Postaneyi geçer geçmez, köşedeki esnaf lokantasının yanından sağa dön, hemen soldaki ilk hanın girişinde, küçük bir dükkânı vardı.
Pek, dükkân da denemez ya aslında… İki metre karelik bir girintinin önüne, küçük bir camekân atmış, hemen o camekânın arkasındaki tahta masada, iğneden (kendi deyişiyle) "Apollo 11 Süper SS" parçasına kadar her şeyi tamir ederdi. (Şu "süper SS"nin ne olduğunu hiç öğrenemedim.)
Asıl mesleği saat tamirciliğiydi ama eline geçen her şeyi uzun uzun inceleyip ciğerini okuyan o adamlardan olduğu için, handakiler, her zırıltıyı ona getirmeye başlamış, o da saat tamirciliğinden, "her türlü tamirat ve bilimum şeyler mühendisi" aşamasına terfi etmişti.
Zaten, camekânın üstünde bu tabelayı görünce ilgilenmiş, muhabbete başlamıştım, bu "bilimum şeyler mühendisi" ile…
Gözüne iliştirdiği bir lup'la, bir yandan önündeki saatin ince bir işini yapmış, diğer yandan da benim salakça sorularıma cevap yetiştirmişti.
Salakça diyorum, çünkü, beklediğim gibi köylü kurnazı bir adam yerine, oldukça kıvrak zekâlı, birikimli ve en hasosundan bir fırlamaya toslamıştım. Sözün bir yerinde, açıktaki gözüyle bana bakmış ve "bu lup yüzünden bukalemun gibi oldum; sağ gözümle iş görürken, sol gözümle de ortamı kesiyorum" demişti.
Tanıdığım en komik adamdı. Kaşlarını, darbukanın ritmine uygun oynatır, her seferinde de kırar geçirirdi milleti. Sol kaşla basları, sağ kaşla da tizleri "vururdu" .
Zamanla, iyi dost olduk. Sözü sohbeti yerinde, özenli, ne söylediğine, söylediğinin nereye gittiğine dikkat eden ender insanlardandı. Biz, iki geveze, yan yana geldiğimizde, pasa konuşurduk ve aynı anda konuşmamıza rağmen, gayet güzel anlaşırdık.
Şöyle beş dakikalığına yanımıza uğrayanlar, ya da gülüşmelerimize tav olup muhabbete katılmak isteyenler, hiç alışmadıkları bu iletişim şeklinden hemen yorulup iskele alırlardı. Çoğu zaman aynı anda "bunu da kaçırdık" der ve mevzuya kaldığımız yerden devam ederdik.
Nasıl yakışıklı bir hergeleydi. Esmerliğini "rahmetli" annesinden almış. O doğduğu günlerde ölen babası da tipik "macır" mış zaten ve mavi gözleri de ondan kapmış. Bakardı da kendisine. Yediğine içtiğine dikkat eder, başının üstüne astığı demir boruya tutunup, her fırsatta "barfiks" çekerdi.
Hana girip çıkan kızların da dikkatini çekerdi hemen.
Bir kere, birkaç kız, orada işe yeni başlayan bir arkadaşlarını işletmek için olsa gerek, elinde bir şeyle buna yollamışlar. Alı al moru mor gelen kız, yüzünde kocaman bir hayal kırıklığıyla "aaa sakatmış" diye olduğu yerde kalmıştı. Diğerleri, birkaç metre geride kikir kikir gülerken, bizimki hiç bozmamış, "peder malzemeden çalmış ama azmettim, kupa beyi oldum" demişti.
Kaşına gözüne kapılıp yanına gelen kızların hayal kırıklığını sallamazdı pek. Hem alışmıştı bu duruma, hem de o handa çalışan "overlokçu" kızlardan birine aşıktı. Çıtı pıtı, gözlerinin içi gülen, gözleriyle konuşan bir kız…
Tekerlekli sandalyesinin yanına küçük bir çanta asmıştı. İçinde kitapları ve "Zenith" marka bir fotoğraf makinası dururdu bu çantanın. Punduna getirip kızın birkaç poz resmini çekmiş, nerden bulduysa, bir tutam da saçını bulmuştu. O fotoğraflarla kırmızı bir kurdeleye sardığı o saç tutamını, koynunda taşırdı hep.
Kızın adı Mehtap…
Okuyormuş bir zamanlar. Anne yatalak olunca, baba da basıp gitmiş. İki de küçük kardeş… Giyecek başka elbisesi de olmadığından, lise önlüğüyle işe gelirmiş ilk günler. Omuzundaki dandik okul çantasında da Arnavut börekçinin tükürüklü parmağıyla demetten çektiği gazete kâğıdına sardığı iki peynirli poğaça ve "Hanımın Çiftliği" romanı.
Çok severdi Orhan Kemal'i. Ben de onun Orhan Kemal sevgisine, Orhan baba adına sevinirdim. Bana, bütün o kitaplar, Mehtap okusun diye yazılmış gibi gelirdi. (Büyüdüğümde marangoz ya da "ciltçi" olamazsam, yazar olurum belki. O zaman da bütün overlokçu kızların, "eti senin, kemiği benim" diye bir yerlere çırak verilenlerin okumasını isterim yazdıklarımı.)
Tarçınlı akide şekeri gibi bildik ama her seferinde değişik bir şeyleri de olan o kızlardandı Mehtap. Öyküsünü anlatırken, "hayat, orospu olmam için her türlü tezgâhı kurmuş aslında, baksanıza, adım bile kendiliğinden Mehtap" deyip şaşkınlıktan kıç üstü oturtmuştu ikimizi de.
Bir yanda yatalak anne; öte yanda okula giden iki kardeş ve çalıştığı iş yeri arasında canı çıkmasına rağmen, hiç yakınmıyor, gözlerinin içi de yüzü de sürekli gülüyordu.
Ben oralarda oldukça, Mehtap da dedikodudan çekinmeden, daha rahat gelip gider olmuştu bizimkinin dükkânına. Sabahları, çantasına iki poğaça daha koyuyor, işe gitmeden önce şöyle bi "merhaba" demek için uğradığımda, onlar da kahvaltılarını etmiş oluyorlardı.
Oluyorlardı ama bizim oğlan da günden güne eriyordu. O kadar gaz vermeme, kıza açılması için başının etini yememe rağmen, korkusundan tek kelime edemiyor, bütün gün kakara kikiri, mevzuyu gargaraya getirip geçiştiriyordu.
Bi gün, o kadar çok üstüne gittim ki, "sakatım lan ben! Onun gibi bi kız beni n'apsın? Bunaldığı için geliyor yanımıza!" diye bağırmış, sonra da yedi sülâlemi kalaylamıştı.
"İyi eşşoğlueşek! Ne halt edersen et!" deyip yanından ayrılmış; bütün gün burnumdan solumuştum. Aklıma da yığınla şey gelmişti. Gidip Mehtap'a "böyleyken böyle" diye anlatmak; bizimkinin ağzından mektup yazmak; Mehtap'ın ağzından bizimkine mektup yazmak; muhabbet ederken, pat diye "yahu, siz niye evlenmiyorsunuz?" diye sormak; daha neler neler…
İyi de, ya kız gerçekten bunalıyor ve biraz muhabbet etmek için yanımıza geliyorsa. Öyle bi sıçıp batırırdım ki o zaman, tam cafer vaziyetleri olurdu. Düşünüyor, ölçüyor biçiyor, sonra da karışmamanın en iyisi olacağına karar veriyordum.
İşte, bizim birbirimize bağırıp çağırdığımız o gün, Mehtap'ın uzak akrabalarından varlıklı bir adam, kızı annesinden istemiş. (Varlıklı deyince, Koç, Sabancı gibi değil. İnsan garibansa, kuru yemişçi bile varlıklı gelir gözüne; her gün fındık, kuru üzüm be! Boru mu?)
Adamın da kuru temizleme şeysi mi, ne varmış. Sidikli Süreyya vardı, Mehtap'ın arkadaşı; o söyledi.
Bizimki bunu duyunca, gidip eczaneden üç paket Optalidon almış. Hani, Mehtap da adama evet derse, hapları yutup hakkın rahmetine kavuşacak. Ön çalışma olarak da, o zamanlar, bok kokan Haliç'in çamurlarına baka baka ve "mehtaplı gecelerde hep seni andım" şarkısı eşliğinde, dört şişe "köpek öldüren" devirmiş.
Şöyle, iki saat kadar aradıktan sonra, o gün yediklerini ve şişede durduğu gibi durmayan şarabı çevreye saçmış bir vaziyette, oradan geçen herkese ana avrat küfür ederken buldum onu.
Beni de kalayladı bir güzel ve sonra da yanağımdan öpüp "maydanoz al, kız istemeye gideceğiz" dedi peltek peltek. Dünyanın en zor işlerinden biri, böyle keşkül olup kafaya bir şey takmış birini idare etmektir. O yüzden, "koçsun, asarsın, kesersin" diye durumu idare ederken, birden "ulan, neden olmasın?" dedim kendi kendime.
Üç şişe cep konyağı aldım bakkaldan. Şimdi, hal böyle olunca, benim ayık olmam doğru olmazdı. Bi taksiye atlayıp bizimkinin evine gittik. Taksiciye "beş dakika bekler misin bilader?" deyip eve daldık. O lacileri çekti. Ben de kareli gömleğin üstüne, kelebek misali, hem de kırmızı bi garavat taktım; bi demet çiçek, bi kutu da "madlen" çikolata alıp on ikiye beş kala çaldık Mehtap'ın kapısını, en çakır halimizle…
Kapıyı, "gecenin bu vakti bunlar da kim?" gibisinden bir ifadeyle ve korkulu bir yüzle, Mehtap açtı. Artık heyecandan mı, yoksa alkolden mi bilinmez, kapının önünde mevzuya girmek ve "Allah'ın emri…" demek istedim ama ağzımdan "alleeeenim" diye bir ses çıktı yalnızca.
Mehtap, bizi o halde görünce, bütün sokağı çınlatan bir kahkaha attı ve "girin içeri manyaklar" deyip kapıyı ardına kadar açtı.
Velhasıl, hayatımda gördüğüm en kral hareketi çektiler ve çocuklarının adını Ali koydular. Şimdi Kanada'da yaşıyorlar. Bugün de Ali'nin 20. doğum günü.
Nice yıllara, eşek sıpası!
Merhaba, öykünüze adımı google da aratırken rastladım. Akıcı dil, güzel ve özgün anlatım, doğala özdeş aromalı betimleme ve süper öykü diye ben buna derim. Teşekkür ederim. Ellerinize sağlık. Kitabınız varsa lütfen mail atın bana. Bu kısmı önemli.
Mehtap - 4 Ağustos 2007 (3:27)
Dün akşam üzeri; biraz zerzevat alayım diye market'e gittim. Başladım domates reyonunda domateslerin en iyilerini seçmeye; aklıma annemle nadiren de olsa yaptığımız, pazara mazara çıkma işleri geldi, annem zerzevatın iyilerini seçip poşete doldururken, ben düşünürdüm ulan kadın nereden anlıyor iyisini kötüsünü bana göre hepsi japon…Heh dedim büyümek böyle bi şey olsa gerek insan zamanla anlıyor malın iyisini kötüsünü.
Derken kabak reyonun da aynı 'aklı selim'le kabak seçiyorum, bi teyze; 'onlar kötüleri kızım, bak bunları al'deyip iki kabağı elime tutuşturuverdi. Poşet'te domatesler gösterip soramadım teyze'ye; 'teyze bunlara da bi bakıver gözünü seveyim iyi diye aldım ama 'yok olmaz büyüdümdü artık, soramadım.
Neyse, kabak ta domates te güzeldi zannımca. Zerzevatın değilse de insanın güzelini seçmede iddialıyım ve bunun için büyümeyi beklemem de gerekmedi hiç bir zaman…
Akşam yemeğe geleydin iyyiydi ALİ…
Sema Yargıcı - 15 Mayıs 2012 (00:02)
Ali Abi, her hikâyenle kalemine rahmet, sana da fatiha okuyorum… Inşaallah güzel yerdesin…
Sadik - 1 Ocak 2013 (21:14)
Ali Türkan neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.