Patronsuz Medya

Eski semtin sokaklarında

Ali Türkan - 29 Nisan 2003  


Ne halt etmeye gelmişti ki buraya? Sabahtan beri aynı sokaklarda kolon vuruyor, pencereden uzanan bir başın "Metiiiiiin!" diye içeri çağırmasını, "neredeydin bunca zamandır hayırsız?" diye söylene söylene şeker tutmasını, ellerine limon kolonyası dökmesini bekliyordu boşu boşuna…

Hiç akrabası kalmamıştı burada. Komşuların çoğu da ölmüştü mutlaka. Adını hatırlayacak bir yaşıtları vardı ki, onlar da kimbilir nerelere savrulmuşlar, hangi tatsız işini ucunu tutmuşlardı?

Sokak gene bitmişti. Geri dönüp birilerinin dikkatini çekmek yerine, arka sokaktan bir tur daha attı. Sokakları dolaştıkça, yığınla ayrıntı geliyordu aklına. Şurada bir camcı vardı. Top oynarken cam kırmış, babasından ödü koptuğu için adama yalvar yakar camı yaptırmış, adamın borcunu ödeyene kadar, aylarca yolunu değiştirip uzun yoldan gitmişti okula.

Şurada da Nazan'ın evi işte. İlk öptüğü kız. Parkta elini tutarken… Yediği ilk "eyvah abim!" dayağı. Nazan'ın penceresinde camın pervazına yastık atıp bir yandan çekirdek çitleyen, bir yandan sokağı gözleyen bir kadın vardı. Nazan mı? Pek benzetememişti. Bu kadar genç olmamalıydı sanki. Yok, Nazan değil bu.

Gene de kadın sokakta top oynayan çocuklara doğru "Metiiiin!" diye bağırınca, heyecandan kalbi duracaktı. İlk öptüğü kız, onu unutmamış, oğluna onun adını vermişti.

Ne güzel olurdu ama kadın Nazan değildi, annesine "ne var be!" diye çemkiren bu velede de onun adı verilmemeliydi zaten. Çocuğa sinirlendi nedense. Elinin körü var eşşoğlueşşek! İnsan annesiyle böyle mi konuşur be!

Kadının söylediklerini dinlemeden, adımlarını sıklaştırdı. Çocuğun küstah tavrı canını sıkmıştı. Yaşlanıyor muyum yoksa? Çocuklara, gençlere sinirlenmeye başladı mı insan… Aaa, çitlembik ağacı! Kaç yıldır görmemiştim. Çocukken üstüne tırmandığım ağaç mı, yoksa burada değil miydi o?

Ne tatsızdır çitlembiğin meyvası. Bir şeye benzemez ama bir ziftlenmeye başladı mı insan, aynı "gündöndü" çekirdeği gibi, bırakamaz bir türlü. Aha, bu da Zeynep hanım teyzelerin evi. Oğlu hayırsız çıkmıştı. Bir pavyon karısını gelin diye getirmişti de eve, Mustafa amcaya inme inmişti. Adamın ağzı, kulağına yakın bir yere kaymış, hemen kulağının dibinde konuştuğu için, adamcağız sesinin tonunu epey alçaltmış, fısır fısır, ne dediği anlaşılmaz olmuştu.

Parkın oradaki camide öğle ezanı okunuyordu. Güzelmiş müezzinin sesi. Gülümsedi. Yaşlı bir müezzin vardı eskiden. Hangi salak tesisatçının işiyse, hoparlörün kablosunu binanın dışından çekmişlerdi. Ufacık kopillerdi daha. Birkaç omuzdaşıyla üşenmez, sabahın köründe kalkıp tam ezan başlayınca kabloyu keserlerdi. Adamcağızın, o merdivenleri çıkıp diğer müezzinlere yetişeceğim diye canı çıkardı. Çocukluk işte. Bir gün yakalanıp bir araba sopa yemişlerdi. Hâlâ kulağı çınlardı arada bir. Adamlardan biri, tam kulağının tozuna patlatmıştı tokadı.

Yıllardır camiyle falan ilgisi yoktu ama ezanı duyunca, canı namaz kılmak istemişti nedense. Kaç rekâttı öğle namazı? Şööle elinin baş parmaklarını kulak memelerine götürüp bir "Allahuekber!" sonra da rükûya varıp… Ne denirdi be? "Semi Allah ül…" diye bir şeydi ama gerisini getiremedi.

Yürüye yürüye parkın oraya kadar varmıştı. Camiye girmek zor geldi. Parkın kenarındaki simitçiden bir simit alıp banklardan birine oturdu. Sakalları sünnete uygun bir ihtiyar, önündeki baskülü toparlayıp camiye doğru seğirtiyordu. Aylak durmamak için geleni geçeni tartıp üç beş kuruş kazanan bir emeklidir mutlaka. Ya da temizlik hastası gelinin "zulmünden" kurtulmak için kaçıyordur evden. Kahvede pinekleyeceğine, bu baskülü almıştır.

Gelini niye temizliğe vermiştir kendini acaba? Kocada "tık" yoksa. İnce, asabi bir kadın geldi gözünün önüne. Mis gibi Arap sabunu, çamaşır suyu kokuyordur ev. Tahtalardan halılara, koltuklara kadar her şey hafiften nemlidir o evde. Yazları, perdelerin altına beyaz bezden "güneşlik" gerilir. Gölgeli bir evde, dırdır edilen bir kocadan sık sık sopa yemekle tüketilen tel maşa bir hayat. Camiye koşuşturan nur yüzlü ihtiyar da oğluna şikâyet ediyordur kızcağızı. Bir sopa da onun için…

Koca, demirciler çarşısında kaportacı olmalı. Öğle yemekleri, esnaf lokantasından. Az pilav üstü nohut, bir de et yemeği. Akşamları da pazardan alınanlara talim.

"Para verdin de almadım mı? Etin kilosu kaça, haberin var mı senin?"

"Offf, çekilmez be! Benim karı pasaklıydı ama dırdırı yoktu hiç olmazsa!"

Dırdır etmediği için de tası tarağı ve ufaklığı toplayıp bir not bile bırakmadan kaybolmuştu karısı. Bunca yıl neler biriktiyse, hiç birinin sözü bile edilmeden ayrılıvermişlerdi. Özgür kalmanın keyfiyle hüzünlü bir şeylerin arasında gidip gelmişti birkaç ay. Sonra da geçmişti. Uygardı onlar. Hafta sonları oğlunu görüyor, eski karısına "nasıl gidiyor, mutlu musun?" gibi sorular soruyordu. Okumuş kızdı tabii. O da özenle mutluluk kelimesinden kaçıyor, "iyiyim" diyordu yalnızca onu üzmemek için. Geçenlerde de "biri var, yeni" demişti. Kıskanmamıştı bile. Yalnızca, "oğlandan uzak tut o herifi!" diye karısının keyfini kaçırmıştı özenle.

Bir gün de tanışmışlardı adamla. Kırk tane gönlü olsa, birini vermezdi yarmaya. Karısına "çok mu aradın bu kalası?" diye sormamak için zor tutmuştu kendisini. Uygar bir şekilde tokalaşmışlardı adamla. Parmaklarımı kıracaktı ayı. Karısını kıskanmamıştı ama adamın ellerinin, ayaklarının büyüklüğüne takılmıştı. Halvet olduklarında, sık sık "bamya" diye takılırdı karısı. Bazen de imalı imalı "heee, Küçük Metin" diye inceden "giydirirdi.

Sırası mıydı bunların be! Bana ne elin herifinin ayakkabı numarasından?

Böyle diyordu ama en kısa zamanda full aksesuar bir manita bulup karısının karşısına çıkma isteğinden de alamıyordu kendisini. Şöyle, her yanından dişilik akan, inadına güzel, inadına genç bir şey. Karısından uzun olacaktı mutlaka. Boyunun kısalığı hep rahatsız etmiştir Nermin'i.

N'oluyor be! Kıskanıyor musun yoksa? Kıskandığı falan yoktu canım. Yalnızca… İşte o yalnızcayı bilmiyordu. Onsuz da başarmıştı karısı. İyi bir iş bulmuş, yarma da olsa bir sevgili edinmiş, deniz gören bir ev tutmuştu. Evde bütün gün bacak bacak üstüne atıp ayağını sallayan o kadın gitmiş, yerine kendine bakan, işe yarayan bir kadın gelmişti.

Sıkıntıyla oturduğu banktan kalktı. Simit de bayatmış anasını satayım! Kuşlara yarayacak. Semtin ana caddesine doğru yürüdü. Şurada, Mehmet amcanın dükkânında çalışmıştı ilk. Babası, ikide birde parasızlığı yüzünden çocuklarına çemkiren küçük bir memurdu. Okullar tatil olunca, Mehmet amcanın yanına çırak vermişti onu. Orta ikideydi daha. Bütün gün leş gibi kokan keçeleri ve pantolon "köprülerini" ters çevirip ütülüyordu.

Dükkânın yerinde koca bir han vardı şimdi. Alt katı da boydan boya pasaj yapmışlardı. Kimseler, dükkânın önüne tabureleri atıp tavla oynamıyordu bu sıcak havada artık. Caddeden inmeye başladı. Şurada da sinema vardı. Yerli seks filmleri gösterirlerdi. Üçü peşpeşe. Çoluk çocuk ceketle orasını burasını örtüp, ceketin altında görürdü "işini". Şurada da Koca Memeli Nedamet ablanın evi. Pencerede piyasa yapar, ergenlik çağına girmiş kopillerin yüzündeki sivilcelerin sayısını arttırırdı. Evin kenefinde, hayâl gücünü zorlaya zorlaya neler yapmıştı kadına düşlerinde… Zerre kadar nedamet duymuyordu bu yüzden. Aaaah, Nedamet abla, ahhh!

Burada da kocaman bir arsa ve arsanın yanında da harap bir ev olacaktı. Bir orospu eskisi, on liraya cinsel organını gösterirdi çocuklara o evde. Yok, gösterme beş liraydı. On liraya elletirdi bir de. Haftalarca para biriktirmişti bu yüzden ama tam birikti derken, Güral pastanesi açılmış, bütün parası da supanglez denen tatlıya gitmişti. Kalanıyla da topaç almıştı. Dört porsiyon supanglez ve iki topaç, her yeri pörsümüş bir kadının cinsel organından daha çekiciydi o yaşta.

Şurada da…

"Vayyy! Teyze oğlu!"

Şey değil miydi o? Oydu tabii, Ahmet. Kendisine seslenen orta yaşlı adama doğru yürüdü. Yıllardır görmemişlerdi birbirlerini. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordu. Teyzeoğlu gülümseyerek manav tezgâhının arkasından çıkmış, kollarını açarak ona doğru yürüyordu. Caddenin ortasında sarıldılar birbirlerine. Bir tanıdık vardı işte. Hem de teyzesinin oğlu.

"Nasılsın yahu? Nerden çıktın böyle?"

Bir şeyler geveleyip adamın eliyle gösterdiği tabureye oturdu. Heyecanlanmıştı nedense.

Diğeri, caddeden elinde askıyla geçen bir çocuğa seslenip iki çay söylemiş, karşısındaki tabureye kurulmuştu bile. Merakla gözlerini açıp

"Anlat bakalım, nerelerdesin bunca zamandır?" diye sormaya başlamıştı.

Bu sorunun cevabı yoktu ki onda. Hayat gailesinin peşine düşmüş, kabuğunu beğenmemiş, yoksullluğunu hatırlatan akrabalarından fellik fellik kaçar olmuştu. Ne diyecekti şimdi?

"Malum, iş güç, pek zamanım olmadı" diyebildi yalnızca.

"Gazetede misin hâlâ?"

"Evet."

"Bazen senin gazeteyi alıp yazılarını okuyorum. Teyze oğlum olduğunu söyleyince kimse inanmıyordu. Şimdi görsün pezevenkler."

Şaşırmıştı. Sanki, burada onun yazıları okunmazmış gibi gelirdi ona hep. Sevinmişti de. Tam ne söyleyeceğini düşünürken, çayları gelmişti. Teyze oğlu çırağa…

"Önce misafirimize ver oğlum!" diye çıkıştığı için, sorudan sıyırmıştı. Hemen lâfı aldı:

"Dükkân senin mi?"

"Evet, geçen yıl aldım."

"İşler iyi mi bari?"

"Çok şükür, geçinip gidiyoruz. Sizin işler gibi değil tabii, ancak karnımız doyuyor."

Sözünü bitiremeden, mostraları elleyen yaşlıca bir kadına söylene söylene yerinden kalktı. Oturduğu yerden, kadına çıkışan teyze oğlunun bitirimce hareketlerine bakıyor, gerdan kırmalarının, hafifçe omuzlarını öne eğerek konuşmalarının daha önce de olup olmadığını hatırlamaya çalışıyordu. Galiba hep böyleydi bu. Ailenin serserilerinden olduğunu hatırlıyordu. Epey vukuatı olmuştu gençken. Adam bıçaklama, kız kaçırma falan… Kaçırdığı kızla da evlenmişti. Adı neydi karısının? Çıkaramadı. Bunun adı Ahmet. Karısının adı da Necla mıydı? Evet, Necla olacaktı. Karşısına tekrar oturan Ahmet'e biraz da bir şey sormuş olmak için…

"Necla nasıl?" diye sordu.

"Necla da kim?"

"Yaa, pardon. Yengenin adı neydi?"

"Haa, Naciye. İyi. Birazdan gelir. Öğleleri yemek getiriyor. Ya sen?"

"Ben ne?"

"Evlendin mi?"

"Evet."

"Nasıl gidiyor?"

Nedense boşandığını söylemek istemiyordu. Adını koyamıyordu ama burada gördüğü saygı hoşuna gitmişti. Uzun zamandır kimselerden saygı gördüğü falan yoktu. Adı "patronun tetikçi"sine çıkmıştı ve saygı gösterenlerin bile arkasından böyle düşündüklerini, bunları konuştuklarını biliyordu. Şimdi "boşandım" deyip o saygıyı bir "vah, vah" üzüntüsüne çevirmenin anlamı yoktu.

"Nasıl gitsin, evlilik işte. Bir de oğlum var. Geçinip gidiyoruz."

"Allah bağışlasın."

"Sağol. Sende, çoluk çocuk var mı?"

"Var. Kız üniversiteye başladı bu sene. Oğlan da iki senedir tıp okuyor."

Eliyle dükkânın duvarındaki fotoğrafları gösteriyordu. Kolej şapkalı güzelce bir kız ve yakışıklı bir delikanlı. Hiç beklemediği bir durumdu bu. Yalnızca…

"Allah bağışlasın" diyebildi.

Gene bir müşteri gelmiş, Ahmet özür dileyerek ayağa kalkmıştı. Bunu mu arıyordu sabahtan beri? Okuttuğu çocuklarıyla gurur duyan, yıllar önceki gidişe göre hayatı kaymış olması gerekirken, her şeyi yoluna koymuş bir adam ve sülalenin "yırttığı" için herkesin gıptayla baktığı mutsuz adamı; meşhur gazeteci Metin…

Her zaman istihza ile baktığı, uzak durmaya çalıştığı bu insanların arasında ne arıyordu gerçekten?

Naciye'nin kocasına getirdiği yemekleri görmeye dayanamayacaktı. Yerinden kalkıp müşterisine para üstünü veren teyze oğluna…

"Bana müsaade" dedi.

Ahmet bu kalkışı anlamamıştı. Gülümseyerek…

"Yahu, zengin kalkışı oldu bu" dedi.

"Önemli bir randevum var da; yolum bu tarafa düşmüşken eski semte bir bakayım dedim."

"Haklısın. Sizin işler de zor be. Neyse, gene beklerim bak. Yolun düştükçe uğra. Yengeyi delikanlıyı da getir bir gün."

"Tabii" deyip teyze oğluna sarılıp vedalaştı ve az önce indiği yokuşu ağır ağır tırmanmaya başladı. Bu sabah, kapıdaki görevliden, işten çıkartıldığını öğrenmişti. Gidip birkaç özel eşyasını toplayacaktı masasından ve bakışlarını kendinden kaçırmayan birkaç mesai arkadaşıyla vedalaşacaktı.

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

557
Derkenar'da     Google'da   ARA