Yahu, birkaç gün ortalıktan kayboldum; her yer fener alayına dönmüş. Vandallar, laleler, kapanan forum… Gene şenliği ıskaladım! Yok anam, kısmetten çıkmış bir kere; n'apsan faydası yok.
Böylelerini fazla sallamadığını biliyorum ama büyük geçmiş olsun.
Dün gece garip bir şey oldu. Hava sıcak, dilim bir karış dışarıda, sırt üstü yatmış dalga geçiyorken, kafama bazı şeyler takıldı. "Şunları bir kenara yazayım da, havalar serinleyince etraflıca düşünürüm" dedim ve başladım notlarımı aldığım deftere yazmaya… Öylesine, fazla kafa yormadan… Aaa! Bi baktım, not alayım derken sana mektup yazıyorum. Yazıyı bitirip öyle bıraktım. Bu sabah da - gene işsiz kaldık ya- İnci'den bir miktar "borç" alıp, buraya geldim.
Gece yazdıklarımı olduğu gibi aşağıya alıyorum.
* * *
Zeytin hıyarı ortalıkta uçuşan güveyi ıskaladı ve tırnaklarını olduğu gibi göğsüme geçirdi. Bu kedi niyeti bozdu abicim! Üç vakte kadar, bana "kaza süsü" verecek bu gidişle.
Hani komşunun dişisinin kulunçlarını kırsın diye benim odayı tahsis etmiştim ya bunlara, komşu tatilden döndü ve kedisini aldı gene… O günden beri de Zeytin'in gözü göz değil. Resmen gözü döndü herifin. Galiba ayrılıktan da beni sorumlu tutuyor. Bu ilk suikast girişimini, göğsüme attığı birkaç "faça" ile atlattım. Evdekilere de, korkmasınlar diye, "kapı çarptı" falan diyeceğim.
Oysa - ben de sıcaktan bunalıp tişörtü fora etmiş- uzandığım yerde tatlı tatlı Marlene Dietrich'i düşünüyordum. Yok, sıcaklardan azmadım. Zaten Marlene hiç tipim değil. Değil ama hatunun doğduğu ev, benim "sağlıklı yaşam" güzergâhımda ve her gün tavaf ediyorum bu yüzden.
Berlin'in sıcağı da aynı İstanbul gibi, hiç çekilmiyor. Nem oranı da epey yüksek. Bu yüzden yürüyüşe, hava karardıktan sonra çıktım bugün. Kuzey Kutbu kıçımızın dibinde olduğu için, güneş de akşam 11'e doğru batıyor zaten.
Neyse, konuyu dağıtmayayım…
Marlene'nin doğduğu evden birkaç başörtülü kadın çıktı. Şeytan bu ya, dürtüyor imansız. Kadınların yanına gidip "pardon, bu evde kimin doğduğunu biliyor musunuz?" diye sordum. Onlar da - doğal olarak- karanlıkta üstlerine yürüyüp bir şeyler soran bir heriften korktular ve hiç bir şey söylemeden uzaklaştılar.
(Şimdi burada, "nerde Marlene, nerede bu karılar! Vay ilkellik! Ulan başka Avrupa yok!" tarzından bir hırtlık yapıp ahkâm kesmeyeceğim; o işi yeteri kadar yapan, karıncanın belini incitmeden kahraman olan yığınla köşe yazarı var zaten.)
Kadınlar uzaklaştıktan sonra, "neden sordum yaa?" diye düşündüm epeyce. Daha tam bulamadım nedenini ama beni şaşırtmalarını bekledim sanırım. Yani "evet Marlene Dietrich" doğmuş, Mavi Melek filmi ile üne kavuştuktan sonra Amerika'ya gitmiş ve taaa 60'lı yıllarda ülkesine dönmüş, nazi artığı dümbelekler yüzünden bir de vatan hainliği ile suçlanmıştır gibi bir şeyler söylemelerini, hatta "sen kıyafete bakma Marlene'de ne varsa, aynısından bizde de var" diye benimle dalga geçmelerini bekledim zaar.
Kıçın kıçın eve döndüm tabii. İşsiz kalmanın, böyle saçma işlerle uğraşmak gibi yan etkileri de var işte. "Şimdi neyle geçineceğiz, bulduğum ev de gitti" diye düşünmek yerine, kafayı Marlene Dietrich'e takıyorsun ki, balatalar yanmasın. Diğer yandan da "aferin, gene eğilip bükülmedin ve bir sınavdan daha alnının akıyla çıktın" diye pohpohluyorsun kendini.
Bu da acaip bir ruh hali. Bir zaman önce, parasını ödeyemediğim için, evin elektrikleri kesilmişti. Ne zaman sokağa çıksam, sanki herkes bu durumu bilirmiş gibi, başımı yerden kaldırmadan yürürdüm. Şimdi de öyle bir şey. Üstüme müthiş bir hava geldi. Karşı kaldırımda konuşan iki kişi "bak, durumu o kadar kötü, gene de patrona posta koydu" diyor ya da karşıdan gelen ve gözlerimin taaa bebeğine bakan bir hatun "oooh, diline sağlık koçyiğidim!" diye hayranlığını gösteriyor sanki. Aynı zamanda da ufaktan bir panik yaşıyorum. Sanki birileri bana "çüş lan, in oradan aşağıya!" diyecek gibi. En iyisi bu işi onlardan önce yapayım ki, hamamın namusu kurtulsun.
Bu tip şeylerle böbürlenmek, en azından benim için, başkalarına yönelik bir şey değil. Sıkıntı çekeceğimi bile bile işsiz kalmak, puştun birine, sözün bittiği o yerde, kafayı oturtmak falan, kimseye "vay be" dedirtmek için yaptığım şeyler değil. Bunları kendim için, kendimle baş başa kaldığım o anlarda, kendimi sorguladığımda, o sorgudan alnımın akıyla çıkabilmek için yapıyorum. Hepimiz, bazı şeyleri kendi "rahatımız", huzurumuz için yapıyoruz ve bunun böbürlenilecek bir yanı yok. Ancak böyle davrandığım zaman temiz kalabileceğime inanıyorum ve "temiz" kalmayı herkes kendisi için tanımlayacağına göre, bu anlayışta bir dayatma da yok. Benimkisi sırça köşke girmeme gayreti yani…
Bak, Erasmus bu tip şeylerle böbürlenenlerle ne güzel dalga geçiyor:
"Mahkeme-i kübra'da tarikatçıların savunmalarını dinlemek ne hoş olurdu! 'birisi, sadece balık yiyerek cismanî iştihasını nasıl öldürdüğünü böbürlenerek anlatacak; bir başkası, kutsal mezmurları makamla söylemek gibi tanrısal bir işe bütün zamanını ayırdığını anlatmaya çalışacak; bir öbürü 60 yılda paraya ancak kalın bir eldivenle dokunduğunu anlatmak isteyecektir.' Fakat İsa, onların sözünü kesecek; 'yazıklar olsun size şeriatçılar, fıkıh ustaları' '… Size sadece bir ilke bıraktım; birbirinizi seviniz, dedim."
Tamam, İsevî değilim. Herkesi sevmek gibi bir niyetim de yok. Kendim için yaptığım şeylerle böbürlenmediğimi, bunları, sohbetimizin bir parçası oldukları için yazdığımı bilmeni istedim yalnızca.
Belki, yıllar sonra, prostatı sondalı, ekşimiş, torunlarına bağıran bir moruk olduğumda, "ulan, arada bir çevremdeki insanlara, onların hayatlarına, hayatın kendisine, olumlu bir katkım olmuştu" diyebilirsem, onunla böbürlenirim işte.
Aslında bu mektupta (başlarken mektup değildi; not alacaktım, sana yazdığımı fark ettim) Marlene'yi, Berlin'in beyaz gecelerini, Zeytin'in azgın hallerini anlatacaktım, gene yazı "kendini yazdırdı". İleride bir evim ve çalışma masam olduğunda anlatırım artık.
İşsiz olup düşünmek, kim ne derse desin, uyuz olup kaşınmaktan daha iyi.
Eyvallah. Bunları, sayfanda çıksın diye yazmadım bugün. Eve kapanınca çenem düştü biraz. Şimdi kafa dengi birini yakalasam, anasını ağlatırdım her halde. Allah'tan öyle birileri yok buralarda.
Gene eyvallah.
Not: Bu arada soyadım Türkân değil, Türkan. Yani "a" şapkasız olcek.
Makedonya'ya birlik yollama konusunda parlamentoda hararetli tartışmaların yaşandığı ve Savunma Bakanı Rudolf Scharping'in sevgilisiyle geçirdiği ateşli tatilin manşetlere çıktığı Almanya, askerlerin moralini yükseltmek için eski bir dosta sarıldı.
2. Dünya Savaşı'nda Alman askerlerinin dilinden düşmediği gibi Britanya askerlerinin de gönlüne giren Lili Marlene şarkısı, 500 Alman askeriyle birlikte Üsküp'e gidecek. Üstelik buralar hiç de yabancı olduğu topraklar değil. Tarihin cilvesine bakın ki, Lili Marlene ilk kez 60 yıl önce Belgrad'daki bir Alman askeri radyosundan yayımlanmıştı. Bugün de Alman hükümeti Lili Marlene şarkısının Makedonya'daki askerlerin yaşamlarını daha katlanılır kılacağına inanıyor.
1. Dünya Savaşı'nda Lili ve Marleen adlı iki kız arkadaşının hatırasını canlı tutmaya çalışan Alman askeri Hans Leip tarafından yazılan şiir hemen sevilmiş ve bestelenmişti. Plağa ilk okuyan ise 1939'da boğuk sesli şarkıcıların öncüsü Lale Andersen idi. Ertesi yıl İngilizler orijinaline sadık bir çeviri yapıp, "Underneath the lantern by the barrack gate, darling I remember the way you used to wait" (Kışlanın kapısında lâmbanın altında nasıl beklerdin sevgilim hatırlıyorum) diye söylemeye başladı.
Nazileri eleştiren, İsviçre'deki bir arkadaşına yanına kaçmayı istediğini yazdığı mektubu Gestapo'nun eline geçen Lale Andersen'in ise aşırı dozda uyku ilâcı aldığı, sonra da temerküz kamplarında öldüğü haberi BBC'ye ulaştı. Nazi Propaganda Bakanı Joseph Göbbels, BBC'yi yalancı çıkarmak için Andersen'in yaşamasına izin verdi.
Lili Marlene'in müttefik cephesinde bunca tutulmasında Marlene Dietrich ve Edith Piaf tarafından seslendirilmesinin de büyük rolü oldu. (The Times)
Bu haberi bugün Radikal'de okudum ve aklıma Ali'nin yazdıkları geldi. Başörtülü kadınlara "burada kimin yaşadığını biliyor musunuz?" diye sorduğunda, hep bir ağızdan ve Marlene Dietrich edasıyla "Kışlanın kapısında lâmbanın altında nasıl beklerdin sevgilim hatırlıyorum" diye Lili Marlene şarkısına başlasalardı, yazısının devamı nasıl olurdu acaba?
O'ya - Berlin, 27 Ağustos 2001
Vor der Kaserne
Vor dem großen Tor
Stand eine Laterne
Und steht sie noch davor
So woll'n wir uns da wieder seh'n
Bei der Laterne wollen wir steh'n
- Wie einst Lili Marleen -Kışlanın büyük kapısının (nizamiye) önünde
Büyük bir sokak lâmbası vardı.
Ve o orada durdukça buluşacağız,
Sokak lâmbasının yanında duracağız.
- Tıpkı bir zamanlar Lili Marlen gibi -
(Almanca'sı daha güzel sanki… Çeviri bana ait ve yanlışlar da elbette.)
Eğer o kadınlar bu şarkıyı söylemeye başlasalardı, yalnızca "Wie einst Lili Marleen" kısmını söyleyebilirdim onlarla. Yazı da değişirdi elbette. Belki de didaktik bir şey çıkardı ortaya. Takvim yapraklarındaki türden, kıssadan hisse yüklü bir yazı…
Bu da İngilizce çevirisi:
At the barracks compound,
By the entry way
There a lantern I found
And if it stands today
Then we'll see each other again
Near that old lantern we'll remain
As once Lili Marleen.
Ali Türkan - 27 Ağustos 2001
Ali Türkan neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.