Patronsuz Medya

Yahu bırakın da uyuyalım!

Ali Türkan - 5 Ağustos 2002  


Baba olmak kolay mı?

Eve geldim, saat gecenin üçü ama ufaklığın gözleri fıldır fıldır. Kafasına bir şeyler takılmış da uyuyamıyormuş. Benim de gözlerimden uyku akıyor. Gene de "hadi gel bahçeye inelim" dedim.

Hava da bir güzel. Yıldızlar sapıtmış, cırcır böcekleri, çam ağaçları falan… Ortam mis yani! Çimenlere bi örtü atıp yan yana uzandık. Kızım başladı, son hecesini uzattığı "baba" ile başlayan soru cümlelerine…

Bu, "gece uyuyamama" illetinde bi şey var anasını satayım! Durduk yerde, insanın kafası karışıyor, gündüz aklına gelmeyen yığınla soru üşüşüyor kafasına… İlk soruyu aldım:

- İnsan ne zaman adam olur?

Haydaaa!

Başladım dilim döndüğü kadar anlatmaya. Adamlığın yaşı yoktur. Küçük yaşında "adam" denecek insanlar olduğu kadar, yüz yaşına gelip bu sıfatı hak etmeyen insanlar olduğunu falan… Ve bir kere daha gördüm ki, karşımızdakinin dediğini, kendi sınırlarımız içinde anlayabiliyoruz ancak. Dokuz yaşındaki çocuğun kafasında adamlık kavramı ne arar? (Çok şükür, çocuklarım erken büyümek zorunda kalmadılar.)

Kızım bana erkek olmanın yaşını soruyor, ben de ona "adam" olmayı anlatıyorum. Bu ufaklık (kime çekmiş bilmem) böyle şeyleri de hiç kaçırmaz; başladı kikirdemeye… Uyku da başına vurmuş, susmuyor tabii. Çaresiz biraz alay ettik benimle.

(Bir keresinde de elimde bir paket, kıçın kıçın asansöre girmeye çalışırken, küüt diye asansör kapısına girmiştim. Onu da üç yıldır aklıma getirir her fırsatta.)

Şu pedagoji, çocukların sorularına cevap verme iyi de, gecenin üçünde hiç çekilmiyor yani. Meselâ oğlanla işim kolay. Altı dersten çaktığı için "sen önce derslerine çalış" diye hönkürüp ahiret sorularından sıyırıyorum. (O da pek sallamıyor Allah'tan. Herif sınıfta kaldığına seviniyor bir de. Sınıfta en kısa onun boyuymuş, şimdi ötekilerle aynı olacakmış en azından.) Ama bu zilli, bi de okul birincisi, ister istemez hafiften bir Einstein havası yaptı kendine. Durduk yerde "yağmur damlaları neden yuvarlak?" diye kafasını buruşturuyor insanın.

Mır mır konuşurken, uykuya daldı. Ben de yatağına taşıdım. Ama gecenin bir vakti bunca spor yapınca, uyku falan kalmadı tabii. Bi yorgan sırtlayıp indim bahçeye. Ev zaten sıcak, uykum gelince bahçede uyuyacağım hesapta. Bir de "hafif" kitap aldım ki, okurken uykum gelsin. Gerçekten de geldi. (Şimdi kitabın adını yazmiiim; ayıp olur.)

Tam dalacağım, kulağımın dibinde " miriiiööööwwwnnnn" diye bir ses (" v" yerine " w" kullanıyorum çünkü Zeytin, doğma büyüme Alamancı), Zeytin gelmiş, yorganın altında yer istiyor.

Sohbeti hoş bir hergele Zeytin… Ne Enis Batur'un " Kediler Krallara Bakabilir" yazısını okumuş; ne Nurullah Ataç'ın " Birbirine huyca benzeyen iki kedi, birbirine huyca benzemeyen iki insan kadar azdır" sözlerinden haberi var; ne İhap Hulusi'nin, Ramiz'in, Cemal Nadir'in kedili resimlerini görmüştür; ne de Tamburi Cemil Bey'in kedi sevgisinden haberdardır ama sapına kadar kedidir. (Tamam, yalanmayı hâlâ öğrenemedi, şapır şupur lâhana turşusu ziftleniyor ve eve giren haşereyle de dostça ilişkiler içinde olabilir. Bunlar onun kedi olmadığını değil, barışsever kişiliğini gösterir yalnızca. Hatta, her sabah dörtte miyavladığı için, kendini horoz sandığından da şüpheleniyorum ama o bir kedidir. Aksine inanmayın, taklitlerinden kaçının.) Hayatı altı kapıya bağlayan her canlı gibi, o da doğasından epey vaz geçmiş durumda; bütün sorunu bu.

Zeytin'i koynuma aldım ve gözlerimi kapattım. Birazdan kuşlar tıraşa başlayacağı için, sesler çoğalmadan uyumak niyetindeyim. Niyet iyi de, Zeytin bi horlamaya başladı, gel de uyu.

Yalnız horlasa iyi; bir de sayıklıyor deve. Uykusu da bi ağır. Yastığını değiştirmek, sağdan sola çevirmek falan kâr etmiyor.

Bi cıgara yaktım. Üşenmesem, gene eve çıkacağım ama oradan kalkmak da zor geldi doğrusu.

Ve önce, sanırım çalar saat mertebesine yükselmiş bir kuş başladı. Aynı o modern çalar saatler gibi, biip, biip, biip… Bütün mahalleyi ayağa kaldırdı tabii. Ben de uyuyamadığım için, oturup bunları yazıyorum.

Uykusuzluk başıma vurdu, çenem düştü…

1900

Elin köylüsü, kafayı çekmiş " Giuseppe Verdi öldü!" diye naralar atarak evine döner tabii. Rönesans diye bi şey yapmış adamlar; La Traviata çığıracaklar elbette. Çığırsınlar bize ne?

İşte o Verdi'nin öldüğü gün (yani 27 ocak 1901 tarihinde) İtalyan toprak ağalarından birinin toprağında (Burt Lancester) iki çocuk dünyaya gelir. Biri ağanın torunu Alfredo (Robert de Niro), diğeri de yarıcılardan birinin torunu Bastardo (yani piç) Olmo'dur (Gerard Depardieu).

Kader ağlarını örer (heh, heh) ve iki çocuk birlikte büyürler. Dere kenarında kurbağa yakalar, toprağı delip otuzbir çeker, serserilik yaparlar falan…

Sonrası bol bol Bertolucci maoculuğu, tablo gibi sahneler, nefis bir öykü, soğuk sıkılmış zeytinyağı kıvamında geçişler, tüfek dipçiğiyle akrabasını "tatmin eden" Robert de Niro, hamile karısının eteğinden kafayı sokup "bayıltan" Gerard, kediye kafa atan faşo Sutherland, durduk yerde köylülere kör taklidi yapan snob manita, hay hay iktidarı ele geçiren İtalyan faşistleri, sonra Olmo'nun "öncü savaşçı" şeklinde ortama dalması, faşistlerin göt olması (beter olsunlar), köylü kadınların öfkesi, yere çöküp direniş ajitesi, toprak ağalarının bitişi, otuz iki kısım tekmili birden; Allah'ına kadar film.

İnsana "tüh lan, ben niye akıl edemedim!" dedirten güzellikte bir " saga". İzlemeyen varsa, hemen bulsun… Altı saat falan sürüyor. Üstelik, Gerard Depardieu'dan hoşlanıyorsanız, herif acaip yakışıklıymış gençliğinde. Sonra, şu gurme'lik müessesi bozmuş galiba. (Gourmet diye yazılır ve her şeyi ziftlenip "mmmıh" diye sesler çıkartmaya denir. Kıyma ve salça bazlı yemeklerden, köfte ekmek ve dürümden sonra başlayan şey. Tabağı kırk dolardan, soslu kuşkonmaz yeme hıyarlığı…)

Burdan sonrası, filmi izleyenler için daha çok.

Hani bir sahne var… Olmo askerden döner. Alfredo ile gezerlerken bi manitaya rastlarlar. Gariban, akça pakça bir kızcağız. Kızın evine giderler… Sonra ikisi de anadan üryan girer sahneye… Kız saralı çıkar, mevzuun ortasında ağzından köpükler çıkmaya başlar falan.

İşte bu sahnede bi rahatsızlığım var ama hay Allah, hicabımdan gebermeden nasıl anlatıciim bakalım?

Şööle izah edeyim: Bizim Gerard'ın şeyi Robert'in yanında biraz "ufak" kalıyor. Niyeti bozup işe ideolojik yaklaşmayayım diyorum ama bu Bertolucci ne demek istiyor yani? Elin toprak agasının şeysi, ayıptır göstermesi, nah… Töbe, töbe… Sanki Bertolucci burada da bir "meşaz" vermek istiyor. Herif Amerikalı olsa bu kadar kıllanmayacağım ama İtalyan bu; en az Türk milleti kadar fırlamadır yani… Devrimci önderin şeysi o kadarcık mı olurmuş? Adamcağız neyine güvenip "Maria bacı" diyecek yoldaşlarına?

İşte o güzelim filmde, en önemli hata buydu. Devrimci dediğin, hele liderse, boylu poslu olur. Kodu mu oturtur. Barim barim bağırtır.

Şimdi anlaşıldı bizim Gerard'ın yemek düşkünlüğü. Adam kahrından mideye yüklenmiş. Yazık yazık, kalıbının adamı değilmiş.

Kıvırma lan karı gibi!

Düğünlerde bazı tipler vardır. Laciler falan, kont gibi dalarlar ortama… Hafiften bir kırantalıkları vardır ama düğün ilerleyip alkol miktarı artınca, fena dağıtır, "lâf anlamaz ormancı, çekmiş kafayı" trendine zıplarlar.

Önce ceket fora edilir, ardından gravat. Gömleğin bir eteği pantalon dışına taşar, kollar sıvanır. Ne horon kalır, ne hâlây, ne ağır roman, ne de "horyantal"; her parçada önce onlar fırlar piste… "Abi iyisin gene" tarzı inceden geçirmelere de "eğleniyoruz be anam!" şeklinde cevap verirlerler ya çoğu zaman… Arada bir uyaran olursa da hemen ibiği dikip karşı koyarlar. Sanki kurtlarını dökebilmek için o düğünü beklemişlerdir.

Mantardan bir hayatın, dertleri aralayıp azıcık dağıtabilme vesilesi olur bu tipler için düğün denilen şey.

İşte o tipler olmasa, hiç bir düğüne gitmem yani. Böyle biline.

Ortalıktan kaybolma efsanesi

Neden ortalıktan kaybolduğum tam anlaşılmamış; bir de şööle izah edeyim:

Vallahi suçum yok. İsteyerek olmadı yani… Durduk yerde, psikolojide " kıçı devirme sendromu" olarak adlandırılmayan ama bence mutlaka öyle adlandırılması gereken duruma yatay geçiş yapınca, kervanı yıkıverdim. Zaten toplasan, kaç deve yükü hayatımız var ki?

Aslında, "madem işsiz kaldım, oturup bi şeyler yazayım bari" diye düşünmüştüm ama en saygıdeğerinden bir tembellik sarıverdi bünyemi. Yazmaktan vaz geçtim, düşünmek bile zor geliyordu. Saati soranlara bile "valla bilmem, ben karşının şoförüyüm" denyosu yapıyordum.

Sonra bir bahar geldi; doğa çıldırdı falan… Anında bahçeye hamak tertibatı, emektar şortum, şıpıdık terliklerim… Niyetim belli; bahar havasında, elimde "kaypirinya" bardağı, Comte, Mill, Spencer, Marks, İbni Haldun… Allah ne verdiyse, sosyoloji şey edeceğim; biraz derin devlete kafa yoruciim falan… Ama niyet ve amel gene uymadı birbirine… Baharla biraz toparlanır gibi olan kafam, iyice dağıldı. Yıllardır ana avrat gittiğim Nietzsche'yi bile okumaya kalktım. (Almanca bilen herkese tavsiye ederim. Nefis bir dili var. Var da sakın kafanız karışıkken okumayın. Onun " ben her haltı bilirim ama tenezzül etmem" tavrı da çok yorucu.)

Velhasıl, neye niyetlendiysem bi numara kalın geldi. Ben de bıraktım. Ama ne bırakma… Hava güzelken hiç bir şey yapmadan hamakta testis kebabı yapıyor, hava biraz serinleyince de gene hamakta aynı kebap…

Tam bu duruma alışmışken, hayat gailesi bi çift daldı; ben de kalkıp bir iş buldum işte. Yanıtlayamadığım mailler için de çok üzgünüm. Bi daa olmaz (umarım).

Şimdi uyumam gerek.

Bizim evin çatı kirişindeki bir oyuğa yuva yapmış bir ağaçkakan var. Almanya'dan oğlu geldi galiba; kaçak kat çıkıyor deyyus. Onun tak tak'ları durmuşken, yatayım ben.

Bu arada, Basriye doğurdu. Peşinde kopilleriyle salına salına piyasa yapıyor bazen. Bana da pek yüz vermiyor; umudu kesti galiba.

Ve gene bu arada, idam cezası kalkmış. Vatana millete hayırlı olsun. Elli sene geç de olsa, geç oldu ama temiz oldu. Şimdi "ağırlaştırılmış" müebbet hapis diye bir şey girecek mahkûmların hayatına… Umarım, "bizi asın daha iyi be!" olmaz.

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

54
Derkenar'da     Google'da   ARA