Patronsuz Medya

Tablolar kaçtan gidiyor Abidin?

Ali Türkan - Mart 1983, İstanbul  


Gene sokağa çıktım bugün. Çıkarken bir amacım yoktu. Hatta nereye gittiğime bile bakmadan, kafamın içindekilere gömülüp vurdum kendimi yollara. Berlin'den sonra İstanbul'da farkına vardığım en önemli şey, bu kentte adam gibi yürünemeyeceği…

Aslında insana düşman bir kent İstanbul. Ya da bu hale getirilmiş. Yaşanılası kılan da gene insanları. Sanki bu kente yenilmediklerini göstermek için, birbirlerine sarılan, seni dinleyen, söylediklerini kavramaya hazır, belki çok bilgili, çok akıllı olmayan ama çok zeki ve bi o kadar duygusal insanları…

Ve sürprizlere açık bir kent. Berlin'in hesaplanabilirliğinden sonra, İstanbul'da her köşe başında karşıma çıkan, beni her seferinde öylesine şaşırtan o kadar çok şey var ki… İster istemez, "ben bunların farkına neden daha önce, burada yaşarken varmadım?" diye soruyor insan kendisine. Galiba, bu zorunlu "hava değişikliği" iyi geldi bana.

Önce Topkapı'ya oradan da, Millet caddesi üstünden, Aksaray'a kadar yürüdüm. İşte üst geçitteki at arabası, hemen yanında son model bir… Araba markalarını da hiç öğrenmedim, oysa ne güzel muhabbet ediyor arkadaşlar aralarında. Sonra Laleli… Bu yol sol tarafından yürünmeli arkadaş! Hem daha serin, hem de daha sakin. Sahaflar'a kadar yürüdüm. Kitaplar ne güzel. Neden parasızlığım en çok burada koyuyor bana? (Nedenmiş… Böyle dangalakça övünmen için.)

Parasızlığımdan sıkılıp çıktım Sahaflar'dan. Bir de o kestane rengi saçları, ışıl ışıl gözleri olan çıtı pıtı kızdan kaçtım. Dikkatli dikkatli baktı bana. Her halde bu döküntülükle burada ne aradığımı düşünmüştür. Üniversiteliydi galiba… Hani bizim pazarları, yalnızca pazarları giyecek temiz bir şeylerimiz olacaktı Nazım baba? Birileri fena işletiyor galiba ikimizi de. Olsa, pazarı beklemez hemen giyerdim.

Bakırcılara vurdum oradan. Hah! Buraya yakışıyordum işte. Ortalıkta gezinen ben yaşlarda delikanlılardan, ufak çocuklardan tek farkım, onlar kadar yağa batmamış olmam. Hele birinin yüzü kapkaraydı. Bir tek gözlerinin akı parlıyordu. Sen bunların resmini çizebilir misin Abidin? Mutluluğa falan boş ver, en çok bunların…

Bir yerlerden kanun sesi geliyor Abidin… Kanun da aynı Farabi gibi,senin gibi yakışmıyor buraya. Hayrola? Benim bildiğim buralarda Orhan, Ferdi falan dinlenir, bilemedin İbraaam… Hani Beethoven dinleyecekti Türkiye İşçi Sınıfı. Olsun, bu da bir aşama mı yoksa? Midem kazınıyor açlıktan. Ruha gıdadır ama mideye ne etsin kanun? Şurada, müzik aletleri satan bir dükkandan geliyormuş ses… Tamam ruhu doyurduk da… Elimi cebimden çıkartmadan cebimdeki bozuk paraları saydım yeniden; çoğalmamışlardı. Bir simit, bir de çay almaya yeter de artar bile. Ulan, gerisi de palavra galiba… Ama ya o kız? O kız da bir simit, bir bardak, işte ne içiyorsa onunla geçirir mi hayatını?

İnanmadığım Allah, şu simidi bulandan razı olsun! Fırıncıların piridir o adam. Gel ulan kahveci çırağı, benim gücüm de sana yetiyor. Bir de masayı temizletse miydim? Boşver, cebindeki para ikinci bir çaya yetmezse madara olursun. Ulan ya düşürdüysek simit alırken? Yokladım, düşmemiş. Bir dahaki sefere çay ve simit parasını ayrı ayrı ceplere koymalı. Değil mi Abidin? Sahi, bi tablo kaçtan gidiyor bu günlerde? Fransa'ya tüyebilme imkânı sağladığına göre… Yoksa dededen mi paralar? Sahi neden bütün Adanalı'lar, "Çukurova'nın yarısı dedeminmiş, hovardalıkta yemiş paraları" der?

Çukurova'nın kaç yarısı var? Zeynep hanım bize yanlış bir şeyler mi öğretti matematikte?

Cebimdeki bütün parayı, çay tabağının kenarına bıraktım. Bi hovardalık da ben yapayım anasını satayım! Buraların yarısı benimdi biliyon mu, onu da çay tabağının kenarına bıraktım. Ne bakıyon? Bu saçları değirmende ağartmadık, hovardalık bitirdi bizi…

Elimle şöyle bir selâm verip çıktım kahveden. Selâmımı almadılar bile. Boşu boşuna verdik koca serveti.

Şimdi buradan…

Cebimde param yok, bir bekleyenim de yok. O zaman buradan istediğim yere giderim aga! Şuraya gideceğim! Yok yok bu taraf daha güzel galiba. En iyisi ben şöyle gideyim. Heeeyt! Bütün yollar ben nereye istersem oraya çıkıyor.

İşte buraya çıkacakmış yollar. Şu maviye bak. Balık ekmek de vardır şimdi orada. Simit yetmedi galiba. İnsanın parası olsa, bir olta alırdı kendine… Balık tutar, dünyanın bütün kedilerini, ayakkabı boyacılarını, bir de delilerini doyururdu. Galata Köprüsü'nü bu işe tahsis ederdi. Midyeleri doldurup sinirlendirmenin ne anlamı var? Öyle, teneke üstünde kızartıp verirdik garibanlara. Şenlik olurdu ekmek, Kuran çarpsın! Küçük balıkları suya atardık yeniden. Büyüyüp küçük çocukları doyursunlar diye. Zaten aynı oltaya bir daha yakalandılar diye yemek gerekirdi o geri zekâlıları.

Bu köprü de niye tutar beni? Ne sandal, ne vapur ama bu köprü… Vapurlara hazırlıklı mı biner insan? Köprünün sallanmasını beklemediğimiz için mi? Ne beklememesi, kaç bin kere geçtim üstünden, dilini bilirim be! Aha Galata Kulesi. Gene karar veremedim, kelebek mi, güzel mi? Şöyle aristokrat bi ailesi olacak ki insanın, damarlarındaki asil kana, hemen Galata Kulesi maddesini açıp soracak… Bilmem ne tarihinde, şunlar tarafından, şu amaçla yapılmıştır, bilmem ne kadar ton taş, bilmem şu kadar çimento kullanılmıştır. Yandıktan sonra, fişmekân tarafından tamir edilmiştir (pardon onarılmıştır).

Kuledibi'ne kadar çıkar, sonra geri dönerim. Beyoğlu'na çıkmayacağım. Beyoğlu'nda utanıyorum. Kendimden değil, Beyoğlu'ndan utanıyorum hem de. Beyoğlu kusuyor beni. İstemiyor. Ben Beyoğlu'na küstüm.

"Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri…" Ahmet Haşim miydi? Oydu galiba. Hadi gerisini de getir. Şurada kerhane olacaktı. Bu merdivenlerde bu kadar yorulduktan sonra, kerhaneye nasıl güç buluyor bu adamlar? Girsem mi?

Ya bir gören olursa. Çekici bir yanı da var aslında ama… Yedin simidi, karnın doydu tabii, hergele. Elalem ne der?

"Vebali o kestane rengi saçı olan kızın boynuna" derim ben de.

Ayıp ulan! Öyle bir kız mı o?

Ya nasıl bir kız? İçerdekilerden farkı ne? Adı Mehtap değildir belki. Ama o da önce aşk sandığı bir şeyin, sonra da ne bileyim, çocuklarım üzülmesin, yalnız ne yaparım, elalem ne der adına yapmayacak mı bu işi? Hangisi daha namuslu? Kaç kişiyle olduğu mu belirliyor orospuyla namuslu kadın arasındaki farkı?

Peki diğerleri bu kadar namuslu olmasa, burası bu kadar dolar mıydı? Yok, girmeyeceğim. Canım çeker falan… Hem utanırım, hem de param yok. Para ahlâksızlıktır arkadaşlar. Bakın benim param yok ve ahlâksızlık yap(a)mıyorum. Bunu bir kenara yazayım ben. Büyüyünce işime yarar. Bir de, merdivenlerin ve yokuşun cinsel gücü azaltıcı etkileri üstüne bir tez hazırlarım. Bu hesapla Beyoğlu'nda çocuk olmaması gerekiyor. Dağ köylerinin de sapır sapır dökülmesi lazım. Böyle bir gerçek olsa, memleketimizde neler olurdu acaba? Herhalde aşağıdaki köylerde yaşayanlar, pazar yerlerinde falan, "sustu ibneler! sustu ibneler!" diye tezahürat yaparlardı dağlılar aleyhinde.

Off! Sıkıldım yazmaktan. Ne anlamı var bunların? Aslında şimdi o dağlardan birinin en üst noktasına çıkıp yanık sesle türküler söylemeliyim. Nasıl olsa sesim bana yanık gelir ve kimse de "sus ulan!" diyemezdi. Sahi, insan meşe palamuduyla ama yalnızca meşe palamuduyla yaşayabilir mi? Hem bu meşe palamudu nasıl bir şeydir?

Yorumlar

"Çukurova'nın kaç yarısı var?" diye soruyor ya Ali Türkan, ben de hep "Doğu'nun kaç tane Paris'i var?" diye merak eder dururum.

Erhan Ümit - 9 Ağustos 2009 (15:09)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

476
Derkenar'da     Google'da   ARA