur duymaya hazır nice insan, onların yalnızca tüketici ve yalnızca Amerikalı olmasının hakkından gelemiyor.

Nazım, Varna'dan seslendiğinde, oğluna sesini duyurabileceğine inanırken, kulak zarlarının dibinde söylenenleri anlamamaya mahkûm koca bir kuşak yetişiyor.

Çocuklarımız, dünyanın her yerindeki çocuklar gibi, birer Amerikalı'dır artık. O bet suratlı Uncle Sam'in "I Want You" tehdidi, gerçek olmuştur.

* * *

Eyvallah, kültür emperyalizmi beyinlerimizi buruşturuyor. Victorlar'ı dipçikle, bizdekileri de çürüterek öldürüyor. Kimine gazetede köşe vererek; kimini iş adamlarıyla Nâzım'ın mezarına yollayıp, "yiğidim aslanım burda yatıyor" şabalaklığı yaptırarak; kimine de el öptürerek yapıştırıyor düzene. Sanatçıyı, aydını sponsor aramaya mahkum ederek, kaynağında kurutuyor. Halk için sanat, sanat için sanat gibi geyiklerin önüne, parayı bastıran için sanat gibi bir kavram koyuyor.

Bize de hayal kırıklıkları kalıyor. Her seferinde kendimize doğru attığımız birer adım olmaları gerekirken, bizi bizden iyice uzaklaştıran hayal kırıklıkları. Ve içine doğduğumuz o dünyanın yok olduğunu düşünmeye başlıyoruz.

Peki, gerçekten dünya mı değişiyor, yoksa biz miyiz değişen?

Diyelim ki dünya değişti. Uğraşıyor muyuz daha güzelini yaratmaya? Yoksa, oturduğumuz yerde Ertuğrullar'ı, Eminler'i, Enginler'i ve adları her neyse, onları mı kalaylıyoruz?

Çok mu farklıyız onlardan?

Nedir farkımız?

Surat asan çaycıyı azarlarken, surat asan patronunumuza, (canını sıkan bir şey varsa) elimizden geleni yapacağımızı mı söylüyoruz meselâ? Arabesk dinleyenleri ilkel mi buluyoruz? Araba almak için borçlanırken, karımızı kızımızı otobüslerdeki o kara kalabalıktan korumak gibi bir gerekçemiz mi var? İnsanlar arasındaki farkların hangilerini içselleştirdik şimdiye kadar? Yoklayalım bir kendimizi; o mahur besteye, vokal yapıyor muyuz Müjgân'la.

Biliyorum, yorulduk. Aklımızı yitirme pahasına ve ekmek parası kazanmaktan başka hiç bir amacı olmayan işleri yapmaktan, parıltımızı yitirdiğimize inanıyoruz belki de. Şöyle bir ayaklarımızı uzatmak ve bir "oh" demek istiyoruz artık şu dünyada. Kaytarmak, hiç bir şey düşünmemek, elimize bir tırnak çakısı alıp, sobalık odundan geyik veya bir halta benzemese de bizim hoşumuza gidecek şeyler falan yontmak istiyoruz en azından.

Ne garip, en yakınımızdakiler engel oluyor bunları yapmamıza, değil mi? Yığınla gerekçe koyuyorlar masanın üstüne: Ev kirası, o yoksa evin taksidi; olmadı, çocuğun bilmem nesi; geçen yıl alınan zamazingonun şeysi ve hepsinin üstünde nah böyle bir "neyle geçiniriz?" kaygısı.

Bir zamanlar çok sevdiğimiz o kadın, o adam, rakamlar ve hayatın katı gerçekleri ile dikiliyor karşımıza tabiî. Hak veriyoruz ona. Uyuşturuyoruz şuracığımızı kemiren her şeyi. Vazife bi hakkı için, biz de birer Bekçi Murteza oluyoruz.

Bir geçmişimiz kalıyor geriye. Kendimiz olabildiğimiz, kafamıza eseni yaptığımız, karşıdan gelenin gözlerine tutulabildiğimiz ve hepsinden önemlisi, kurduğumuz hayallerin gerçekleşebileceğine inandığımız delikanlı günler.

Her gece yanımıza yatan insanın yüreğinde değil, hayal kırıklıklarının hüznünde arıyoruz kendimizi. Yirmi hayal kırıklığı yetiyor bize. Yirmi birinciyi göze alamıyoruz. Kimbilir, temkinli davranmamıza bilgelik gibi bir kılıf bile uyduruyoruz belki de. Burnumuza rakamlar dayayan o kadına, o adama aşık olmadığımızı, bir zamanlar sevdiğimiz insanın artık bu insan olmadığını haykıramıyoruz onun yüzüne. Çünkü, öfke bile duymuyoruz artık. Zerafeti de, niyetlerimizden çıkarıp sözlerin ardına gizliyoruz hanidir.

Yeniden aşık olmak istiyoruz belki de. Hem de karşıdan gelen bir kızın, bir oğlanın gözlerine tutulmak; uyumadan önce, o gözleri görmek karanlıkta. Onun, bir gün elini tutacağı ihtimaliyle yüreğinin titremesini hissetmek. Tıpkı bir zamanlar, şimdi o yastığı paylaştığımız için hissedilenlere benzer şeyler. Öyle hesapsız, öyle kaygısız.

Bir yandan da elimizdekini kaybetmekten korkuyoruz bunları isterken. Sıcak bir yatak ve pinpon olunca bokumuzun temizlenmesi karşılığında, düşlerimizi satıyor, hayatımızı altı kapıya bağlıyoruz.

Sırt üstü yatıp dalga geçmek; çok gerekiyorsa, iki çeki odun taşıyıp karın doyurmak; tütün isteyince, Bafra'yla (o da olmadı, izmaritle) nefis körletmek; o aşağılık araba gece çalınır mı kaygısı yerine, çalınacak hiç bir şeyimiz olmadığını bilerek, deliksiz bir uyku çekmekten vazgeçebiliyoruz.

Neden yakınıyoruz ki? Dünya aynı dünya aslında. Değişen bizleriz. Düş verip, adına ihtiyaç dediğimiz o acayip şeyleri alıyoruz. İyi şaraptan da anlıyoruz artık, zeytinyağından da (valla kimseye gönderme yok; kıllanmayalım durduk yerde). En iyi kalamar nerde yenir, rigatoni quatro formaggi nedir, hep biliyoruz. Kaliteli bir hayat anlayışına sahibiz ne zamandır. Yeni tatlara açığız ve layfstayl takılıyoruz.

* * *

Neleri öğrettik çocuklarımıza?

Biz, araba taksidi için paralanırken, neler anladı veletler? Arabanın içinde oturup, hemen camın öte tarafında mendil satan yaşıtlarını kovalarken, aslolanın ne olduğuna karar verdiler hayat adına? Okullara yatırılan taksitlerin, onları kimlerden farklı kıldığını öğrendiler? Bu ülkede yaşanmayacağını her söyleyişimizde, hangi ülkenin yaşanılası olduğunu düşündüler? ''Sizin yaşınızda hiç bir şeyimiz yoktu" diye fırça atarken, maddi şeylerin önemine vurgu yaptığımızın niye farkına varmadık? Arabesk müziğe her küfür edişimizde, rafine zevkler adına, neleri yerleştirdik kafalarına?

Uygarlık adına hep Batı'yı, Amerika'yı, göstermedik mi? Amerikalı olmalarına neden şaşıyoruz, neden ağıtlar yakıyoruz şimdi?

* * *

Biz, babalarımızın yolundan gitmedik. İyi bir terzi, iyi bir berber, adam gibi bir tesisatçı olmak, göz bebeğimize iyice yerleşen TV'de gördüğümüz ve imrendiğimiz tarz bir hayat getirmezdi bize, biliyorduk.

Kitap okurduk, evet. (On üç yaşındayken, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Nurullah Ataç gibi yazarların adını kullanıp bilgi cambazlığı yaptığımı hatırlıyorum. Tam ağabeylere tafra yaparken, kafama kiremit düşmüş, karizmayı, enseye doğru akıtmıştım bir güzel.) Öyle ya, dünyayı değiştirmeye niyetli ağabeylerimiz vardı ve çok sevmiştik onları; iyi çocuklardı. Bu sevgiden dolayı, gerçekten inanmasak bile, fikirlerini de sevdik. Hiç bir zaman hayatımıza geçirmediğimiz fikirlerdi onlar. Nasıl olsa bir bedel ödemeyeceğimiz için, tafra yapmaya yarayan fikirler.

Okuduğumuz kitaplar ve o fikirler, farklı olduğumuza inanmaya; arabesk dinleyenleri kalaylamaya; Ertuğrullar'ı suçlamaya, bunları yaparken de kendi kirimizi örtmeye yetiyordu nasıl olsa. Bir de, derinlemesine kafa yormadığımız her şeyi, her davranış biçimini yargılamaya.

Okuduğumuz kitaplarla saptık babalarımızın yolundan. O kitaplarla ateist olduk. Olduğumuz her şey, bize o güne kadar aktarılan parçaları da yolda bırakmaktı. İnsanı, evrenin ortasına koyan bir dünya görüşümüz vardı ama dinlerde öğütlenen kadar bile düşünmedik diğer insanları. Karlı bir kış günü, pencereden sokağa bakıp "Allah fukaraya acısın" demeyi unuttuk meselâ. Bayat ekmek üstü tarhana çorbasına (bile) "bunu da bulamayanlar var" diye şükredebilen insanlar da değildik biz. Kaloriferli, manzaralı evlerde oturamayınca burkulan; canımız istediğinde, istediğimiz lokantaya gidemediğimiz için hayatın bize haksızlık yaptığına inanan insanlardık. Hayal kırıklıkları, kendi içimize katlanmak yerine, bizim dışımızdaki herkese karşı bir "savunma refleksi" geliştirmemize yaradı yalnızca ve ne yazık…

Başkaları değil, biz vardık. Hep haksızlığa uğrayan; hayattan alacağı olan; bazı kazmalar nelere sahipken, şununla yetinmek zorunda kalan; eşkâli çamurdan dökülmüş ve kenef temizleyerek ekmek parası kazananlar yakınmazken, her halttan yakınan bizler… Biz… Ben!

* * *

Çocuklarımız, daha adam çıktılar bize göre. Babalarının yollarında ilerlediler. Arada bir aşka gelip attığımız kardeşlik ve "o duvar, duvarınız, vız gelir biz vız!'' palavralarına inanmak yerine, bizim yaptıklarımızı yaptılar. Araban varsa, kendini o kara kalabalıktan ayırıp, camın öte tarafındakine tükürebileceğini; paran varsa, kapıcıya çöpünü attırabileceğini; Batılı ve "uygarsan", milletin müziğinden uçkuruna kadar her haltına karışabileceğini öğrettik onlara, davranışlarımızla. Sonra da oturup, Arnavutköy çileğine, dünyanın kirlendiğine, komşuluk ve insanlık kalmadığına ağıtlar yaktık.

Dünyanın kirini de Ertuğrullar'ın, Eminler'in, Enginler'in omuzuna yükledik. Onlar gibi olmak için deliren kör nefsimiz, onlardan olmadığı sürece, her şeyi kalaylama hakkına sahipti nasıl olsa. Oysa, çoktan onlardan biri olmuştuk. O yazılar, bize yazılıyordu. Alım gücü olan, birkaç milyonluk tüketici kitlesinin ferdiydik bizler. Gazetelerin sağlık sayfalarındaki gibi ziftlenmeye; TRT spikeri gibi konuşmaya; bizim için seçilmiş şarkıları dinlemeye, kitapları okumaya çoktan başlamıştık.

Tüm düzgün adamların budandığı bir ülkede, bize "adam budur" diye gösterilenlere saygı duymaya, zindanlara kapatılanlara kafa yormamaya alışmıştık. Arada rahatsız olduğumuz şeyleri de "tek başına ne yapabilirim ki?" diye taca atıyorduk.

Herkesin, her şeyin kirli olduğu bir dünyada yaşıyorduk işte. Ne yapabilirdik ki bir başımıza? "Canım" dediklerimiz bile "canın çıksın" diyordu. Kirlenmeyip de ne yapacaktık bunca pisliğin içinde?

Victor Jara ve Deniz Gezmiş, ölerek temiz kalmışlardı gözümüzde. Yaşayanların temiz olması mümkün değildi. Öyle olsa, biz temiz kalırdık, değil mi? Can Yücel, Ahmet Arif, Nazım Hikmet şiiri ve Ruhi Su müziği destekli ayinlerle arınıyorduk fırsat buldukça. Daha ne yapılırdı bu saatten sonra?

* * *

Bence, parçalarımız kalmadı yolda; kendimizi bıraktık. Şimdi, bütünden yoksun parçalarla idare ediyoruz hayatı. Hayal kırıklığı dediğimiz şey de, beklentilerimizle gerçekleşen arasındaki farktan başka bir şey değil.

O içine doğduğumuz dünya, insanları sayesinde güzeldi. İş dönüşü, elinde kese kâğıtlarıyla sokağa giren babalar; sabahtan akşama kadar birbirlerini yeseler bile, kötü bir olay olunca, hemen birbirinin yardımına koşan anneler; "şu dersime yardım eder misin?" dendiğinde hiç geri çevirmeyen ağabeyler, ablalar güzelleştiriyordu o dünyayı.

Yoksulluğu paylaşıyorduk. Dünya nimetlerinin çoğundan uzaktık ama ne yaparsak yapalım, adam gibi yapıyorduk. Onur diye bir haslet vardı. Daha güzel bir dünya uğruna, kırık parmaklarıyla gitar çalmaya çalışan, ayağının altındaki tabureye tekme atarak işi celladın kıllı ellerine bırakmayan insanların onuru.

Sabahtan akşama kadar cep telefonuyla mesajlar çeken; dünyanın sorunlarıyla uğraşmayan; TV'nin önünden kalkmayan; Türkçe'leri bile bir başka olan çocuklar etmedi dünyamızın içine. Ne ettiysek, onlara bu dünyayı işaret ederek ve daha kötüsü, manzara koymak yerine ağlaşarak, biz ettik. Umudu, biz öldürdük.

Birileri, bizim ne mal olduğumuzu, kolayca teslim olacağımızı bilmese, yeni dünya düzeni kurmaya cesaret edebilir miydi? Tüm taframıza, dünyayı anlama gayretimize, okumuşluğumuza ve sol çakmamıza rağmen, bugün yakındığımız her şeyin üstünde kuluçkaya yatarak, dünyanın kirinde önemli bir paya sahip olduk.

Kimse, bir tüfek dipçiğiyle beynimizi parçalamadı. Hayattayız ve bu da çok güzel. Soran olursa, kredi kartı ekstreleriyle boğuşuyoruz.

Ve ahirete işleyen bir araba bulursak, onun da taksitlerini ödeyeceğiz.

Yorumlar

İnsan oğlu insanlardan Ali Türkan dostumuzun sonsuzluğun kucağına yükselişinin selamı ile Derkenar ailesine gökyüzüne kayan bu yıldızdan ışıklar salmasının devamını dilerim; biz de aynaya baktığımızda kendi suretimizle yüzleşebilme onuru ile yaşamayı sürdürebilmemiz için…

Halid Özkul - 30 Ocak 2008 (04:23)

Hemen hemen her gün Ali Türkan'ın bir yazısını okuyorum. Buradaki bütün yazılarını bitirmeme rağmen canım sıkıldığı zaman tekrar okuyorum. Bu yazıyı kaçıncı kez okuduğumu hatırlamıyorum ama bugün yorum yapma ihtiyacı hissettim nedense. Yazısı hakkında yorumumu yine yazıda bahsettiği "Türkçeleri bile bir başka olan çocuklar" ın Türkçeleriyle yapmak istiyorum:

"Vaaay beee! Adam harbiden aşmış be abi!"

Serdar Demirdirek - 30 Aralık 2008 (13:57)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

60
Derkenar'da     Google'da   ARA