Patronsuz Medya

Pink Floyd ve İbo

Ali Türkan - Şubat 2004  


Pink Floyd dinliyorum. Hem de "speşıl ediişın". Bikooz, aşşağsı kurtarmaz.

Şimdi gene "her müziğin bi uyuşturucusu var, bu herifler de ot içirir" diycem, abimden dünyanın sopasını yiycem, "ulan keş miyiz biz?" diye de fırça atacak.

Valla değiliz! O taraklarda bezimiz yok. Hatta, cigarayı bile bıraktık, bırakıyoruz (Ayşe'ye çaktırmadan yedi sekiz tane içiyorum). Bugün daha da az içtim. Olsun, az içince baş döndürüyor, mis gibi geliyor.

Neyse, Pink Floyd dinlerken, İbo geldi aklıma. Saat sabahın dördü. İş yok, güç yok bu sıralar. "Birader, Pink Floyd'dan İbo'ya nasıl geldin?" diye soracak olursanız, ben de bilmiyorum. Ne iş olsa yapar, ne abukluk olsa düşünürüm bu saatte.

Hani şey demişti ya İbo: "Urfa'da Oxford vardı da biz mi gitmedik?" İşte ona takıldım biraz.

(Bir de şey demişti: "Kadınlara saygı duyarım, başka da bi şey duymam" ama o ayrı mevzu. Başka zaman da o konuyu gıdıklar, İbo'yu linç edip toplumsal vicdanımızı rahatlatırız.)

Neden Urfa'da Oxford yok?

Bizi, Urfa'da Oxford yok diye mi Avrupa Birliğine almayacaklar?

Bir köşe yazarı

Herkes "sevgisiz" diyor ama ben öyle düşünmüyorum. Olsa olsa "ekşimiş" diyebilirim. Hayattan beklentileri gerçekleşmemiş birçok insan gibi, hayal kırıklığına uğramış.

Müthiş bir zekâsı var ama gene de elindekilere bakıp sevinmek yerine, elde edemediklerine bakıp üzülüyor. Buradan, büyük acılar, büyük yokluklarla tanışmadığı sonucuna varıyorum. Sanırım, gençliğinde bir dönem sürünmüş. Okul'dan bir arkadaşıyla bir daireyi mi paylaşmışlar ne?

Sevgisizlikten geçtim, iyi yürekli bir insan olduğunu düşünüyorum. Kedileri, hem de sokak kedilerini seviyor en azından. Bir zamanlar, hayatına giren kadınları yazdığı bir kitabını da okumuştum. Sıkı herif! Aşkı da biliyor, cinselliği de. En azından, bu konularda anlaştığımızı düşünüyorum.

"Siyasette" anlaşamıyoruz. O liberal bilmemneci. Ben hâlâ ve ısrarla solcuyum. Ve o adama sempati duyuyorum diye beni asacak yığınla solcu da tanıyorum. Aslında o adamda da "ekşimiş" bir solcu görüyorum ama her halde en çok o güler bu lâfıma.

Güzel yazıyor. Güzel bir dil'i ve kelimelere viraj aldıran nefis bir anlatımı var…

Var da…

Bir türlü dozunu ayarlayamadığı bir öfkesi de var. Belli dozda bir öfke, hele yazıda ve hele doğru adrese yönlendirilmişse, tadından yenmez ama öfkelendiği şeylerin "yanlış" olduğunu düşünüyorum sık sık. İçimden gelmiyor, ona yakıştıramıyorum ama "halkına düşman" diyebiliyorum gene de.

Şu kısacık hayatlarına üç askerî darbe sıkıştırmış entellektüellerin çoğundaki "bozulma" onda da var. Bir yere kadar "haklılar" da… Türk aydını, kıçını hiç bir sınıfa dayayamadı. Ne büyük ve bilinçli kitleler oldu arkalarında, ne de rafine zevklere sahip, yanında çalıştırdığı "uzmanın" hakkını veren bir burjuva sınıfı.

Belki biraz da bu yüzden düşmanlar kendi halklarına. Askerî darbelerin, kendilerine karşı yapıldığına inanıyorlar çünkü. Ve taa Sultan'ın "bakalım halkın senin için ne yapacak?" diye mahpus tutulduğu gemiyi boğaz açıklarında beklettiği rivayet olunan bilmem kim paşadan beri, halk'ın onlar için bir şey yapmayacağını da bal gibi biliyorlar.

Her darbeden sonra yalnız bırakıldıklarını, hatta nelere karşı çıktılarsa, onların yüzde doksan iki gibi bir halk oyuyla kabul edildiğini biliyorlar. Bu yüzden biri "halkın yüzde altmışı aptaldır" derken, ayaklanıp onu susturmak yerine, başka biri "hayır efendim, yüzde doksan ikisi aptaldır" diyebiliyor fütursuzca. Böylece herkes, yanındakinin aptal olduğuna ve aptallarla dolu bir ülkede yaşadığına inanıyor.

Geriye de kör topal da olsa burjuva sınıfı kalıyor.

Kalıyor ama onların da bin bir türlü pisliğin içinde oldukları hem biliniyor hem de her hükûmet değişikliğinde, "rakiplerin elenmesi" durumunda ortaya çıkıyor. Ya döviz, demir kaçakçılığı; ya ilâç hammadesi vurgunu; ya her ne haltsa…

Çoğu zaman, o vurgunlarla zengin olmuş adamların, baba parasıyla Oxford veya benzeri bir okulda okumuş çocuklarıyla "iyi" ilişkiler kuruluyor. Ya patronu oluyor o adamlar ya da patron masasında, bir sponsorluk olayında veya bir dış gezide falan tanışılıp dost olunuyor.

Urfa'da olmayana sahip olan bu zengin çocukları, iki ressam, üç parizyen kafe adı sayıp genellikle zor koşullardan, memur çocukluğundan gelmiş entellektüelleri kolayca tavlayıveriyor. Öyle ya, kimse babasının suçuyla yargılanmamalı. Hitler Almanyası'nda mı yaşıyoruz? Yapmışsa babası yapmış. Bu çocuk okumuş ve memleketi için de ne güzel şeyler istiyor. Ah be abiciğim! Şunun gibi on burjuvamız olsa, kurtulur bu memleket.

Çocuklar babaların suçlarıyla yargılanmamalı elbette ama "o suçla elde edilmiş şeylerin rantını yemek ne yana düşer?" gibi bir soruyu sormak gelmiyor akıllarına. Gördükleri kültür ve zenginlik, beyinlerini kamaştırıyor. Halkından umudunu yitirmiş her aydın için, bu paralı çocukları, son sığınak oluyor.

Ve zamanla, zarfa değil mazrufa baktıklarını, aslında o çocukların da babalarından pek farklı olmadıklarını, "mesleklerini" babalarından öğrendikleri için, aynı vahşi ilişkileri yürüttüklerini, o zarif görüntüye rağmen bir kadına "senin a_ına beton dökerim" gibi lâflar edebildiklerini, birilerini ölümle tehdit edebildiklerini, vs görüyorlar.

Kirlenme başlıyor. Yürek bu be! Kendine yontuyor tabii. Yontuyor ve bulaşılan o pislikten arınmak için, en yakınlardaki suçlu aranıyor. En yakınlardaki suçlu da, yazdıkları kitapları almayan (yani kitap okumayan ve onları bu abullabut burjuva sınıfına muhtaç eden), boktan evlerde yaşayıp göz zevklerini bozan ve bunca haksızlığa isyan edip daha iyi bir ülke yaratmayan halk oluyor.

İşte bu aşamadan sonra da, insanı alçaltmak için, neredeyse şevkle her şeyi yapıyorlar. Hatta, Türkiye'nin teknoloji üretmedeki geri kalmışlığını ve ancak o teknoloji üretimi ile gelişebilecek bir "teknoloji kültürü" nü bile, insanın geri kalmışlığı gibi anlatabiliyorlar.

O sevdiğim yazarın halk düşmanlığını, böyle bir şeylere bağlıyorum nedense.

"Okuyan" ve öğrenmeye çabalayan bir adam olduğunu biliyorum. Fakat bu yalnız bırakılmışlık duygusu, kendi kirlenmesine duyduğu bunca öfke, sağlıklı düşünmesine engel oluyor.

Meselâ Avrupa Birliği'ne giremeyişimizin nedenlerini sıralarken, Türkiye'deki her dört insandan birinin ruh hastası olduğundan söz ediyor. Halkın yüzde yirmi beşi yani.

Tarik-i ilimde "bilmiyorum" gibi bir bahane olmayacağı için, ben de ona bir istatistik vereyim: Almanya'daki her dört kadından biri, babası veya yakın akrabalarından birinin tecavüzüne uğruyor. Yani, toplumun yüzde yirmi beşi. O yazar, buna ve bunun bırakacağı izlere ruh hastalığı der mi bilemiyorum ama bu durumun, Almanlar'ın Avrupa Birliği'nde olmasına engel teşkil etmediğini biliyorum.

Daha birçok böyle örnek var ama bunları sıralamaya ne gerek var?

Derdim, halk düşmanlığını ispatlamak değil. Bu konuda bir şüphem yok. Sorun, okuruna "Bunlar kötü beslenirler. Kafaları pek çalışmaz" dedirten öfkenin ve toplumca bu öfkeyi "olağan" karşılayışımızın nedenlerinde yatıyor.

Nasıl oluyor da "bunlar" derken kastettiği insanlar, kendilerine böyle hakaret eden birini okuyor, hatta "kabul" ediyorlar. Nasıl oluyor da, bir halk, böylesi aşağılık bir varlık olduğunu, böyle itirazsız kabul edebiliyor?

Çocukluğumdan beri "Atatürk kurtarmasaydı" diye lâflar duyarım. "Atatürk kurtarmasaydı, nah görürdün! Atatürk kurtarmasaydı, Yunan şööle hakaret edecekti."

Meselâ, Atatürk kurtarmasaydı da Yunan işgali altında yaşasaydık, hakaret etmek için ne diyecekti Yunan? Şöyle bir şeyler mi acaba?

Bu ülkede bir milyon kadar şehirli, on milyon kadar lumpenproleter, altmış milyon kadar köylü yaşar.

Bu ülke, her sınıftan ancak altı milyon kadar insanını, yani yüzde onunu bile değil, 'insan gibi' yaşatabilmektedir.

'Estetik bir ortamda 'demedik, bu ülkede hemen her şey çirkindir.

Karın doyurma açısından söyledik.

Bu ülkenin binası çirkin, yolu çirkin, eski model arabası çirkin, yüzyılların kötü beslenme ve eğitimsizliğiyle ortalama insanı çirkindir.

Tıraş olmaz, dişini fırçalamaz, ayakkabısını boyamaz. Çoğu, yıkanmaz da.

Bu ülkede her dört kişiden birinin sinir ya da ruh hastası olduğu kanıtlanmıştır.

Bu ülkenin insanları okumayı sevmezler. Okuyanın çoğunda da okuduğunu anlama yeteneği yoktur. Düşünce disiplini hiç aramayacaksın.

Bunlar, kötü beslenirler. Kafaları pek çalışmaz.

Bu ülkenin insanlarının yüzde doksan dokuzu, başka bir ülkede 'geçmez'. Dil bilmez, yol yordam bilmez, ancak niteliksiz işçi olur.

"Alın lan Cumhuriyetinizi" mi diyelim biz de şimdi?

Biliyorum, bunların bir kısmı doğru. Doğru ama bunlar sonuç. Her fırsatta derinliğinden söz açan biri, sonuçlara bakarak yanılma ve yanıltma yolunu seçmemeli.

O yazarın, "namuslu" bir yazar olduğuna inanmak istiyorum. Her namuslu yazar gibi, biraz da nedenlerin üstünde durduğunu da görmek…

Meselâ, hangi amaçlarla silâhlanmaya ne kadar para gittiği? O paranın hangi kaynaklardan transfer edildiği? Uyuşturucu kaçakçılığında ve kara para aklamada Türkiye'nin rolü? Bu rolün halka nasıl yansıdığı? Medyanın bu işlerin ne kadar içinde olduğu? Haber sunumunda nelerin ön plana çekilip nelerin çizgi dışına itildiği veya "sessizlik suikastı" ne kurban gittiği? Neden kurbanların, basınımızca hep suçlu gibi gösterildiği falan.

Ve benim bilmediğim ama mesleği gazetecilik olan birinin mutlaka bilmesi gereken yığınla başka şeyi de köşesine taşısa, sevgisizlik suçlamalarına en şık yanıt olmaz mı?

Şunları bir yapsa da ben de göğsümü gere gere "herif güzel yazıyor be!" desem. Sonra da oturup birini severken neden "herif" gibi sıfatları kullandığımızı yazsak.

Pink Floyd dinlerken İbo'yu hatırlayabildiğim bir kültür coğrafyasından geliyorum. Ne mutlu bana ki, hem "Another Brick in the Wall", hem de "Her Dem Eeeey Zaaaalım Felek Sineme Dokunma Beeenim" içimde bir şeyleri titretebiliyor. Bu ülkede, "okumuş" olmanın böyle avantajları var. Keşke, herkes sahip olabilse bu avantajlara.

Zavallı Avrupalılar, kendi tükenmişliklerinde ve sınırları çizilmiş bir coğrafyada, o sınırların dışında kalan herkese tepeden bakarak ve neleri ıskaladıklarını bilmeden çürüyüp gidiyorlar.

Türkiye'yi uzun bir zaman, belki de hiç, Avrupa Birliği'ne almayacaklar, kabul ediyorum ama bunun nedenleri, yalnız Türkler'den değil, kendi ırkçılıklarından da kaynaklanıyor. Çünkü, hiç bir parti, halkına kolay kolay kabul ettiremez bunu. Böyle bir şeye yeltenenin de siyasî hayatı biter.

(Bir Alman arkadaşım, "her Alman'ın Türklerden nefret etmek için bir nedeni vardır" demişti; var getir üstünü.)

İyi de tarih, kara diye zencileri mi, yoksa onları yaktılar diye beyaz Amerikalılar'ı mı yargılayacak?

Türkiyeli bir köşe yazarının görevi de, karalığımızı aşağılamak değil, ırkçılara iki çift lâf etmek olmalı bu konuda. Hem bu konuda, hem de Urfa'da neden Oxford olmadığı konusunda.

Va Nû ki, devrinin en iyi köşe yazarı sayılır, yazıları peynir ekmek gibi gidermiş.

Va Nû'yu unuttu bu millet ama 1979 yılında, on beş yaşında bir delikanlı, "vay be, adam tam da benim istediğim gibi bağırıyor" deyip Nazım'ı bağrına bastı. Şimdi duvarında, hemen çocuklarının yanında duruyor resmi. "Uyumak şimdi ve uyanmak yüz yıl sonra…" Uyanmak ve biz öldükten çok sonra doğmuş birinin, resmimizi evinde bir köşeye astığını görmek. Başka neden yazar ki insan?

Yüreğim, yetenekli bir adamın, yeteneğini çarçur etmesine razı olmadı ve kabul gören bir formatın, her zaman güzel olmayacağını, o yetenekle, daha "düzgün" işler de yapılabileceğini bi hatırlatayım dedim.

Halk çirkin mi, bilmiyorum. Zaten, güzellik-çirkinlik gibi dünyanın en görece kavramları üzerinde durmayı da abesle iştigal sayıyorum ama bu halkın da (her halk gibi) iyi şeylere, güzel şeylere lâyık olduğunu biliyorum.

Onca yıl halkın ödediği vergilerle okumuş birine, buncağız şeyi de ben öğretecek değilim zaten. O mutlaka, halkına borcunu nasıl ödeyeceğini düşünüyordur kara kara. En azından işsiz kalıp, işsizliğin, öyle pek de utanılacak bir şey olmadığını görünce düşünür belki de.

Bilmem şeyttirebildim mi artık?

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

203
Derkenar'da     Google'da   ARA