Patronsuz Medya

Göster amcalarına seçkinliğini bakiim

Ali Türkan - 31 Ağustos 2005  


Orta okula yeni başlamıştım galiba. Kitaplarını elimden düşürmediğim bir yazar vardı o sıralar.

Sık sık, Türkiye'de yazarın para kazanamadığından, ne zor koşullarda o kitapları yazdığından, başka ülkelerdeki yazarların kral muamelesi gördüğünden ama halbuki, ülkemizde öyle mi olduğundan yakınıp duruyordu.

Adama yollamak için ciddi ciddi para biriktirmiştim ama kısmet olmamıştı yollamak.

Yıllar sonra okuduğum bir röportajında, eski eşlerine bilmem kaçar, kız çocuklarına ikişer, oğlan çocuklarına da birer apartman dairesi bıraktığını, aslında bunu bile yapmayacağını ama Türkiye gibi sosyal koşulların zor olduğu bir ülkede, en azından bunu yapmak zorunda olduğunu falan anlatıyordu. Üstelik, yurt dışında okutmuştu işte çocuklarını.

Jeton, çıtonk diye düşmüştü.

Rahmetli dedem, tanıdığım en çalışkan insanlardan biriydi. Elli küsur yıl şoförlük yaptığı halde, dandik bir binanın giriş katında, 50 metrekare bir apartman dairesi alabilmişti emekli ikramiyesiyle. Yurtdışına hiç çıkmamış, uçağa hiç binmemişti. Her ayın yirmisine doğru, gazetelerin marjlarına "Eski Türkçe" yazıyla hesaplar yapar, ay sonunu getiremezdi bir türlü.

Geçim sıkıntısı yüzünden yakındığı olurdu ama işinden yakındığını hiç hatırlamıyorum. Cumaları camiye gider, dinlediği vaazın gazıyla, evde bi eser savururdu fakat acıtmazdı darbeleri. O zaman kızdığım o kavga-gürültünün, dedemin anlattığı "mesellerin", kişiliğimde önemli bir yeri olacağını nereden bilecektim.

Gerçi, dindar bir adam olmadım ama adam gibi olduğuna inandığım birçok huyumu dedemden aldım sanırım.

Nüktedan bir adamdı. Meselâ, sabahları bizi uyandırırken hafifçe dokunur, sonra da "hişşt, Ali, ben uyandıralım diyorum, diğerleri uyandırmayalım diyor; sen ne dersin?" şeklinde espriler yapardı.

Zarif bir adamdı da. Ölüm döşeğinde, "Ali'ye haber vermeyin, işinden izin alamaz, kavga eder; ekmeğinden olmasın çocuk" diyecek kadar inceydi.

Türkiye'nin yollarının çoğunda emeği olduğu halde, biz tanıyanlar da dört kolluya binince, kimse hatırlamayacak Halil Efendi'yi. Tarihe geçmeyecek. Hakkında araştırmalar yapılmayacak. Çok çok, "onlar" diye bir grubun içine itilip "asırda çok şey söylenecek" hakkında.

Ziyan olmasın diye, küflenmiş yemekleri bile yerdi. Sokakta ekmek parçası bulunca, üç kere öpüp alnına koyar, yüksekçe bir yere kaldırırdı. Tek seçtiği yemek, beş yıl askerliği boyunca her gün yediği mercimekti ama onda bile şikâyet ettiğini duymadım. Ömrünün son yıllarında tanıştığı ananası çok sevmişti.

Hepsi bu ve bu kadar. Halil Efendiler'in mutlaka anlatılması gerektiğine inandığım için, zamanı gelince anlatırım. Asıl mavraya geleyim.

Gazetede Haşmet'e hitaben yazılmış o yazıyı okumasaydım, bu mevzulara hiç bulaşmamayı düşünüyordum. Bu entel, kuntel, dantel ve kıymeti kendinden menkul seçkinler hakkında, söyleyebileceğim her şeyi söylediğimi düşünüyordum. Temcit pilavı gibi aynı şeyleri ısıtmanın da anlamı yoktu.

Biliyordum, biliyorduk işte! Dünyada, her şeye hakkı olduğuna inanan insanlar vardı. Bu belki de güzel bir inanç ama bunun içine terbiyesizlik hakkı da girince ve bu her şeye hakkı olduğuna inanlar, yalnızca kendileri ve benzerleri için bu hakkı isteyince, birkaç kelâm daha etmek de kaçınılmaz oldu. Sıkarsam, bağışlayın.

Nereden çıkacağımı tam bilmiyorum ama şuradan dalayım: İnsanı diğer canlılardan ayıran en önde gelen özelliklerden biri de, kibri olsa gerek. Bu kibir yüzünden, bir canlıyı doğal ortamından koparıp hayvanat bahçesine tıkma, fıstık atma ve bununla böbürlenme hakkına sahip olduğuna inanır insan.

Yalnız diğer canlılara ettiği kesmez hızını; kendi türünden olanları da çeşitli sınıflara ayırır. Irk, millet, amele, okumuş, okumamış, zengin, fakir, bilinçli, bilinçsiz, şehirli, köylü, imânlı, imânsız ve daha nice sıfatlar bulur bunun için.

Hem Tanrı suretinde yaratıldığına inanır; hem de Tanrı adına kana bular o sureti. Her şeyi yok etme, tüketme hakkını bulur kendinde. Seçilmiş, seçkin olduğuna inanır. Bu inanç yüzünden, aslolanın hayat olduğunu gözden kaçırır çoğu zaman. Kendi varoluş biçiminden farklı olan her şeyi, bu seçkinlik mavrasının ardına sığınarak bastırır, ezer veya yok eder.

Yarattıklarını her fırsatta tehdit eden kibirli bir Tanrı'nın, o kibrini küstahlık derecesine taşıyan kuludur, seçkin olduğuna inanan insan.

Oysa, kör nefsinin tutsağı, kovulduğu Cennet'e geri dönmek için didinen bir zavallıdır. Hem, bir atın kıçına konmuş sineğin yellenmesi kadar önemi olduğunu bilir bu alemde; hem de bir eşinin daha bulunmadığını.

Evrende tek ve benzersiz olduğunu bilmek yetmez ona. Bunun onayını başkalarından almak için uğraşır hayatı boyunca. Bu onayı, o başkalarını solladığı derecede aldığına inanır ancak.

Kafasının içindekilerden, bacaklarının arasındakine kadar her şeyi pazarlayarak yapar bunu. Taşıdığı çuldan, iri göğüslerine; boyundan posundan, yaptığı işe, yeteneklerine; dudaklarına sürdüğü boyadan, önünde diz çöktürdüğü erkeklere, "domalttığı" kadınlara, cüzdanındaki paradan, bilek gücüne kadar her şeyi kullanarak, adı konmamış bir yarışta öne geçmeye çalışır.

Sevgi diye tanımladığı ve bunun için binlerce cilt yazı yazdığı şey, cilâ atılmış bir bilek güreşinden öteye geçmez çoğu zaman. "Gerçek" sevgiyi bulduğuna inananlar bile, sevdiklerinden yansıyan kendi görüntüleriyle meşguldür aslında. Sevmenin, sevebilmenin mutluluğundan çok, sevilip sevilmediklerinin şüphesiyle yaşarlar.

Şanslı olan, hayatının bir evresinde kendini toplar, sayıyla kendine gelir ve ayrılır bu yarıştan. Biyolojik bir varlık olmanın ötesine geçip "adam" olmaya gayret eder. Doğruyu, güzeli aramaya başlar. Yarışanların kaldırdığı tozdan bunalır; kendine, nefes alabileceği bir hava kabarcığı yaratmaya uğraşır. Huzur arar.

Şanssız olan, devam eder yarışa. Kibir ve küstahlığıyla, diğer yarışçıları dirseklemeye devam eder. Yarışmacı arkadaşlara başarılar diler ama kazanmak için oradadır tabiî.

Sık sık tökezler, toza bulanır, örselenir. Ruhu kanar. Özgüvenini de, kendine duyduğu saygıyı da yitirir. Sığınacağı kaleler, yarış pistinin geçilen kısmında kalır zamanla. Kibri yüzünden, başkalarının yarattığı hava kabarcıklarına da sığınamaz. Küstahlığı yüzünden, ağzına geleni söyler o başkalarına. İyice ekşir. Tanrı'sına tükürdüğünü düşünerek, aynadaki aksine tükürür.

O kadar tükenir ki, kendi bildiğinden farklı her yaşam tarzına, kendi onayladığının dışındaki her şeye düşman olur. Çoğu zaman, kendini savunamayacak durumdaki insanların, onun şansına hiç sahip olmamış insanların bile üstüne basarak ve onları suçlu ilân ederek, seçkinliğinin onayını almaya çalışır. Küstahlığıyla dibe vurur (Küstahlık, insanın kendi yüzüne tükürmesi, tükenmesidir. Her önüne geleni sokan bir arı, evine bal taşıyacak zamanı bulamaz tabiî.)

Tükenen insan, pek belli etmese de, adam olma şansının da o yarış pistinde kaldığını bilir. Seçkin olabilme adına ödediği en ağır bedelin bu olduğunu da… Adam'a tahammül edemez bu yüzden. Adam neyin yanındaysa, o onun karşısında olur.

Terbiyesizliğini meşru kılacak, şehirlilik, okumuşluk, Fransız şansonlarını dinlemek, şaraptan anlamak, mayoyla denize girmek ve hatta, o kara kalabalığa göre Batılı olmak gibi stepne tanrılar yaratır kendisine. Yalnız bu tanrıların kullarıyla sürer yarışı.

Kirlidir. Suçu olmayan, hatta "kurban" sayılabilecek insanları hedef göstermesi, aşağılaması, kendi kirini örtme gayretinden başka bir şey değildir. Ne kadar çok şeyi kire bularsa, kendi kirinin biraz daha gürültüye gideceğini öğrenmiştir. Zaten, nerede ve kime susacağını; nerede ve kimi gürültüye getireceğini çok iyi bilir.

Lâf veya ajite olsun diye değil, gerçekten acınacak bir varlıktır. Ne göğüsleyeceği bir ip kalmıştır yarışında, ne de yarışın tadı. Yanındakilerle patinaj yapıp bunu ilerleme sanmakla ve dirseklediklerinin kanlar içinde yere serilmesini de hayatın gerçeği, oyunun kuralı bellemekle geçer ömrü.

Nihayet, siyah camlı gözlük takmış birilerinin katıldığı cenaze töreninde, birkaç yıl sonra kimseyi ilgilendirmeyecek yarışı son bulur.

Buradan da çıkayım.

Dedem ve onun gibi nice insan, yollar, evler yaptılar, ağaçlar diktiler, ekmek pişirdiler. Kısaca, yaşadığımız bu dünyayı ve nimetlerini yaratıp göçtüler bu dünyadan. Ne minnet, ne de saygı gördüler bu yüzden. Ayın sonunda borçlu çıkmama ve çocuklarını ziyan etmeme karşılığı, koca bir ömrü harcayıp seçkinlere hizmet ettiler.

Toptan bir yargıyla kara kafalılar, lümpenler diye yargılanan birçok insan da, benzer işler yapıyorlar bu dünyada (Lümpen, sosyalist terminolojinin talihsiz ifadelerinden biridir; paçavra demektir.) Şu, donla denize giren adam, bir inşaatta beton döküyordur belki. Yanındaki, soğuk demir ustasıdır. Mangal yapıp ortalığı dumana boğan o "kıllı", bütün bir haftanın yorgunluğunu, çoluk çocuğuyla piknik yapıp atmaya çalışan bir balıkçı olabilir.

Atın kıçında yellenen o sineğin bile, tüm evrenin işleyişinde vazgeçilmez bir rolü varken, meselâ yazar olmak gibi gene o rollerden birine sahip olma durumu, bir insanı, diğerlerine göre nasıl seçkin yapabilir? Bir şeyler yazan insan, ekmek pişiren gibi, görevini yapan insandır; ne eksik, ne fazla.

Balığın yanında beyaz şarap içmek türünden aptalca bir yemek kültürünü bilmemek; Fransız şansonlarının adını bile duymamış olmak; Taviani Biraderler hakkında ahkâm kesememek; Picasso'nun Mavi Dönem tablolarını diğerlerinden ayırdedememek; köylerde piyano yerine daha yerli müzik aletleri çalmak falan, hadi "eksikliktir" diyelim (ki demem tabiî) ama insanlar bunları bilmiyor diye onlara hakaret etme ve kendini bir halt sanma hakkını kendinde bulmak, küstahlıktır. (Aynı şekilde, "yumurta kırmayı bile bilmem" de hayatta bir eksikliğe işarettir ama yumurta kıramayanları linç etmeye kalkana rastlamadım pek.)

Seçkinlik (ille gerekliyse), insanın eğitimiyle, cukkaladığı paralarla, para kazanmak için yaptığı işle değil, erdemleriyle ve koyduğu manzarayla belirlenmesi gereken bir şeydir.

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu olduktan sonra reklâmcılık yapmış, ardından da yazı yazdığı dergilerde, gazetelerde hep güçlünün tarafını tutmuş, halkını aşağılamış birini seçkin yapan özellikler nelerdir, bilemiyorum. Ben, çok az insanın sahip olduğu olanakları kullanıp kendinden başka kimseye hayrı dokunmamış bir adam görüyorum. Seçkinliğini ve garibana saldırma hakkını bunlardan alıyorsa insan, diyecek bir sözüm de kalmıyor.

Her seçkin'in ardından, "kıymet bilmeyen halk" diye ötekilerin yerden yere vurulmasını; dünyanın bütün nimetlerinden faydalanmış ve karşılaştırıldığı zaman, bunun için de pek emek sarfetmemiş birilerinin, boyuna yakınmalarını; ötekilere "yüzde altmışı aptaldır" dedikleri halde, kastları tarafından hâlâ solcu diye pazarlanmalarını ve bu türden nice şeyi anlayamıyorum.

Hesapta aydın sorumluluğu adı altında, insanların uçkuruna karışıp kaç çocuk yapmaları gerektiğini bile dikte etmelerini de anlamıyorum o seçkinlerin.

Bu kadar şeyi anlayamadığıma göre, hıyarlık bende sanırım. Hıyarca bi lâf daha edeyim o zaman: Zengin diktiğiyle, fakir s…

Eyvallah!

Yorumlar

Ali amca, sen de bu dünyadan kıymet bulamadan gidiverdin… Miras yazıların kaldı yadigâr…

Ezel - 8 Ekim 2012 (21:45)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

308
Derkenar'da     Google'da   ARA