Topal bir atı vardı.
Sağ arka bacağı diğer üçünden kısa, at gibi değil de daha çok bir çağanoz gibi, "çarpraz" seğirterek tırısa kalkan bir hayvancık. İnsanın, arabaya koşası değil, elmayla, kesme şekerle besleyesi gelirdi.
Kırkıma geldim. Yani, çok insan gördüm diyebilecek bir yaştayım ama gördüğüm insanlar içinde, gerçekten "sevgisiz" diyebileceğim tek insan odur sanırım. Herkes, atları sevdiğini söylerdi ama sevgi değildi onunki. Olsa olsa, hükmetme diyebilirim. Atları tanıyordu. Onlara nasıl hükmedeceğini, hayvanın "iradesini" nasıl kıracağını iyi bilirdi.
Zaten, başına ne gelmişse, bu at "sevgisi" yüzünden gelmişti. Tam yedi yıl, ilkokul birinci sınıfa gitmiş, babası kapıdan sokmuş, o penceresinden kaçmıştı okulun. On dört yaşından sonra, okula falan yollamamışlar, kendi haline bırakmışlardı. Saat kayışına, tırnak çakısının törpüsüyle kazıdığı adından başka tek kelime yazamaz, okuyamazdı.
Yazları Büyük Ada'da faytonculuk, kışları da Mevlâna Kapı'da, sur içinde nallı kuzu kasaplığı yapar, at, eşek keserdi.
Kısa boylu, kirpi saçlı, gaga burunlu ve yeşil gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönen bir tipti. Derin nefesler çektiği Bafra cıgarasının dumanını, kocaman ve kılları neredeyse dudaklarına kadar inen burun deliklerinden yılan gibi tıslayarak salardı. Yüzü güneşten, rüzgârdan kavrulmuştu iyice.
Tuzu kuru olduğu zamanlar, atıyla ahırda yatar; teke gibi de kokardı. Atı ölür ya da yolsuz kalıp da satarsa, o zaman da bizim eve gelirdi. Para tuttuğu zamanlar, aylarca yüzünü göremezdi kimse…
Hatta bir keresinde, o zamanın parasıyla, yüz elli bin lira kaldırmıştı altılıdan. Ev alınırdı be! O kadar para yani. Bir kısmıyla birkaç gün kerhane kapatmış, kalanını da altına çevirmiş derdi, hadiseyi bilenler.
Herkesi huzursuz eden, atsan atılmaz, satsan satılmaz cinsi, yakın akrabadandı.
Kafası vıcık vıcık bit, uzun paçalı donu bile, kıçını aylardır yıkamadığı için bir karış bok içinde… Gelir gelmez, bütün eşyası holde çıkartılır, banyoda, bağırta çağırta neredeyse kaynar suyla yıkanıp biraz "adama" benzetilir ve ancak o zaman eve alınırdı.
Sürekli üşür, sağdan soldan topladığı giysileri, yaz kış demeden kat kat giyerdi. Ağustos sıcaklarında bile, beline kuşak bağlar, onun üstüne yün fanila, balıkçı yaka kazak, gömlek, yelek, ceket ve deri gocuk çekerdi.
Bunca yıl geçmesine rağmen, ufacık bir çocukken, içindeki soğuğun onu üşüttüğünü düşündüğümü hatırlıyorum.
Ufacık ve "aykırı" bir çocuktum. Hani, "batan", ne yaparsa kabahat olan çocuklar var ya, onlardan. Evde herkesin bir sorunu vardı benimle ve ben haddimi bilmiyor, aşağıdan almıyordum.
Aklım ermiyordu daha. Tek bildiğim, ne söylenirse söylensin karşı çıkmak; kör parmağım gözüne gözüne, inadına bildiğimi okumaktı.
Onun aklı, çoğu cahiller gibi, yalnızca kurnazlığa işlerdi.
Evde "sorun" olduğumu anlamış ve her gelişinde, benim üstüme basarak, kendine yer açmaya alışmıştı. Bütün gün beni gözler, işine yarayacak bir açığımı görürse, hemen şikâyet ederdi.
Acırdım. Küçük yaşta atların ayakları altında ezilmiş, iç organları karnının sağ tarafına toplanmış, bedeninde karpuz büyüklüğünde bir şişlik oluşmuştu. O şişliğe "çocuğum" der, özenle beline sardığı kuşağın altına gizlerdi.
Acıdığım için de uğraşmaz, bana bulaşmasına, sesimi çıkarmadan katlanırdım.
Kale içinde esrar içerken, kankalarından biri küfür etmiş; bu da bi tokat atmış adama ve biçimsiz bir yerine darbe alan adamın da öleceği tutmuş. Yıllarca, kahramanlık hikâyesi diye bunu anlatmıştı. Olayın yer aldığı gazete kupürlerini yanında taşırdı hep.
Birini, galiba Hürriyet gazetesiydi, hatırlıyorum. Üçüncü sayfaya kocaman bir başlık atmışlardı: "1.45'lik cüce, tek tokatla adam öldürdü". Tam böyle değilse de, bu meâlde bir şeydi başlık. Resim altına da "bu tokatla kamyon devirim" gibi bir şey yazmışlardı. Gazetedeki fotoğrafı da hatırlıyorum. Fotoğrafçı yüksekçe bir yere (belki sandalyeye, masaya) çıkmış, zanlının boyunu olduğundan da küçük gösteren bir açıdan çekmişti resmi.
Daha sonra, böyle şeyler söyleyip söylemediğini sormuştum; söylememiş.
Hapisten, İmralı'dan, başkalarına yazdırdığı, kâğıdın köşeleri sigarayla yakılmış, bol güvercin resimli ve mutlaka para ya da erzak isteyen mektupları gelirdi. Yirmi küsür sene vermişti hakim. Birkaç yıl yatıp 74 Affı'yla çıkmıştı içerden.
Sonra yıllar girdi araya. Son gördüğümde, iyice düşmüştü. Akrabadan birinin yaptığı inşaatta yatıyormuş; bir gece merdiven boşluğuna düşüp kolunu kırmış; kemik kötü kaynamış, çolak kalmıştı. Gözlerindeki ve tavırlarındaki yaltaklanan, acındırmaya çalışan ifadeden tiksinip cebimdeki bütün parayı vermiştim. Cebimdeki bütün para da, gazoz parası miktarında bir paraydı. Arkamdan "cimri" demiş.
Ölümüne kadar da dilenerek, akrabalarına yalvar yakar kaptıklarıyla yaşamış.
Çocukluğumun kâbuslarından biriydi. Her gelişinde huzurum kaçar, beni her ispiyonlayışında (çoğu zaman iftira atardı) dayak yerdim. Yaşamım boyunca, "kötü" sözcüğünün karşılığı oldu. Kimseye tek faydası dokunmadan ve son yıllarını dilenerek geçirdi. Ölümünden sonra, birkaç yüz dolar, bin küsür euro ve epey altın çıkmış eşyasının arasından.
Ölüm haberi geldiğinde, hiç bir şey hissetmedim. Hiç bir şey hissetmediğim için de, kötü hissettim kendimi.
Sonra, kaldığım o küçük Trakya kasabasında; bir ayakkabı boyacısıyla sohbet ederken adı geçti. Boyacıyla epey ceviz kırmışlar. Akrabası olduğumu öğrenince, adımı söyleyip "tanıyor musun?" diye sordu. "Neden?" diye sordum. Ölümünden önce, "çocuğa çok kötülük ettim, bir gün görürsen, söyle, kusura bakmasın." demiş.
İnsan, böyle bir şey işte.
Ali ağbi halen senin yokluğuna alışamadık be nasıl alışacağız onu da bilmiyorum açıkcası. Seni ve gerçek dostluğunu hiç ama hiç unutmayacağız ama nasıl olsa eninde sonunda buluşmayacak mıyız belki de çok yakın belki de çok sonra ama eninde sonunda görüşeceğiz.
Ahmet Altuğ - 8 Ocak 2008 (19:57)
Ali… Biliyorsun yazı yazmayı beceremem. Seni seviyoruz.
Osman Türker - 9 Ocak 2008 (14:36)
32 yıl önce; daha 13 yaşında, Türkiye coğrafyasında çokça doğuya düşen o taşra kasabasından ayrıldığımdan beri, her yerde ve her ortamda biraz yalnız ve biraz da yabancı hissetim kendimi. Ali kardeşimin yazıları ile karşılaşana dek. Bu güne kadar resmini dahi görmemiştim ama hep çok yakından tanıyormuş gibi hissettim. Şimdi öğrendim ki göçüp gitmiş aramızdan. Dönmemek üzere giden sevdiklerimin arkasından ne söyleyeceğimi hiç bir zaman bilemedim. Bildiğim, çok canım yanıyor. Yanlızlığım ve yabancılığım bir kat daha artıyor. Görüşmek üzere kardeşim.
Baki Akçay - 9 Ocak 2008 (15:40)
Ali abi ruhun şad olsun. Yerin Cennet olsun. "Ağladıkça, ağladıkça güneşi tutacağız, tutacağız göreceksin…
Tülay Kayır - 9 Ocak 2008 (16:35)
Yazılarını tekrar tekrar okuyorum. Her okuduğumda boğazım düğümleniyor. Yüzünü görmedim, sesini işitmedim. Ama yüreğinin sesini işitiyorum sanki.
S. Özkan - 18 Nisan 2008 (22:09)
Yüreğinin sustuğunu bu siteden öğrendiğimden beri, her arada girip yazılarını okuyorum. İkidir bir şeyler yazmak istiyorum ama her defasında hissettiklerimi tarif edecek kelimeleri bir araya toparlayamayıp yorum kutusunu kapatıyorum. Çünkü yazmak istediğim şey bir yorum değil.
Böyle bir yüreğin artık yaşamadığını, şu güzelim yazılara bir yazı daha ekleyemeyeceğini bilmek benim için kolay ifade edilir gibi değil.
Bir tek şunu söyleyeyim o halde. Eğer yaşarken rastlasaydım sana Ali, henüz yaşıyorken okusaydım bu yazıları, kesinlikle peşine düşer, arar bulurdum seni. Şu anda kendime sorduğum 'Gerçekten var mı böyle insanlar hayatta?' sorusunun 'Evet' cevabını onaylayabilmek için. Hep umut olacaksın Ali, seni anlayanlara.
Ve biz böylece 'Ali'yle tanışmışlar' olarak ayrı duracağız hayatın içinde bir yerlerde, kalbimizde çok özel yerinle.
Teşekkürler Ali, dünya aleme gösterdiğin 'Duruş' için, hayat nasıl yaşanır, yaşayarak ve bize yazarak gösterdiğin için.
ayşegül şero - 6 Mayıs 2008 (18:22)
Düşünceler kelimelere, Kelimeler sözcüklere dökülemeden boğazımda düğümleniyor. Yaşamı anlamlı kıldığın her sözcük için binlerce teşekkürler Ali! Ayşegül Hanım'ın dediği gibi "Biz Ali'yle tanışmışlar olarak ayrı duracağız hayatın içinde bir yerlerde, kalbimizde çok özel yerinle." Derin özlem ve sevgilerimle…
Adem Kırmızıoğlu - 25 Mayıs 2008 (17:49)
İnsanlar ne kadar "ben farklıyım" dese de anne ve babadan çok şey alıyor. Hem iyi hem kötü anlamda. Eskiler boşuna "armut dibine düşer" dememişler.
Yavuz İstinyeli - 3 Ağustos 2009 (00:50)
Ali'yi yazılarından tanıyordum, günün birinde kendisiyle bir çay içimi ahbaplık etmek fırsatım da olmuştu. Her aklıma düştüğünde ya da bu sayfalarda onunla her karşılaştığımda (özetle) üzülüyorum.
Ayşe Aksoy - 30 Kasım 2009 (02:23)
Kendi huzursuzluğunu ve hasetini bastırmak için hep küçük çocuğu kullanmış. Yani aslında başkalarının üzerine basarak kendine yer edinmeye çalışan insanlardan biri de o. İçinde ne kadar sevgisizlik varsa bütün olumsuzluklarıyla çocuğa aktarmış. Gerçek hayatta fazlasıyla olan bu tipler çok güzel tasvir edilmiş yazıda. Rabbim uzak tutsun böylelerini hayatımızdan.
Ruhunuz şad olsun.
İdealist - 8 Temmuz 2011 (01:42)
Ali Türkan neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.