"Müfredat Aydını" yazısını okuduğumdan beri "benim de söyleyeceklerim var" diye sıçamaz kediler gibi geziyorum. Hani, çorbada azıcık tuzum olsun diye, ben de iki çift lâf edeyim dedim. Birilerini kıçüstü oturtmak gibi bir niyetim yok.
* * *
Türkiye'de, muğlâk bir aydın tanımı üstünden, gerçek aydınların da günah keçisi yapıldığını düşünürüm hep. Bu yüzden de mümkün olduğu kadar, "aydın eleştirisi" denen şeyden kaçınıyorum. Yapılacaksa da aydının çok iyi tanımlanması gerektiğini düşünüyorum.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bizde de uzman ve aydın kavramları ziyadesiyle iç içe geçmiş durumda. Aydın'ın olmazsa olmaz koşulunun, dünyayı algılamadaki yöntemlerinden önce, "mazlumun yanında olmak" gerektiğine es geçiyoruz sık sık. Kendi halkını aşağılayan, aldığı eğitimde, kendisine model gösterilen Batılı insan tipine uymayan insanları insandan bile saymayan birine, aydın demem zaten mümkün değil. Onları tanımlayabilmek için aklıma gelen ve içimden geçen sıfatları da aile terbiyem müsait olmadığı için sayamıyorum burada. Bu yüzden de gene o aşağıladıkları insanlar tarafından onlara takılan "entel" sözcüğüne başvuruyorum.
Entel, bir zavallıdır aslında. En büyük üzüntüsü, bu topraklarda doğmuş olmaktır. Gene de hafif tertip bir, "ulan, başka bir ülkede, benden bi halt olmazdı" kıllanmasını taşır bünyesinde. Bu yüzden de özellikle Avrupalı'nın karşısında eziktir ve kendi köylüsünden esirgediği "komple muamele" yi bir barda veya turistik bir beldede rastladığı Avrupa köylüsüne yapar.
Kimbilir, Avrupalı'dan "aferin" alınca, ona ne kadar onlardan olduğunu gösterince, o yetmezlik duygusundan kurtulacağına inanır belki de.
Birkaç bilinen örnek dışında (ki bazıları kosmosta enseyi karartmamaktan yanadır) çoğu toplumun alt katmanlarından gelmişlerdir ve geldikleri katmana, onlara bir zamanki yoksulluklarını hatırlatan her şeye, dehşetli bir öfke duyarlar. Sürekli "yaşamın gustosundan, Avrupa'daki kentlere gittiklerinde alışveriş mekânlarını değil müzeleri gezdiklerinden, balıkla beyaz şarap içtiklerinden" falan söz açarlar ki (artık) o sınıfa ait olmadıkları bi güzel anlaşılsın. Aslında, tıpkı arada bir alay ettikleri o hırt zenginler gibi, gösteriş budalası olmaktan başka bir şey değildirler. Gösteriş araçları da hatmettikleri yazar, şair, ressam, fişmekân adları ve parayla satın alınabilen müzik cd'si, tablo, vs gibi şeylerdir.
Bu tipin ortalaması, korkak ve hedonisttir. Bazı dengeleri gözetmeyi çok iyi bilir ve hiç bir şeye gerçekten inanmaz. Nefsine aşırı düşkünlüğü yüzünden, yerini sarsacak her şeye saldırabilir ve bunu da nefsi müdafaa olarak görür.
Geçmişinde (o zamanlar o "para" ettiği için) bir solculuk dönemi vardır. Şimdi solculuk para etmediği için, büyük bir olasılıkla, daha "liberal" bir kimlik içindedir ve mutlaka o zamanki solcuların sığlıklarına giydiriyordur her fırsatta. Gene büyük bir olasılıkla, 68'liler neyse de, ardından gelenlere (bi de 78'likler diye isim koymuşlar) tu kaka diyordur. Onlar, daha bir kara kafalı oldukları için, belki de kendisi gidişatın zamanında farkına varıp çark ettiği için, kendisinin hayatının da böyle bir şey olabileceğini gösterdikleri için öfkelidir onlara. Bilinmez ki, her an her şeye öfke duyabilir. Hatta, Küçük Mustafa çocukken kovaladı diye, kargalara bile…
Çünkü, Mustafa'yı her yaşta sevmek, bu ülkede en geçer akçedir. Tehlikesi olmadığı gibi, getirisi de çoktur.
(Dur, bi kahve yapiim kendime. Hani, ben yapıyorum diye söylemiyorum ama "köpüğünde nalın durur ve bataklık kıvamında değildir" ayarında oluyor kahvelerim. Hemen geliyorum.)
Neyse, buradan başa dönelim ve entelimizin Avrupalı şeysine gelelim gene.
"İyi ve güzel" olan her şeyin Batı'dan geldiğine inandırılmış, inanmıştır çocukluğundan beri. Bu yüzden, kendi coğrafyasından ve o coğrafyanın doğusundan gelen her şeye şüpheyle ve istihza ile bakar. Yalnızca, Avrupalı'nın karşısında o kadar da ezik durmamak için olsa gerek, Mevlâna'ya, Hayyam'a veya Yunus'a da başvurduğu olur. Avrupalı'nın karşısına koyacağı bir özgüveni olmadığı için, daha önce kendisine benzeyenler tarafından Avrupa'ya pazarlanmış bu değerlere sığınır.
Bunlar da olmazsa, sömürülecek bir Nazım vardır elbette. Eğer Avrupalı muhatabı bunları tanımayacak kadar kara cahilse, Boğaz, şiş kebap ve raki tabii ki…
Ne bulursa satar. Geldiği yere yetenekleriyle değil (bir parıltısı varsa, onu da "yolda" kaybetmiştir) tezgâhtarlıktaki hünerleri sayesinde gelmiştir ve en iyi becerdiği şey de budur.
Bir zavallıdır.
Doğmak istediği ülkede, kendi işini yapanlarla arasındaki kazanç fakına bakar ve bu farkın sorumlusu olarak kendi ürettiklerini almayan, "anlamayan" halkını görür. Bu yüzden, eğer bir köşesi varsa orada; yoksa söyleşilerde falan "ne kadar az gazete satıldığından, kitap okunmadığından" söz eder her fırsatta. Rakamlar sıralar. Almanya'da şu kadar, İngiltere'de bu kadar, Amerika'da nah bu kadar… Bu rakamları sıralarken de, "halkın refah düzeyini yükseltmek, muassır medenîyyet seviyesi" gibi "soylu" gerekçelerin vokalinde takılır mevzuya. (Bazen de sapıtıp köy evlerinde piyano dinlemek gibi herzeler de yumurtlar.)
Halkın ne olduğu, ne olacağı umurunda bile değildir aslında. Umurunda olsa, arada bir duruşuyla belli eder bunu. Oysa hep kendi halkını düşman gibi gören derin devletinin yanındadır. Korkularının verdiği bir sadakat ile bağlıdır devletine.
Zavallıdır, aptal değil. İkbal denen şeyin, derin devlete rağmen olduğuna hiç şahit olmamıştır. Aslî görevinin, devletin işleyişindeki geri kalmışlıklara kılıf uydurmak olduğuna inanır bu yüzden. Sık sık demokrasiden dem vurmasına rağmen, halkın önemli bir bölümünün tercihlerine karşı çıkabilir edindiği bu görev anlayışıyla. Yeter ki, halkın önemli bir bölümünün tercihi, derin devletin isteklerinin karşısında olsun.
Sanırım, hem işi kitabına uydurmak hem de böylesi bir tezatı açıklayabilmek için de herkesin oyunun eşit olamayacağından, halkın zevksizliğinden, cehaletinden, okumamışlığından, boktan püsürden dem vurur. Saf okuyucu da bu "aydın" yazarın halkı için uykularının kaçtığını falan düşünür. Böylece de sıçıp sıvadığı halkı tarafından bir de "sözünü esirgemeyen yazar" veya "cesur kalem" gibi sıfatlarla adlandırılır.
Bütün cesareti, arada bir "Eşek Nasıl Becerilir?" gibi yazılar yazmak veya yazılarında bazı manken kızlardan "orospu", bazı şarkıcılardan da "ibne" diye söz etmekle sınırlıdır oysa. Daha "büyük" ve zararı bir takım orospulardan veya ibnelerden mutlaka daha çok olan hedeflerden de saygıyla ve o adların önüne bir "sayın" eklemekten çekinmeden söz eder. Kaçakçılıktan veya insan sağlığı üzerine oynadığı oyunlardan zengin olmuş ailelere ve onların sanata yatırımlarına destanlar yazar. En sevdiği şey, o zenginlerden birinden "bizim bilmem kim" diye söz edebilmek, onların sofralarında bulunmaktır.
Halkının konuşmalarından, kimilerinin meselâ rakip kelimesini "raaakip" diye uzatarak söylemesinden "hanzoluk" olarak söz ederken, tanıdığım en özürlü konuşmacı olan bir holding başkanının ifade tarzından, "o her zamanki doğallıyla" diye söz eder.
Zavallıdır ve kirlidir.
Devlet, askeri darbelerle ve daha sonraki kimliksizleştirme sürecinde, gerçekten aydın tanımına uyacak insanları bir şekilde "etkisiz" hale getirerek, büyük oranda onun gibilerin önünü açmış, şimdi bulunduğu yere getirmiştir. Onu oraya getiren gücün, her an oradan indirebileceğini bilir. Orası ki, onun için en kutsal yerdir. Şekeri, kolestorolü azdığı, bedenindeki tüm damarları tıkandığı halde, oralardan ayrılmayı, son günlerini bir Ege veya Akdeniz kasabasında geçirmeyi ister ama beceremez. Özgüveni olmadığı için, o "ün" ün dışında bir varoluş biçimini düşünemez bile.
Zavallı ve paranoyaktır. Herkesin kendisine düşman olduğunu, biraz ortadan kaybolursa, mevkiini elinden kapacaklarını düşünür (bu düşüncesinde pek de haksız sayılmaz; kendi cinsinden lâvuklar kapıda nöbet tutmaktadır çünkü). Üretecek bir şeyi de kalmadığından, kırk yıldır yumurtladığı herzeleri her çeşitte paketlemeyi, olmadı otuz beş yıl önce yazılmış bir yazıyı dayatmayı sürdürür. Bununla da memlekette bir şey değişmediği, tutarlı olduğu, biz fanilerin ne kadar aptal olduğu ve "bayat mal" a razı olacağımız, v.S. Gibi yığınla mesaj verir.
Tüm seçkinlik palavrasının ardında, aslında yaşamla ilgili öğrendiği her şeyi, dergilerden, daha sonra patron masalarındaki "ekonomi" geyiklerinden, siyasetçi masalarındaki tartışmalardan ve yattığı entel meraklısı edebiyat düşkünü kadınlardan (veya erkeklerden) öğrendiğini bilmenin ezikliği yatar. Sonradan görme tavırları ve bilgisinin altını sürekli çizmesi de bu yüzdendir.
Halkı, kendisinin geldiği ve biraz beceriksiz olsa gelebileceği yeri hatırlattığı için de sevmez. Meselâ bir garsonu, işini yapan bir adam olarak değil, kendisine hizmetle görevli bir parya olarak görür. O sınırlar içinde "insan gibi" davranır, garsonun veya kapıcının karısının baş örtüsüne göz yumar. Paryaların sınıf atlamış veya bir şekilde yönetimde yer almış olanlarının karılarının baş örtüsüne ise öfke kusar. Baş örtülü bir kadınla aynı sınıfta olmak, içinden sıydırdığı sınıfın, onun yanına doğru tırmanmasının en belirgin işaretidir çünkü.
Değerleri, yalnızca kendi baktığı yerden görür; müzik onun dinlediği müziktir, kitap onun okuduğu kitaptır, yemek onun yediği gibi yenmelidir ve kadınlar (veya erkekler) onun beğendiği gibi giyinmeli, öyle konuşmalı, öyle yaşamalıdır.
Tüm bu keskin çizgilerin arasına, bir de devlete bağımlılığını koyunca, aklıma gelen ideolojik tanımlama, İtalya'nın verimli topraklarının oralarda bir yerlere denk düşüyor, ama gene de birilerine o sözcükle hitap etmeyi tercih etmiyorum.
Rica ederim, ne aydını? Onlar, bir diktatörün, "n'apiim ben öyle aydını?" sorusunun, o diktatör tarafından bir şey yapılmış yanıtıdır yalnızca.
Batı hayranlığı ve kendi yerel özelliklerinden utanmak, eziklik sadece bizde değil, tüm çevre ülkelerinin halklarında var.
Dün akşam Jean Jacques Annaud'un Sevgili (L'amant) filmini seyretmiştim, bugün de bu yaıyı okuyunca içimden bir şeyler yazmak geldi. O filmde de zengin Çinli adam dişlek Fransız kızı tavlayabilmek için ondan daha Fransız görünmeye çalışıyordu.
Atakan - 10 Şubat 2009 (09:42)
Türkiye'de olan-biten her şeyi, siyaseti, iş ve eğlence dünyasını, bilim ve sanat çevrelerini bundan daha güzel anlatabilen bir yazı bugüne kadar yazılmadı; yahut, en azından ben okumadım. Hangi sosyolog bugüne kadar yukarıdaki saptamaların yanına dahi yaklaşabildi? Herkesin gördüğü, hissettiği fakat; eksik gözlem yeteneği yüzünden "İşte bu!" diyemediği binbir gerçek. Böyle bir yazarı bizlere tanıttığı için bir başka gözlem yeteneği ve yazı ustasına da ayrıca teşekkürler.
Muzaffer Terzi - 25 Kasım 2009 (20:19)
Bir vatandaş olarak, kimsenin bu denli açık, net, içtenlikli ifade etmeğe cesaret edemiyeceğini düşündüğüm gerçek bir durum tespiti. Yazar Ali Türkan'ı rahmetle anarken, sonsuzlukta var olacak yazılarının her cümlesi, bizlerin hayatına ışık saçacak. Saygılarımla.
Meltem Derinbay - 4 Ağustos 2010 (23:35)
Ali Türkan neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.