Patronsuz Medya

"Pembeye boyayın o ibneleri!"

Ali Türkan - 4 Mayıs 2004  


Biliyorum, orada ve bana bakıyor gözleri. Yalnız bana mı? "Ete, süte, hürriyete" …

Yahudiler'i sarıya boyarlarmış, eşcinselleri pembeye.

Engellilerin hayatta kalma şansı, iş güçleriyle orantılıymış. Çalışabilecek derecede "sağlam" olanlar hayatta bırakılır, diğerleri de, topluma yük oldukları gibi hastalıklı bir hesapla öldürülürmüş.

Hitler'in ve kurduğu "Bin Yıllık Krallık"ın üç misyonundan ikisi gerçekleşti şimdiye kadar. Önce sosyalizm Avrupa'da tehlike olmaktan çıktı, ardından da Sovyetler Birliği yıkıldı. Bunlar gibi "resmi" olmayan ama en az bunlar kadar, hatta bunlardan da önemli bir misyon daha gerçekleşti ve insanın, belli koşullarda tektipinsan haline gelmesinin hiç de zor olmadığı ispatlandı.

Herkes biliyor ama gene de kısaca anlatayım. Şöyle oldu:

Önce, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış, bir ekmeğe birkaç milyar Reichsmark verilen koşullarda bunalmış, yoksullaşmış, kendine güveni yerle bir olmuş bir halk bulundu ve bu halka, "üst insan" olduğu anlatıldı. Bu yapılırken de, ülkede bu kavrama, bu yönteme itiraz edecek ne kadar adam gibi adam varsa ya yurt dışına kaçırıldı, ya öldürüldü ya da ceza evlerine dolduruldu.

Bu aşamadan sonra da halka güven aşılanmaya başlandı. Halk, yukarı taşındı. Yukarı çıkmanın en kolay yolu da, birilerinin, bir şeylerin üstüne basmaktan geçer. İşte o üstüne basılacak şeyler de "öteki" olarak çakıldı insanların beynine.

O güne kadar görülmemiş müthiş bir propaganda mekanizması ile, öteki'nin tanımı yapıldı ve "beriki" için ne kadar tehlikeli olduğu anlatıldı.

Öyle bir yere gelindi ki, o zamana kadar kendi işinde gücünde, kimseye zararı olmayan, pazar günleri kilisesine giden, ayininde niyazında insanlar, komşularının bir gece vakti kapılarının kırılıp apar topar hayatlarından koparılmasına sessiz kaldı, hatta çoğu zaman, o komşuları kendileri ihbar ettiler.

Tanımı müthiş bir propaganda ile yapılmış öteki'nin yok edilmesi önce mubah, alıştıkça da elzem hâle geldi.

Yahudiler, Lehler, Çingeneler, sosyalistler, sosyal demokratlar, engelliler, eşcinseller, gerçekten inançlı oldukları için bu olanları vicdanıyla bağdaştıramayan dindar insanlar, öteki ilân edildiler ve toplama kamplarına dolduruldular. Bunların çalışacak durumda olanları, boğaz tokluğuna ve zorla fabrikalarda çalıştırılıp toplumun refahı için uğraşırken, "işe yaramayanlar" gaz odalarına tıkılıp yok edildi.

Refah kutsanmış ve refahı tehdit eden her şey lânetlenmiştir artık. Üst insan, refaha lâyık insandır.

Köle işçiler, bir yandan fabrikalarda Volkswagen üretip her bir üst insanı otomobil sahibi yaparken, öte yandan, üstünden önce o arabaların, ardından da tankların geçeceği otoyolları yaptılar. Refahın fetiş haline getirildiği ve adam gibi adamların ortadan kaldırıldığı bir düzende, değirmenin suyunun nereden geldiği kimseyi ilgilendirmedi. Önemli olan, o arabalarla o yollarda salınmaktı çünkü.

Sonra savaş çıktı ve üst insan'ın validesi de Mart karıyla tanıştı. Amerikan GI'ları (piyadeleri) naylon çorap ve çikolatanın hikmetiyle; Kızıl Ordu askeri de çiroz, sosyalist propaganda ve bunlara burun kıvrılınca da "keleş" dipçiğinin himmetiyle, evde kocalarını bekleyen üst insan kadınıyla barışı sağladı.

Nazım Baba, keyifle çubuğunu tüttürdü ceza evinde ve Hitler'in insanın gelişmesine karşı durduğu için yenildiğini düşündü bütün saf, temiz, iyi niyetli sosyalistler gibi. Sevincinden, Beethoven'in bilmem kaçıncı senfonisinde flütleri konuşturdu kız kardeşinin sesiyle.

Ben Nazım'ı okuyup gaza geldim, tüylerim diken diken oldu ve insanın gelişmesinin önüne geçilemeyeceğine, bunu deneyenin yan basacağına inandım küçük kızımın yüreğiyle.

Herkes saf değildi. Başkaları, başka sonuçlar çıkarmış, başka "dersler" almıştı bu olanlardan.

* * *

Gözbağcılık zor zenaattır. Koca bir seyirci kitlesinin dikkatini ilgisiz bir noktaya toplayıp, başka bir yerde "işi bitirmeyi" gerektirir.

Aslında, basit numaralarla kotarılır çoğu şey. Meselâ, avucun içinde kayboluyormuş gibi görünen bir mendil, aslında, plastikten yapılma bir baş parmağın içine ittirilir. Ten rengine boyanmış o plastik parmak, baş parmağın üstüne geçirilince, mendil de ortadan kaybolmuş olur.

Böyle basit numaraların nasıl yapıldığını öğrenmek de, insanda hayâl kırıklığı yaratır.

And they're all made out of ticky tacky

Zafer kazanmış GI'lar, evlerine dönmüşlerdi artık. Boru mu be! Almanya gibi bir askerî gücü bitirmiş, mabadı kalkmış Japonlar'ı iki atom bombasıyla iki seksen uzatmışlardı. Otuzlu yıllardaki Büyük Kriz'in tükettiği, kendine güveni kalmamış gariban Amerikan köylüsü gitmiş, yerine Avrupa kentleriyle, özellikle de Fransız kültürüyle ayaküstü tanışmış, hayat oburu insanlar gelmişti.

Onlar, dünyayı titreten bir halkın üstün evlâtlarıydı artık. Önce Hollywood, ardından da evlerin yüzde otuzuna girmeyi becermiş Television Industry, bunu anlatıyordu onlara. Bunu ve her şeyin en iyisine lâyık olduklarını.

İyi de, Fransa görmüş olsa da, daha düne kadar askılı kot giyip sığır güden John Boy Walton, her şeyin iyisinin ne olduğunu nereden bilsin? Cephede biraz nefes aldıkça, çok çok, bir kentte yaşamayı ve her gün soğanın cücüğünü yemeyi düşlemiştir.

John Boy ister de, koca Amarıka bir savaş kahramanından bi şey esirger mi? Hemen TV'lerde, ihtiyacın ne olduğu belirlenir, John Boy ve kuracağı ailesi için, kentlerin banliyölerine birbirinin eşi Little Boxes'lar kondurulur (çoğulun çoğulu oldu, biliyorum).

Ardından da gelsin otomobiller, buz dolapları, çamaşır makinaları, çim biçme şeyleri, püsürler…

Bunları alabilsin diye de, hiç de öyle bir talep veya sendikal hareket olmadığı halde, Waltongiller'in maaşına yüzde elli zam yapılır. Hazır parası varken, bol bol çocuk yapması öğütlenir bizimkilere. John Boy da mutfak masasının üstünde ve unlaya unlaya çöker hanımın iman tahtasına (yok be, bu başka bir yerdeydi; John Boy, pijamalarını giymeden önce niyeti bozamaz çünkü).

Bahçesindeki çimleri özenle biçilmiş evlerdeki Protestan usulü bu dobraşmadan da tam 29 milyon Amerikalı gelir dünyaya (oha!). ABD'deki nüfus artışı, Hindistan'dakine denk olur ellili yıllarda. Bebelere de bir sürü püsür alınır falan. Kahvaltılarda ters çevrilmiş "aynalı" yumurta, süt ve mısır gevreği, tost ekmeği yer yavrucaklar (bize de süt tozu yollamıştı pezevenkler; ilkokul birinci sınıfta içerdik o zıkkımı).

Ay bir refah, bir huzur, bir manzara…

Dikkat bu manzaraya yoğunlaşmışken, gözbağcılar girer devreye.

Millet hayran hayran, şapkadan çıkan tavşana bakarken, Hollywood'da bir takım oyuncular "boyanmaya" başlanır. Meselâ Charles Chaplin gibi bir usta bile, önce "ben komunist değilim" demeye, ardından da ülkeyi terk etmeye zorlanır.

John Boy'un hemen yanındaki evde oturan komşu, on yıl önce, High School'da katıldığı bir şiir gecesinde, Jennifer'in memeleriyle gaza gelip Sacco ve Vanzetti hakkında şimdi hatırlayamadığı birkaç söz ettiği için tutuklanır ama bu gibi ayrıntılar da bu manzarayı bozmak istemeyen John Boy açısından, yalnızca ayrıntı kalır.

Bir yandan savaşta alınan galibiyet, öte yandan uzayı fethetme çalışmaları, teknik aygıtların fener alayı derken, Amerikan köylüsü de üst insan olduğuna inanmaya ve öteki'nin ortadan kaybolmasına tepki vermemeye alışmıştır artık. Tepki bir yana, o da, tıpkı savaştığı Almanlar gibi, bunları önce mubah, sonra da elzem görmeye başlamıştır.

Çünkü ortada, "Thanks Giving" günlerinde yenilen kestaneli hindiden fazla şeyler vardır kaybedilecek. Refah kutsaldır ve böylesi mükemmel bir sistemde, herkesin eşit haklara sahip olduğu demokratik bir düzende, olsa olsa bu düzene karşı çıkan hatalıdır.

Düzen, üst insanların düzeni ve biraz farklı olan herkes de öteki'dir. Gene de ille farklı olmak isteyenlerden, Elvis Presley müziği, abidik gubidik giysiler ve saç tarama şekli esirgenmez. Bu yöntem de tutar ve daha sonraki yıllarda da protesto, muhalefet, kendisi de endüstri hâline gelmiş müzik ve giysilerle yapılır ancak.

Zaten köy, kasaba kökenli olan ve köylülüğün olmazsa olmazı "yabancıya şüphe duyma" olgusuyla büyümüş John Boy için, çok da büyük bir adım değildir bu. O artık, farklı olan her ses susturulduğu ve kendi başına itiraz edebilecek bir zekâya, birikime sahip olmadığından, mükemmele yakın bir dünyada yaşadığına inanan, bu dünyayı korumak adına da her şeyi yapabilecek bir tektipinsan'dır.

Birilerinin pembeye veya başka bir renge boyanması da, bu birileri kendisi olmadığı sürece, rahatsız etmeyecektir onu.

John Boy'un çocukları, tosladıkları duvarları demokrasinin gereği sanan ve özgür olduklarına inandıkları işte böyle bir ortamda, "bir hazin hürriyet" e şahitlik eden yıldızların altında dünyaya gelirler.

* * *

Bir sonraki yazı: O çocuklar büyüdü Ahmet Abi

Yorumlar

Sevgili Ali ağbiciğim, bunu sen yaşarken okumak isterdim, ama çok geç kalmışım. Şimdi merak ediyorum, bizi ne renk boyuyorlar acaba, gerçekten merak ediyorum. Sonsuz sevgi ve saygılarımla.

Ahmet Altuğ - 6 Ocak 2008 (17:33)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

59
Derkenar'da     Google'da   ARA