Patronsuz Medya

Öfkenin demlenmişi

Ali Türkan - 12 Mart 2006  


Böyle, esas çocuk tripleriyle büyüyor insan. Sonra sonra karakter rollerine, o da olmadı, figüranlığa razı oluyorsun hayatta.

Ne manitalar tanıdım meselâ: Şiir gibi akarlardı bizim sokaktan. O günlerin sinema yıldızı her kimse, havada karada beş çekerlerdi ona. Dalaklarına kadar gösterirdi giysileri. Yalnız gecelerimizin iç kamaştıran malzemesiydi onlar.

Yazısına baktıklarında turasını görecekleri adam küsüratlarının iki güzel sözüne tav olup, halka açılamadan sünüverdiler. Farları çürüdü. Yaldız çerçeveli aynaların, kendi akislerini daha güzel göstereceğine inandılar galiba.

Ne delikanlılar vardı, hüzünlü elâ gözlere, kodu mu oturtan, kıl aldırmayan tavırlara sahip. Bir çirkefe pijama düğmesi oldu onlar da. Geceleri vermeyen silahlarla avlandılar (gene galiba).

Öyle ağır endam, hımbılî makam bir şey oldu hepsi. Figüran bile olamadılar şu âlemde. Yazık.

* * *

Çoğu zaman nedeni olmuyor hüznün. Daha doğrusu, nelerin birikip de hüzne döndüğünü hatırlayamıyoruz.

Hüzün, öfkenin demlenmişi. Eyleme dönmemiş öfkenin posası.

Öfke acıtır. Sen de acıtmak istersin. Hüzünse, tatlı tatlı, inceden sızlar bir yerlerde. Sarılmak istersin. Burkulmuşsundur belki.

Kiremitlere savrulan yağmur damlalarından, pencerelerden sarkan sarı ışıklara ve hatta, soğuğa direnip meyva veren muşmulaya kadar her şey ya özlediğin, yokluğunu hissettiğin bir şeyleri çağrıştırır, ya da tırmalar yüreciğini. Yumruk gibi bir şey gelir, tıkar şuranı. Gitmez namussuz! Gitmesini de istemezsin ya. Özlersin giderse. "Hayatının baharatı, yaralarındaki tuzdur". Ruhunun kas kesmesidir hüzün.

Yalnızdır. Yalnızlaştırır. Her gece bir yerlere de gitsen, birilerini doldursan da hayatına, yalnızsındır. Birini özlersin. Hiç tanımadığın, tanımayacağın… Çünkü, biri, yalnızca işte o biridir seni yalnızlığından çekip çıkaracak. Yuvarlandığın yerde bulamadığın kapağındır o özlediğin.

Hüzün iyidir de, tiryakilik olmamışsa iyidir. Göz yaşlarını göstermemek için yağmur altında ağlayabiliyorsan ve yalnızlığın saldırısında sarıldığın o sızı, içinin buzlarını çözüyorsa yani.

Tiryakilik olursa, gözyaşlarının arasından güneşi, daha da kötüsü, yıldızları bile göremezsin. Çürümeye başlamışsın demektir o an.

Hadi, sen aban buradan ötesine! Bir hüzünler mi kaldı bize gerçekten.

"Öfke bile duymuyoruz artık değil mi? Duymalıyız oysa! En temiz, en namuslu bir öfkeyi yaşatmalıyız şuramızda" de meselâ.

Ya da bi şey deme, sittiret.

* * *

Ne zaman, az çok tanınmış biri bir adamla, bir kadınla "basılsa", o yavşaklar giriyor devreye. Ben, sustalı ahlâk sahipleri diyorum alayına. Yeri gelince şrrak diye açıyorlar, bütün gün gizledikleri o vıcık vıcık ahlâklarını. Bazılarını tanımak gibi bir şanssızlığım da oldu.

Meselâ, sabahtan akşama kadar her önüne gelen kadını nasıl domaltmak istediğini adıyla sanıyla anlatıp duran bir kese kâğıdı, biri karısının yanında kazara kıç dese, hemen anteni açıp hadise çıkartırdı. Popo denilirmiş.

Türkçe'de de yavşağa yavşak denir.

(Mesajımı verdim; ölsem de gam yemem artık.)

* * *

Sadri Alışık'ın, sonunda "bu da mı gol değil? Ha söyleyin! Bunu da mı atamadım?" tiradı olan bir filmi vardır. Baba felekten silleyi yedikçe, hayata gol atamadığına hayıflanır. Mevzuya yabancı olmadığım için, bilirim. Kafayla penaltı atmaya kalkanların kaderidir gol atamamak.

Bu sıralar ne yazmaya kalksam, hep dikine traş çıkıyor ortaya. Pencere önünde de mart karı. Havayla mı ilgili acaba bu morâl bozukluğu.

Hayat da zor; doksanıma takıp duruyor topları. Gol atalım derken, elek olduk anasını satayım! Hep kazıya kazıya, hep dişle tırnakla elde ettiğim şeylere ve bazılarının onları, hiç emek harcamadan elde etmesine bakınca, aklıma o fıkra geliyor ister istemez: Hani, ormanda her hayvana bir eş seçme emri gelmiş, maymuna da zürefa düşmüş geç kaldığı için. Bir zaman sonra oflaya puflaya krala gitmiş maymun ve "kurtarın beni bu karıdan!" diye şikâyet etmiş. Kral da merak etmiş tabiî, çok mu huysuz diye. "Yok, iyi kız aslında, gönlümü de hoş tutuyor ama yukarı çık öp, aşağı in zit, yorgunluktan anam ağladı!" demiş ya, o hesap.

(Aaa, ne biçim konuşuyorum öyle. Şrrraaaak!)

* * *

Almanca'da güzelim bir "Abgebrühtheit" kelimesi var. Türkçe'ye çevirmesi zor; içselleştirmekle, yüreği nasır tutmak arasında gidip gelen bir anlama sahip. Kaşarlanmak diye çevirmek geliyor içimden (gerçi, pişmek gibi mota mot bir anlamı da var ama ona yüz vermiyoruz şimdi).

Kaşarlanmakta ısrar edeyim.

Esas çocukluğa hamle yapıp yapıp taksiciliğe razı olunca, en çok korktuğum şey, işte bu kaşarlanma hadisesi oldu. Berlin gibi bir şehirde, hele geceleri taksi kullanınca, her numarayla karşılaşıyor insan.

İti, uğursuzu, katili, hırsızı, bocurgatı, motoru, sadisti, mazohisti, nihilisti, zengini, fakiri, namuslusu, namussuzu, puştu, yavşağı, zamparası, körpesi, buruşuğu, hacıanne maması, pezevengi, ibnesi ve akla gelebilecek her nanesi zıplar iş yerine. Beş dakika, on dakika dalar hayatına destursuz.

Zaten, hepsi bir metre küp alanda, istediğin kadar camları aç, havasızlıktan geberiyorsundur; bir de bunlar, iyice boğar seni.

Engel olamadığın, bir yerlere alev püskürten makina ile dalma isteği büyür de büyür içinde. Kendi kendine konuşmaya ve "abartıyorsun canım, pompalı tüfek de yeter" gibisinden ruh terbiyesine başlarsın.

Konuşurken, biri sesini kesecekmiş, lâfı ağzına tıkacakmış gibi telaşlısındır artık. Duyacaklarının seni korkutmasına, üzmesine, öfkelendirmesine o kadar alışmışsındır ki, kendi sesinden başka bir ses bile duymak istemezsin çoğu zaman.

Duyduklarından, gördüklerinden etkilenmemeyi öğrenmek zorundasındır. İki gün önce oğlunu kaybettiğini ağlayarak anlatan bir anne, beş dakika sonra arabadan inecek ve bir daha yüzünü hiç görmeyeceğin biri olmaktan öteye gitmez. Öyle ya, kimbilir ne anneler, ne evlatlar kaybetmiştir.

Evinden atılmış ve çaresizce, açılmayan kapıları çalan biri, bir an önce arabandan inmesi gereken biridir. Kendi başının çaresine bakmalıdır.

Ağlaya ağlaya, şimdiye kadar hiç sevgilisi olmadığını anlatan kırk yaşlarında bir adam, beceriksiz gergedanın tekidir senin için.

Herkes bir şeydir ama ne olurlarsa olsunlar, bir an önce sittirip gitmesi gereken baş belâlardır hepsi.

Dedim ya, kaşarlanmışsındır.

Bir araba kazasında, beyni ellerine akan bir çocuk, en fazla iki saat meşgul eder kafanı. Yol kenarına dikilip o gece çakacakları uyuşturucu parası için müşteri bekleyen kızlara, oğlanlara acımayı da bırakırsın zamanla.

Birilerine acımaya ne kadar ve ne yüzden hakkın olup olmadığı gibi bir soru kalmaz kafanda, zaten, acıma hissini yitirmişsindir. Gitti gelmez olur.

Bu noktadan sonra, o güne kadar neleri eleştirdiysen, eleştirdiklerinin hepsi birden olmuşsun demektir. Kabuğun da için de küflenmiştir. Kül yutmaz, yan basmazsın. Kendini pislikten korumak için çakallaşır, o pisliğin kocaman bir parçası olursun.

Öyle suratsız biri olursun ki, haybeye görüntü kirliliği yaratırsın.

Kimbilir, belki de meslekî deformasyondur bu. Hani bazı psikologlar herkesi manyak; bazı polis memurları herkesi suçlu ve bazı hayat kadınları, herkesi emme basma tulumba gibi görür ya, o ayar bir şey.

Bu, ağaçlara bakıp ormanı görememektir biraz da. Gözünün önüne dikilen o manyaklar, suçlular ve çekişe çekişe pazarlık edip parasını son kuruşuna kadar değerlendirmek amacıyla ekmek teknesini kazımaya kalkanlar yüzünden, onların arkasında duran adam gibi bir insan kalabalığının farkına varamazsın.

Özetle: Kaşarlanmadım. Pisliğin üstünden bakıp arkadaki temiz insanları görüyorum. Ne mutlu bana.

Ve kıssadan hisse: Yeryüzündeki bütün pisliğin nedeni, yemekten, giyinmekten, tatmaktan anlayan; kendileri de evleri de misler gibi kokan; kafa yağını sıvıştırırken hapşırmayla esneme arası bir ses çıkarmak yerine, öküzler gibi böğürebilen, debdebeyi düzmüş, rafine zevkli servet sahipleridir. Biz onlara, kapitalist deriz kendi aramızda. Uzak dururum. Tüm o deterjanların, parfümlerin falan, içlerinin küf kokusunu örtmek için satın alındığını bilirim. Çoğu, vicdanına geciktirici sprey sıkmıştır. Yaşlanınca iki okul, üç cami yaptırırlar. Birilerinin emeğine gönül rahatlığıyla verdikleri para, başka birilerinin kötü kokusunun nedeni ve bedelidir, onlardan çalınmıştır; garibanın kefen parasıdır. Servet düşmanı olduğumdan ve kimsenin dümen suyunu içemediğimden, alayına sin kaf gidip hardallayabilirim sanırım.

(Oh, gene verdim mesajımı. Demek ki, uzun zaman yazmayınca, böyle meşaz kaygısı oluyormuş insanda. Veya, "osuruklu göte piyaz bahane" diyelim biz buna.)

* * *

(İşten geldikten sonra yazmıştım bunları. Uyandım, mart karı devam ediyor. Figüranlarla devam edeyim bari. Birazdan gene iş var. Şurdaki beş cigara ve biraderin kayınçosunun Kosova'dan getirdiği berbat kahve ziyan olmasın. Mevzuya devam.)

Hiç bir halta yaramadığımdan olsa gerek, becerikli insanlara acayip hayran olurum.

Kimi, namaz kılarken takla atar da imamın ruhu duymaz. Kiminin yürüyüşü, başlı başına bir, oraya gelirsem hepinizi tatmin ederim havası taşır. Başka biri, bir kâğıt kalemle saatlerce bir şeyler çizer. Eline bir tırnak çakısı alıp, sobalık odundan geyik yontanlar da vardır.

En çok da güzel sesli insanları severim. Galiba, bir insanda kıskandığım tek özellik de budur. "Ulan, o ses bende olsa, sabah akşam dayanırım mayaya!" diye fesatlık bile yaparım için için.

Demem, yetenekli insanlar vardır ama yetenek, esas çocukluğa yetmez tek başına. Bir de, bir şey olacağına inanmak gerekir.

Kimi şanslı doğar. On altı yaşında, "bana ne yaaa, ben ressam olcam!" diye şımarınca, büyük annesi, "al oğlum, Cihangir'deki apartmanın anahtarı, orada yap resimlerini" der; kimi de "bunlarla uğraşacağına git çalış" diye sopa yer babasından.

Kiminin karaladığı bir şeyler, best - seller olur ve yazarı sonradan öğrenir yazarlığı (o da öğrenirse) ve engellenemez yükselişi başlar; kimi, cebinde beş sağlam roman dosyasıyla kapı kapı dolaşır da, "bırakın şuraya" diye burnuyla masayı gösteren sekreterleri aşamaz bir türlü.

Kiminin hayatında yaptığı ilk iş, ayda bilmem kaç bin dolar maaşla TV programı sunmaktır, peder kontenjanından; kimi de bütün parıltısını haber peşinde kaybeder örselene örselene.

Örnek çok ama bu kadarı yetsin.

Beni asıl, işin başında hayallerinden vazgeçip "adam gibi" işlerin peşine düşenler ilgilendiriyor. Hayal kırıklığına uğrayanlar. Hani o nefis Küba şarkısındaki gibi, "yirmi kere hayal kırıklığına uğradıysan, yirmi birincinin hakkından da gelebilirsin" diyenler.

Tüh! Zincirleme gitmişim ve tek sigaram kalmış. Bu mevzuyu, başka zaman yazarım artık. Şu sonuncusu da, yazı bittikten sonra içilen cigara olsun bari.

Nasıldım hayatım?

* * *

Berlin / Damımıza damımıza kar yağdı

Yorumlar

Dönüp dönüp okuduğum bir yazı. Hayatta tekrarından sıkılmadığım anlar çok azdır.

Hele de benim gibi, bir yetişkin olmasına rağmen dikkat süresi on dakikayı geçmeyen biri için tekrarlar fena can sıkıcı bir şeydir.

Ali Türkan'ı tanımak şans olmalı. (Ete kemiğe bürünmüşlükten bahsetmiyorum elbette.) Her yazısını benim için yazmış gibi bir hisse kapılıyorum. Tuhaf…

Nilgün - 26 Mayıs 2011 (00:03)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

60
Derkenar'da     Google'da   ARA