Patronsuz Medya

Cenk Öyküleri 1: Sen kimin uşağısın lan!

Ali Türkan - 8 Eylül 2002  


Acaip modaydı ha! Herkes devrimciydi o zamanlar. "Cüneyt" abimiz,Vatandaş Rıza filmiyle kapitalistlerin ağababasına posta koyarken, Kadir İnanır da Enayi filminde, yabancı sermayeli ilaç sanayiinin, yani insan sağlığıyla oynayan kompradorların ipliğini pazara çıkarıyordu.

Şarkılar, türküler, filmler, tiyatrolar…

Demliğini sallasan, sosyal içeriğe çarpıyordu o zamanlar. Kemal Sunal bile, reklamları, yeni oluşan "ciklet" endüstirisini ve Amerikan Emperyalizmi'ni ti'ye alan bir filmde oynamıştı da filmin sonunda o biçim proleter olup yoldaşlarıyla ve "devrimci bir marş" eşliğinde yürüyüşe çıkacak kadar "azıtmıştı" .

Muazzam piyasası vardı devrimciliğin. Her "eserde" mutlaka bir manzara konuyordu emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine.

Amerikan pazarından alınma Wrangler kotları, annelerin yandan çarklı dikiş makinalarında daraltılıyor, yeşil parkaların kollarındaki Alman bayrağı özenle sökülüyor, asker postalına benzeyen botların bağları, ayak bileğinin üstünde düğümleniyordu. (Sahi, Lada markasını hiç duymamıştım dikiş makinasında. Bizimki, kutusunun içinde, yandan çarklı bir Singer'di. Kutudan çıkartılıp, kutu kapağının üstüne konur, bir elle de yanındaki şeysi çevrilirdi tıkır tıkır. Haa, kutusu da meşin kaplamaydı.)

Kılık kıyafet tamamlandıktan sonra da yürüyüşe hafif bir yaylanma şekli verilip bol bol "jargon, finans kapital, komprador, köleci toplum-feodal toplum" tıraşı yapılınca, en babasından ve Allahına kadar devrimci olunuyordu.

Dekor muhteşemdi yani.

Senaryo da o biçimdi ama asıl harika, doğaçlama şeklinde oluyordu. O parkalı gençlerden biri öldürülünce, "tuluat sanatçılarından" biri hemen bir sandalye kapıp üstüne çıkıyor, "gün geçmiyor kiii!" diye başlayıp, "biiiiiiz, bir ölürüüüüüüz, bin doğarız bilmemnelerleeeee!" tiradına zıplıyor veya bir başkası, ossaat "parkasıyla vuruldu'' ağıdını yakıyordu. Dedim ya, muazzam piyasası vardı devrimciliğin.

Bu tiradlar ve ağıtlarla öyle gaza geliyorduk ki, hâlâ hayatta olduğumuz için utanıyorduk neredeyse. Çünkü, bunlara göre iyi devrimci, ya ölmüş ya da "sorgulamada" iyice benzetilmiş olacaktı. Diğerlerine, biraz da istihza ile "sempatizan" denirdi yalnızca.

Bana, "sempatizan" bile demiyorlardı.

Baktım, öyle Marks okuyarak, saz çalarak falan devrimci olunmuyor, ben de militan olmaya karar verdim. Hemen uzunları yakıp saygı gören abileri inceleme altına aldım ki, ben de kendime öyle bir şekil yapayım. Devrimci ablaların işi kolaydı. Onlar, Fabrika romanındaki o manitaya özenip ona göre ayar çekiyorlardı görünüşlerine ama erkekler için bir tarifesi yoktu bu işin. (Vardı tabii ama ben bilmiyordum o zamanlar. Deniz Gezmiş'in yakalandığı günkü haline benzemek gerekiyormuş.)

Abilere baka baka, önce Mahmutpaşa'dan bir kot aldım (Amerikan pazarı pahalıydı). Dayımın eski parkasını da emanet aldım ama param postallara yetmedi. İmdadıma, dedeme çalıştığı yerden verilen Sümerbank işi ayakkabılar yetişti Allahtan. Tamam, üç numara büyüktüler ve en kötüsü, postal değildiler ama pamukla besleyince ayağıma oluyorlardı ve pantalonun paçalarını iyice aşağıya çekince de bot gibi duruyorlardı.

Bir de balıkçı yaka kazak kuşanıp geçtim aynanın karşısına. Üüüüf! Aynı Deniz! Yani, aslında pek de aynı değil. Tamam, boy pos, kaş göz yerindeydi ama esmerliğim kıt kaçmıştı biraz. Üstelik, üç günlük sakal da yoktu (çıkmıyordu o zamanlar, geç şeytti).

Moralimi bozmadım tabii… Başımı hafif sağa eğip gözlerime öfkeli bir ifade yükledim. Benim kırmızı kazağı yeşil parkanın altına çekince, azıcık süslenmiş yılbaşı çamı gibi bir havam olmuştu ama bundan ne çıkar? Ayakkabılar bot gibi görünsün diye iyice aşağıya çektiğim pantalonun ağı da dizlerimin hizasındaydı ve parkanın kolları da biraz kısa geliyordu. Gene de, tüm bunları saymazsak, koç gibi "öncü savaşçı" olmuştum işte.

Pürüzlere boşverip aynadaki görüntümle gaza geldiğim için, sol yumruğumu havaya kaldırıp "Mahir, Hüseyin, Ulaş…" diye bir slogan atayım dedim ama mâlum, ergenlik çağı; pes perdeden başlayan slogan, daha Ulaş'a gelmeden "hiiii" şeklinde, tize geçivermişti. (Kırkıma geliyorum, ses tellerim hâlâ büyümediler ve slogan özürlüyüm. Ama kafayı bulunca, sesim aynı İbo. En azından bana öyle geliyor.)

Neyse yoldaşlar. Görünüşümden galeyana gelip, daldım ortama. Filmlerden, kitaplardan falan etkilenmişim tabii; boyuma uygun bir komprador bulup "sen kimin uşağısın lan!" diye çemkireceğim ama bizim oraların en zengin adamı, aynı zamanda en yakın arkadaşımın da babası olan bir emlâkçı. Bütün mal varlığı da bi Ford 17 M, bir de oturdukları daire. Adamın karşısına geçip "siz kimin uşağısınız lan Memet Amca!" diyemem ki…

Sokaklarda dolaşıp bir komprador aramaya başladım ama hangi yana baksam, simitçi, kahveci, gazozcu… Canım fena sıkılmıştı doğrusu.

Bakkala gidip "niye yağ yok be!" diye çatsam, her zamanki gibi "hassirktir lan!" diye sepetleyeceğini bildiğimden, bütün umudum kırılmıştı. Benim militanlık az daha güme gidiyordu. Kendi kendime "başlarım lan böyle semte! Bu kadar da gariban olunmaz ki be!" diye söylenip dururken, siyasetle falan hiç ilgisi olmayan arkadaşlara rastladım. Bi şişe rakı almışlar, Orhan Gencebay'ın filmini seyretmeye gidiyorlarmış. Bana da "gel" dediler.

Devrimci terminoloji açısından bakınca (nasıl söz ama?) lumpendiler, küçük yaşta okuldan alınıp bir yere çırak verilmişlerdi ve devrimci bilinçten de yoksundular (ya bu nasıl?) ama iyi çocuklardı yani. Hem, onları eğitmek, işçi sınıfını bilinçlendirmek de en baba eylem sayılırdı. Bu amaçla takıldım peşlerine.

Ve olaylar gelişti tabii…

Bizim semtin ana caddesine çıktık. Hava kararmak üzere. İnceden bir İstanbul yağmuru; belli ki lodosla gelmiş, damlalar eğik iniyor. Vitrinlerden vuran ışıklar, parke taşlarıyla öpüşüyor. (Yok, vallahi ucuz edebiyat yapmıyorum ama muhabbetin burasında dört elif miktarı durmak gerektiği için ve TV'lerdeki gibi "azzz sonra" şeysini de yazarken yapmak mümkün olmadığından, kıllık olsun diye boşluk dolduruyorum. Fazla uzatmadan mevzuya döneyim gene de.)

Arkadaşlar, Orhan Baba'nın son filmini konuşuyor. Biri daha önce görmüş "aaabi harika yaaa!" diye tezgâhtarlık yapıyor. Film, harbiden sosyal içerikliymiş. Gecekonduları yıkmaya geliyorlarmış da Orhan Baba mahalle halkıyla araçların önüne dikilip "biz görmesek de görecekler var / o mutlu yarınları" şarkısını söylüyormuş. Allah, Allaaaaah! Bir nevi yerli Novecento bu be! Gene militanlığım geldi aklıma ve anında antenleri dikip çevreye geniş açılı bakışlar fırlatmaya başladım.

Ve bütün gün aradığım şey, hiç beklemediğim bir anda çıkıverdi karşıma.

Manav tezgâhının önünde bir belediye zabıtası dikilmiş, bir yandan meyvaları elleyip, bir yandan da mır mır manava çıkışıyordu. Vayy! Halkıma ha! Sonunda bir "yerli işbirlikçi" bulmuştum işte. Hem adamdan rüşvet alıyor, hem de azarlıyordu utanmadan.

Tam burada bir parantez açmak tarihi bir zorunluluk hâline geldi (heh, heh). Necip milletimizin, "kalabalıkta horozlanma" diye tanımlayabileceğimiz bir huyu vardır. Ben de o milletin bir ferdi olarak ve her türlü eşekliğe de bir şekilde bulaşmış bir genç olduğumdan, böyle bir huya sahiptim tabii. Normal koşullarda maçam sıkıp da tek söz edemeyeceğim insanlara, kalabalığa güvenip epey horozlandığım olmuştur.

Şöyle olur: Kıllanılan, gıcık kapılan birine, en az üç beş kişinin bulunduğu bir ortamda ağıza gelen en ağır sözler edilir ve iş yumruklaşma aşamasına gelince de nasıl olsa birileri kavgaya engel olacağından ana avrat düz gidilip bi güzel rahatlanır. Sonra da uzun bir zaman, en az bir arkadaşla gezilir ki, sakata gelme durumu olmasın. Evet, bu tip bir davranışa "yavşaklık" denir. Gene de ağzına geleni söyleyen taraf olunduğundan, araya girenleri aşıp iki tokat patlatamadığı için, diğer taraf daha yavşakmış gibi görünür.

Bu "gelenek" nedeniyle olsa gerek, ben de omuzdaşlarıma güvenip belediye zabıtasına yanaştım. Aslında kibar çocukumdur; kendimden büyüklerle ööle "lan" diyerek falan konuşamam ama boru değil, tarihin akışını değiştireceğim için gözüm dönmüş. Kibarlığı falan salladığım yok.

Olay mahaline geldiğimde, zabıta, elindeki mandalinayı soymakla meşguldü. Sesimi olabildiğince sertleştirip (istediğin kadar sertleştir; sonu gene "hiiii" ) "Bırak lan o mandalinayı!" diye bağırdım. Ben bunu söyleyene kadar, adam koca bir mandalina dilimini ağzına atmıştı bile. Hiç bir şey anlamamış gözlerle bana baktı ve "cırt" diye ısırdığı mandalinanın suyu çenesine akarken, şaşkın şaşkın "efendim?" diye sordu.

İnsan hayatında, zurnanın "zırt" dediği anlar vardır ya; o zaman farkına varmasam bile, bal gibi, öyle bir anın tam ortasındaydım. Efendiden bir memur, iş dönüşü evine aldığı meyvaların tadına bakıyordu ve ben "aaa, ben sizi Ahmet abi sandım, özür dilerim" deyip çamura yatmak yerine, titreyen elimin işaret parmağını adamın burnuna uzatıp "sen kimin uşağısın lan!" diye bir develik yapıverdim.

Ne olacaktı yani? O bana çok çok "vay, görev başındaki memura ha!" diye hönkürecek, ben ona biraz daha ağzımı bozacaktım. Sonra arkadaşlar gelip ayıracaklar, biraz da küfür edip, koşarak uzayacaktık oradan.

Böyle olmadı.

Adam, ben lâfımı tamamlar tamamlamaz, burnumun ortasına öyle bir kafa oturttu ki (nasıl söylesem) resmen ters döndüm ve yüzükoyun yere kapaklandım. Yerdeyken de bir güzel çiğnedi beni.

Yanlış adama çatmış ve temiz bir sopa yemiştim. Oh olsun! Dayak sorun değil de, bana en çok, olaya müdahele etmesi gereken omuzdaşlarımın gülmekten yerlere yatması koymuştu.

Yok abi, yok! Bu halkla devrim falan olmaz.

Yorumlar

Çok büyük bir iştahla okudum yazıyı. Tanrım, bu ne güzel bir anlatım biçimidir, resmen yaşanılan olayların içinde bulunup inceledim, izledim, eğlendim.

Syd Barrett - 29 Temmuz 2010 (21:00)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

118
Derkenar'da     Google'da   ARA