Patronsuz Medya

Bir yiğit çıktı meydane

Ali Türkan - 18 Temmuz 2005  


Aslında eve gidecektim. Tam on dört saat taksi kullanmıştım. Uykusuzluktan geberiyordum ama o kahve kokusu ve bir ağacın gölgesine atılmış o bank, engel oldu bu isteğime.

Almanya'da yaşamanın en güzel yanlarından biri, gölgede yer bulma ihtmalînin çok yüksek oluşu. Güneşi gören Alman milleti, tezgâhı da güneş altına serer hemen. Bir çok "yabancıya" itici gelse, pembeleşmiş tenlerine bakıp "domuz gibi olmuşlar" tarzı bir yorum yaptırsa bile, bana sevimli gelir Almanlar'ın o hâlleri.

Yaşını başını almış bir sürü insan, öyle, birbiriyle konuşmadan banklarda oturur, çimlere uzanır ve yılda birkaç gün gördüğü güneşin tadını çıkartır.

Oturduğum semt yoksulların semti olduğu için, işsiz (dolayısıyla aylak) sayısı da epey tutuyor. Bu da, güneşli havalarda, banklarda pinekleyen insan sayısını arttırıyor tabii.

Genç bir çift, köşeye pastane gibi bir şey açmış, pasta, sandviç, kek, kahve falan satıyorlar. Bir de güzel koktu kahveleri ordan geçerken… Uykuya falan boş verip bi hovardalık yaptım, elimde kâğıt bardakla çöktüm gölgeye.

Arada bir böyle halkın arasına karışmak, olay yerinde incelemeler yapmak gerekiyor. Asalet de bi yere kadar yani.

Çeyrek daire şeklinde bir meydan burası. Sağına soluna banklar atılmış. O sözünü ettiğim küçük pastane dışında, sigara, gazete ve "ne ararsan" türü şeyler satan bir dükkân daha var. Vitrininde misket, su tabancaları gibi oyuncakların yanında, bir zamanlar "modern bayanın tutkusu" diye reklâm yapan hazır ağda duruyor meselâ. Ağdayı, uyanık bi pazarlamacı "sokmuş" olmalı dükkânın sahibi emekli Alaman'a.

Banklardan birinde, amele kılığıyla bir adam oturuyor. Duvarcı gibi bir şey galiba. Yanında da bir süs köpeği. Bağıra bağıra, cep telefonunda birileriyle konuşuyor adam. Sabah yedide alacaklarmış, dokuz olmuş. "İyi, ben meydandayım" deyip kapatıyor telefonu.

Sahi…

Sokak tabelalarına bakıyorum, adı yok bu meydanın. Bir şey gelip geçiyor içimden. Bir özlem.

Doğup büyüdüğüm yerlerde yaşamanın getirdiği bir rahatlığı özlüyorum. "Ben Remzi'deyim" dersin ya hani, herkes bilir Remzi'nin semtin berberi olduğunu. "Şurdan in, sola dön" gibi tarifler gerekmez. Ya da hiç bir şey söylemezsin ama Aynalı kaavedesindir ve arayan orada bulur seni.

Kahve iyi geliyor. Hadi, "yorgunluk kahvesi" olsun adı. Bir de cigara yakıyorum yanına. Karşımda oturanların çoğu, sanki bunu bekliyormuş gibi, tütün paketini çıkartıp sigara sarmaya başlıyor. Semt yoksul olduğu için, paketten "uçlu" çekip içenlerin sayısı da az. Sosyal demokratlar, kol gibi vergi dayadılar tütün tiryakilerine.

(Onu bilir onu söylerim: Kapitalizm, en gerici, en faşizan, en kıyıcı yasaları çıkartmak zorunda kalınca, sosyal demokratları getirir iktidara. Demokrasi kavramının önüne "sosyal" sıfatının eklenmesi, suçu işlemeden önce, ispat-ı gaybubat ayarlamak gibi gelir bana. Taksinin önündeki "ticarî" ve gazetecinin önündeki "araştırmacı" sıfatları gibi yersizdir; dangalaklıktır.)

Filtreli cigara içiyorum ya, aptalca bir utanma geliyor bünyeme. Kendimi, açların hâlinden anlamayan toklar gibi hissediyorum. Çok komik yaa! Almanlar ucuz tütün içiyor, misafir işçi kontenjanından takıldığım hâlde, uçlu cigara bende. Utanmanın yerini, hafiften bir tırsma alıyor. Bu herifler, Yahudiler'i de bu yüzden yaktılar be!

Allah'tan, o süs köpeği yetişiyor imdadıma. Tembel tembel gerindikten sonra, kulakları kısıp yanıma seğirtiyor. Dudaklarımın ucuna kadar gelen "yanlış anladın, ben zengin değilim" esprisini yutuyorum. Gelip kuyruk sallıyor karşımda. Ulan, et de yemedim bugünlerde, ne bu samimiyet?

Almanlar, köpeklerini kıskanırlar (Türkler, genellemeyi severler). Görev savar gibi, şöyle bir çenesini seviyorum itin. Sahibi gülümseyerek bakıyor. İyi ya! Mıncıklıyorum bi güzel. İtle dalaşıyoruz azıcık. Herkes gülümseyerek bize bakıyor.

Alt kat komşum da elinde bir kâğıt bardak, çöküyor yanıma. Aramız iyi. Belâlısının kapıya dayandığı bir gün, gürültü oluyor diye alt kata inip hönkürmüştüm adama. İşte o günden beri, kadıncağız yedekte tutuyor beni. Olur da herif bir daha gelirse, yukarı kaçmayı düşünüyor sanırım. Kaderde, stepne gorillik de varmış.

Kadının belâlısı da harbiden belâlı aslında. Sol gözünün yanında, gözyaşı şeklinde dövmeler var. Ceza evinde yatanların geleneksel tafrası bu dövmeler. "Hişşşt! Aloo, el hareketi yapmadan konuş!" gibi bir anlam taşıyorlar sanırım.

Derdi paraymış adamın. Kadın da beş kuruş parası olmadığına inandıramıyormuş bir türlü. "Olsa da vermezdim pezevenge!" mealinde bir şey söylemişti.

Boşuna pezevenk demiyor adama. Zamanında kral orospuymuş bizimki. Gerçi minare yıkılmış, mihrap da çarpılıp kuzeye dönmüş artık ama biraz eski müşteriler, biraz da damping yapmış, en azından ev kirasını çıkartıp karnını doyurabiliyormuş. Kapı önü sohbetlerimizden birinde, "dur bi" deyip içeri girmiş, elinde kocaman, kauçuk bir zıbıkla çıkıp sallaya sallaya "şunun fiyatı ne kadar biliyor musun sen?" diye Alman Başbakanı'na dümdüz gitmişti. Eee, meslek aleti bu; kolay değil.

Meslekten "domina" ymış. Arada bir alt kattan gelen anırma, havlama ve yalvarmalara bir anlam veremiyordum ben de. Gülerek açıkladı. Meraklıları varmış bu işin. Boyunlarına bir tasma takıp, zinciri de benim komşunun eline veriyor, onun emirlerini yerine getirmekten de cinsel haz alıyorlarmış.

Dağlara taşlara! Böyle şeyleri duyardım da, anırtma işi iki metre aşağıda ve gecenin bir vakti olunca, insan gene de şaşırıyor işte. (Sanki gündüz olsa şaşırmaz.)

(Neyse, meydanda kalmıştık, lâfın ucu kaçmasın.)

Komşu gelip yanıma oturdu, bir de cigara otladı benden.

"Hayrola, ne zamandır sesin çıkmıyor?" diye sordum.

Kesatmış işleri. Bir haftadır "tık" yokmuş. Düşünceli düşünceli, ayak ucumda dolaşan köpeği sevdi bir süre. Gün ışığında baktım; onca makyaj da gizlemiyordu yaşını. Altmışı çoktan devirmişti bu kadın. Gerdanı iyice buruşmuş, sarkmıştı. Sarıya boyadığı saçları da iyice seyrelmiş, kafa derisi görünür olmuştu. Dişleri de takmaydı.

Öyle, sıkıntılı sıkıntılı oturduk bir süre. Biraz taksicilikten, işlerin kesatlığından, Avru geldiğinden beri millette para kalmadığından falan söz ettik.

Sonra, karşımıza benim komşudan da yaşlı bir Türk amca geldi. Ellili yıllardan kalma, kaytan bıyık bir hovardalık vardı görünüşünde. Saçları, bıyığı boyamıştı. Çoktan emekli olmuş, kendini Türk doktorlarına emanet edemediğinden, buralarda ölümü bekleyen o amcalardandı. Gülümseyerek kadına bakıyordu. Bizimki de hemen cilve yapmaya, benimle konuşurken, adama "iş atmaya" başladı. Amca, yanımıza gelmek için yerinden kalkınca, izin alıp evin yolunu tuttum ben de. Kalktım ki, komşum da rahat rahat ekmek parasını kazansın.

Kahve de pek işe yaramamıştı zaten. Uykusuzluktan geberiyordum. Gene de kulağıma tıkaçları takıp uzandım yatağıma. Kadının geçen gün öfkeli öfkeli salladığı o zıbık, yabana atılır şey değildi çünkü. Belli mi olur? Amcanın meşrebini bilmiyorum, olur da anıracağı tutarsa, bir de uykudan olmayalım hesabı.

Yorumlar

Onu bilir onu söylerim; Kapitalizm, en gerici, en faşizan, en kıyıcı yasaları çıkarmak zorunda kalınca, sosyal demokratları getirir iktidara. Olmadık bir zamanda okunan Ali Türkan yazısının satır aralarında, güzelim memleketin son bir ayda yaşadıklarının analizini buluverirsin işte. Ahmet Faruk Yağcı üstadımızın "her şey iyi olucak" yorumuna katılamıyorum bu yüzden. Ali Turkan'ı bir daha sevgiyle anıyorum.

Sadi Akgül - 29 Mayıs 2010 (23:31)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

290
Derkenar'da     Google'da   ARA