Patronsuz Medya

İstanbul babanızın malı mı?

Ali Türkan - 8 Mart 2002  


Uzun Giriş:

Şaban Aga'nın bostanı "top sahası" olmuştu… Yanından geçen dere de kurumuştu zaten. Dere yatağında gündüzleri çocuklar oynuyor, geceleri de "o biçim" işler dönüyordu. Bostan, şehrin bittiği yer değildi artık. Bostana dikine inen sokaklar ziftlenmeye, "taş mektebin" yanına Marşal yardımı asker barakalarından "okullar" dikilmeye de başlanmıştı.

Her şey top sahasında bitiyordu o semtte. Top sahasının "öteki yanı" öteki İstanbul'un da ötesiydi. Kürt mahallesiydi orası. Oranın çocukları kalleştiler. Teke tek dövüşmeyi bile bilmezlerdi de, sürüyle dalarlardı kavgaya. Her hırsızlık onlardan, o kuyruklulardan bilinirdi.

Rum komşulardan haso lâkerdaların, taramaların, pilâkinin; Ermeni komşulardan "iyi" suyun özelliklerini öğrenir, korka korka konuştukları ana dillerinden birkaç kelime kapardık. Bunlardan ne öğrenecektik ki? Ayıydı işte hepsi! Aradan bunca yıl geçtikten sonra merak ediyorum; acaba Rum komşularımız da bizim için "İstanbul'u ayılar işgâl etti" diye düşünürler miydi? Hiç aklımıza gelmezdi sormak. Onlar için, biz de "sonradan gelme" sayılırdık çünkü. Mahalle savaşlarında da Türk çocuklar, gâvurlara karşı domuz topu gibi birleşirdi zaten. Hepsi komşumuzdu, Paskalya'da çöreklerini, evlerine konuk gittiğimizde altın tozlu kayısı likörlerini içerdik ama bir "fark" vardı arada; onlar başkaydı.

İstanbul da başkaydı o zamanlar. "Siboplu" plastik çakmak icad edilmemişti henüz. Her yer kebap kokmuyordu. Şehre göçen köylüler "haddini biliyordu". Dağdan gelip bağdakini kovmuyordu kimse. Lumpenler, sankülotlar onlara biçilen rol gereği, kentlinin hizmetini görüyorlardı; "ayaklar" baş olmamıştı daha.

Müslüm'ün, İbo'nun esamesi okunmuyordu. Pikaplardan yükselmeye başlayan "Batsın bu dünya" feryadı bile o kadar yeniydi ki, birkaç yıl sonra gazete patronlarından birinin bütün bir gece odasına kapanıp Orhan Gencebay dinleyeceğini ve Günaydın adında bir gazete çıkartacağını da bilmiyorduk henüz. Tabii, şimdi köşelerinden lumpenlere küfür eden yığınla gazetecinin, o gazetede mesleğe gireceğini de. (Öyle gazetelerde çalışmak değil, onları okumak ayıp ya.)

Erbakan" komik" adamdı, Ecevit de umudumuz olmak için Kıbrıs Savaşı'nı bekliyordu pusuda… Deniz'ler asılmadığı için, kimse kıymetlerini bilmiyordu daha. Adları, "üç fidan, mare nostrum" falan olmamıştı. Halk kısaca "anarşüt" diyordu, okumuşlar da silahlı eylemleri tartışıyordu daha… Çoğunda da bu "kavruk" gençleri yargılama eğilimi ağır basıyordu zaten.

Roller belliydi. Biz İstanbullu'yduk, onlar köylü. Her yıl "memleket" dedikleri bir yere gidiyorlardı, evet…

"Hudâyî-nâbit bir ayırım" vardı ortada. Filmlerde, kitaplarda saf, mert, dürüst Anadolu delikanlısı sürekli işlense bile, en azından dilleriyle alay ediyorduk kente gelmişlerinin. Okulda, sokakta arkadaştık ama ilk kavgada "mına goduumun Lâzı, Kürdü" falan oluyorlardı. Onlar, işimize geldiği kadar bizden, onlara çizilen rol içinde bu memleketin çocuklarıydılar.

Ve derinden yeni bir rol biçiliyordu onlara… Birileri, o köylülerin omuzlarına, hiç sahip olmadıkları bu memleketi kurtarma işini yüklemişti. Yarım yamalak okunmuş Marx kitaplarındaki "işçi sınıfının tarihteki rolü" onlara lâyık görülüyordu o birileri tarafından. Teneke mahallelerin adı gecekondu oluyor, "gecekondulardan doğacak güneşin" tarzı edebi geyikler yapılıyordu.

Yüz elli yıldır memleketi kurtarmak için her şeyi deneyenler, gemileri yakıp kente göçmüş köylülerin çocuklarını seçmişti şimdi de memleketi kurtarmak için. Onların "nerede boynu bükük bir garip görsen / hor görme, kimbilir ne derdi vardır" hüznünü, devrimi yapacak öfkeye çevirmeye çalışıyordu.

O köylü çocukları devrim falan yapmadılar. Çünkü onlara gösterilen "hedef" kendi hedefleri değildi. Gemileri yakıp geldikleri bu kentte, başka dertleri vardı. Aşağılanmanın, dışlanmanın hakkından gelmeye; onları köylerinden, "memleketlerinden" buralara getiren yokluğun hakkından gelmeye çalışıyorlardı. O yokluğun hakkından gelmek de paranın efendiliğinden geçiyordu; efendiyi tarih sahnesinden kaldırmaktan değil.

Şehir, Şaban Aga'nın bostanında bitiyordu. O bostanın öteki tarafı Kürt mahallesiydi. Adı Esenler olmamıştı daha.

Kısa gelişme:

Bunca taksimi haybeye yapmadım tabii. Esenler'de bişii olmuş gene… Siirtliler'le Çingeneler paça kasnak birbirine dalmış, ölenler, yaralananlar olmuş.

Her şeyi kıçından anlamakta ve anlatmakta mahir ediplerimiz de, "mazlum" rolünü gene gariban İstanbullu'ya biçmişler. Hani depremde İstanbul'da kaç kişi ölür tartışmaları gibi, sanki Türkiye yalnızca İstanbul'dan, İstanbullular'dan ibaretmiş gibi, İstanbul'da olan her olayda da İstanbul'un "asıl sahipleri" mazlum oluveriyor hemen. İstanbul'un asıl sahiplerinin kimler olduğu, o sahiplerin bu sıfatı haketmek için neler yaptığı tartışmasını bir yana bırakıyorum.

İstanbul'a göç etmek zorunda kalmış, "memleket"lerini terketmiş, sevdiklerinden ayrılmış; üstelik geldiği yerin bir türlü kabul etmediği, "ayı" muamelesi yaptığı insanların duygularının, ülke içindeki böylesi bir göçe neden olan dinamiklerin falan önemi yok sanki. Öyle ya bu hanzoların her yeri kebap kokuttukları yetmezmiş gibi, ölüleriyle çevreyi kirletiyorlar bir de. Şu gecekondulara, pardon varoşlara baksanıza canım, köpek bağlasan durmaz! Bunlar insan olsa, oralarda yaşamazlar zaten.

Zaten Rumlar'la Ermeniler'i de bunlar kaçırdı. Epestrefe vre! Gelin artık Yorgos, Andonidis, Kostas… Gelin ki, sizin kızlara yeşillenip, her İstanbul gencinin düşünü gerçekleştirebilelim. Bu köylü karılarının elleri, ayakları bile kocaman. Cilve milve de bilmez bunlar. Mezeleri de bi boka benzemez, müzikleri de!

Yalnız bununla mı sınırlı suçları? Önce gariban edebiyatı yapıp diktikleri gecekonduları, şimdi para karşılığında kiraya bile veriyorlar. Siz bakmayın liberalizmi, piyasa ekonomisini falan savunan zevata; namussuzluk üç kuşak önce yapılmayınca namussuzluk değildir onlar için. Deden çalmış olacak ki, artan parayla sanata yatırım yapıp, istenen Türk burjuvası olacaksın. Devlet arazisi yağmalayıp, üstüne bir apartman dikince hırsız, devletin tamamını yağmalayıp memleketin çanına ot tıkayınca da "burcuva" olunuyor… Bu köylü milletinin anlamadığı da bu zaten. Bilmem ne günlerine sponsırlık yapmayacaksa, n'apayım ben öyle hırsızı?

Kıssadan hisse veya didaktik sonuç:

Bence her eve lâzım.

Türkiye köylüsü, Türk yarı aydınının da kolaylığı demek aynı zamanda. Ülkedeki her yanlışta, her toplumsal geri çekilmede, elinin altındaki hazır günah keçisi. Başka suçlu aramasına gerek bile yok.

Onun için, Rumları kaçıran yanlış politikalar değil, köylüler. Çarpık kentleşmenin, alt yapı yetersizliğinin sorumlusu da onlar elbette.

Yürekten inanmadıkları bir davada, kestaneyi ateşten almakla görevlendirdikleri, görevden kaytarıyor diye "suçlu", her zaman dışladıkları, ayıpladıkları insanlar, geldikleri yere kendi kültürlerini dayatıyorlar diye "hanzo" olur memleketimizde.

"6/7 eylül olaylarında, dedem üç Rum aileyi saklamış bizim eve" mavraları başlar. Hesapta İstanbullu dedenin, olaylar o hale gelene kadar ne yaptığı sorusunu sorma gereğini bile görmez. Asıl İstanbullular'ı sepetleyenler arasında dedesinin de olabileceği ve aynı eleştirdiği o köylüler gibi, aynı "barbarlığın" rantlarından faydalandığını düşünmek bile istemez. Dedesi niye suçlu olsun ki? İstanbul'u kebap kokutanlar var işte.

Ve onların çocukları. Caz dinlemek yerine, İbo, Müslüm gibi "naylon" delikanlıları idol yapan; sevmeyi bilmediği için ölümüne seven; dandollukta sınır tanımayan; doğru dürüst beslenmemiş, eğitim almamış bir kara kalabalıktır elbette.

İspatı da kolay: Kimsenin onaylamayacağı ama dünyanın her yerinde yaşanan bazı ilkellikleri örnek gösterirsin, olur biter. Ya cinnet geçirirken çocuğunun üstüne mazot döken bir anne olur bu örnek, ya çevresi öyle şekillendirdiği için, Müslüm babanın konserlerinde göğsüne faça atan bir delikanlı.

Başka şartlarda bu enerjisini sanata, insanlığa yararlı başka işlere harcayabileceği halde, o şartlara hiç kavuşmadığı için "lumpen" olan bir delikanlı da düzenin kurbanı değil, tam tersine, her şeyin sorumlusu olur.

Yaşananları, sonuca bakarak değerlendiren asıl ilkeller de, her sonucun bir de nedeni olduğunu ve aslolanın da o neden olduğunu hatırlamak istemezler nedense. Ya da işlerine gelince hatırlarlar.

İstanbul sizin istediğiniz gibi değil efendiler! Benim istediğim gibi de değil. Bu pisliğe övgü düzmek için de insanın hasta olması gerekir sanırım. Ama bu işin sorumlusunun yanlış adreste aranmasından da gına geldi yani.

Mutlaka her İstanbullu, gene Rum komşularının olmasını ister ama bunu "şu ayıların yerine" istediği anda, iş komşuluk ilişkilerinden falan çıkıp terbiyesizliğe dönüşür. İstanbul da kimsenin babasının malı değil zaten. İnsanlara sırf geldikleri yer yüzünden antipati duyan, onun istediği şekle girmedikleri için ağzına geleni söyleyen, sorsan İstanbullu olmak yerine Parisli, Londralı olmayı tanımlayacak adamların da haddini bilmesi gerekiyor yavaş yavaş.

Kimsenin de, Siirtliler onun istediği gibi değil, başka yerden gelenler "hemşo" muhabbeti çekiyor falan diye, birilerini sepetlemeye hakkı yok. Zaten o tanımladığı şekliyle işleyen "İstanbullu olmak" diye bir kültür, bir kurum da yok. İstanbul kurulduğundan beri her kültürden etkilenmiş bir kent. Sular durulunca ortaya ne çıkacağını hep birlikte göreceğiz. Evlerine konuk olduğum zaman beni en iyi şekilde ağırlayan, çocuklarıyla arkadaş olduğum insanları, iki kuşak önce devlet arazisine ev yaptılar diye tu kaka ilân edecek halim yok.

İstanbullu olmaksa sorun; ben de İstanbullu'yum. Hem de kaç göbekten. Benim İstanbul'um her zaman herkesin yaşayabileceği bir kent oldu. İlk adli olayda dokuz milyon insanın sorumlu gösterildiği bir kent değil. (Geriye kalan bir milyon, "gerçek" İstanbullu'ymuş efendim)

Doğrusu, Beylerbeyi iskelesinde nezakketten vapurun kalkmasını geciktiren bir İstanbul'u da özlemiyorum.

Lumpenlerin, tekbir getirerek gırtlak kesmeye kalkanların tarafını tutmuyorum elbette ama dangalaklığın belli yörelere özgü olduğuna inanmayı da aynı derecede tehlikeli görüyorum.

Dipnot:

Berlin'de epey tanınan bir Yunan tavernasından bir müşteri almıştım birkaç yıl önce. Atinalı'ymış adam… Biraz muhabbetten sonra, Yunan köylülerini kastedip "bıktım bu ayılardan" demişti bana. Nedense, bir İstanbullu olarak, kendi köylüsünden daha yakın görüyordu beni kendisine.

Yorumlar

Bir Ermeni komşumuz var kendisi tek başına yaşar, yaşlı bir bayan… Her yardım edişimizde defalarca dualar eder teşekkür eder… Ben bu kadar yazacağım anlayan anlamıştır…

Fevziye Hascan - 6 Nisan 2010 (14:47)

Uzun yıllar önce bir bayanla beraber olmuştuk. Her ay İstanbul'a mutlaka onu ziyarete giderdim. Hafif alkollü bir nevizade akşamı ağlayarak boynuma sarıldı. Kısık ve ağlamaklı bir sesle "Ben Ermeniyim olmaz bu iş" demesini unutamıyorum.

Biz nasıl bir milletiz ki insanları kendi yurtlarında ikinci sınıf vatandaş yapıyoruz. Sonra yurt dışına her çıkışta yabancı gümrükçüden ikinci sınıf sınıf muamele görünce kızarıp bozarıyoruz.

Ben hayatımda onun evindeki kadar güzel yemek ve müzik görmedim. En başta anlamıştım onun ermeni olduğunu ancak söyleme gereği duymamıştım. Nereden bileyim İstanbul'da yaşayan bir kaç öküzün bu kızcağızı bu kadar incittiğini.

Hani bir şarkı vardı; "Bu hatıra gönlümdeki en acı hatıra" diye başlar ve "Bir gün veda etmeden gitti çok uzaklara" diyerek biterdi.

Ona bir kaç mektup yazmıştım ama ne yazık ki cevap deniz aşırı bir ülkeden geldi:

"Ne çok isterdim ülkemde yaşamayı ama izin vermiyorlar ki" .

Vermezler evet kendi ırkına izin vermeyen sana izin verir mi?

Levent Bozkurt - 26 Mayıs 2014 (11:09)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

131
Derkenar'da     Google'da   ARA