Patronsuz Medya

Bülbüller öterken pencereleriniz niye kapalı?

Ali Türkan - 4 Mayıs 2004  


Merhaba bilâder.

Bir önceki mektupta sözünü ettiğim (ve dallamanın tekinin hemen "şöyle yap, böyle et, şunu öğren, internet gurusu ol" diye akıl verdiği) o fotoşop, web sayfası yapma falan, bir şeyler öğrenmek için yaptığım şeyler değil. Daha çok, zaman geçirmek, bir şey düşünmemek, keyif almak için uğraşıyorum o zırıltılarla. O programlar, tesadüfen bilgisayarımda var ya, ziyan olmasınlar işte. Yoksa, php falan öğreneceğim yok. Kafa basmıyor.

Çocukken, hamurdan heykeller yapar ve dedeme gösterirdim "baaak" diye sevinçle. O da haklı olarak "nimetle oynanır mı eşek herif?" derdi. Onun gibi bir şey. Belki bi gün, fotoşop'ta yaptığım karikatürleri ("karikatürler" diyorum ya, bi fotografı alıp "comic" stiline çevirdim; hepsi bu) birine gösteririm "baaak" diye ve o da "zamanın bol galiba eşek herif" der.

Şimdiden vereyim cevabını: Bol!

O kadar bol ki, Orhan Pamuk'un İstanbul kitabını bile okumaya kalktım. Sonunda, bu adamı neden okuyamadığımı da çözdüm.

Hep öyle söyleriz ama benim gerçekten de elime aldığım kitabı bitirme, mutlaka sonuna kadar okuma gibi bir huyum var. Şimdiye kadar bi Orhan Pamuk'un kitaplarında, bir de birkaç başka kitapta (birinin adı Sevdalinka'ydı galiba) beceremedim bunu.

Birilerinin, anılarını anlattığı kitapları çok severim. Bu yüzden, "önyargılı olma, sonuna kadar oku mutlaka" diyerek elime aldım İstanbul kitabını ama daha yarısında hafakanlar bastı, sıkıntıdan geberdim.

Oysa güzel başlamıştı. Şişli'de Pamuk apartmanında dünyaya gelmiş. Hizmetçiler, aşçılar, elinden tutup okula götüren kapıcılar, peder beyin arabasıyla çıkılan hafta sonu gezmeleri, Şişli Terakki, Işık liseleri, Robert Kolej'i falan… Hiç bilmediğim, bilmeyeceğim bir dünyayı anlatıyordu işte.

Uzatmayayım, kitabın yüzde seksene yakın bir bölümünü de okudum inatla. Yengedeki sabır bende olmadığı için (şimdiye kadar tanıdığım insanlar içinde, Orhan Pamuk'u sonuna kadar okuyabilen tek insan "yenge" çünkü), bıraktım kitabı.

Birinden sıkıldığını söylemek, "saldırgan" tavırlar içine girmez değil mi? (Büdütör'e gol!) Bu adam, müthiş sıkıyor beni. Daha önce okuduğum röportajlarında da, TV'deki konuşmalarında da, okumaya çalıştığım kitaplarında da hep sıkıldım çünkü. Hani komşum falan olsa, karşılaşmamak için, uzun yoldan giderdim eve; verdiği elektrik o derece işte. Bu kadar çok sattığına göre, okuyan birileri vardır mutlaka ve espri olsun diye değil, samimiyetle, benim edebiyattan anlamayışımdır sıkılmamın nedeni.

Hâlâ ve benim için en büyük, Orhan Kemal'in yazdıklarını okuyorum meselâ. Yazdığı insancıkları hiç sevmese de, Kemal Tahir'deki sürükleyiciliğe, nüktedanlığa bayılıyorum. Bir yaprağı kırk sayfada ağaçtan yere düşürse de, Yaşar Kemal'in diline hastayım. Mithat Cemal'in derinliğini, Eşref'in "padişahım bıktık artık bok Yemen'den" şeklindeki fırlamalığını, Peyami Safa'nın yeteneğini, Mehmet Akif'in inancını, Halide Edip'in birikimini seviyorum.

Neyse, bi gün kimselere çatmadan bi edebiyat yazısı şeyderim artık. Şuraya not aldım.

Bana gelince.

Tavana bakmaya devam ediyorum. Bugünlerde aslî uğraşıma, "it yatağında padişah rüyası görmek" diyebilirim sanırım. Boyuna dalga geçiyorum yattığım yerde. Evin her yeri beyaz badana olduğundan, duvardaki şekilleri bir şeye benzetme şansım yok pek, ama yere attığım bir gömlek, aynı insan yüzüne benzediği için, yerinden kaldırmıyorum.

Kendi kendimi eğlendiriyorum işte.

Az önce, çocukken oynadığımız "doktorculuk" oyunları geldi aklıma meselâ. Bütün komşu kızlarını muayene etmişimdir sanırım. Bir keresinde, kızlardan birinin babası yakalamıştı da, komşu evin terasına atlamasam, o da beni muayene edecekti az kalsın.

Bazen böyle şeyleri, bir arkadaşımla yaptığımız geyik muhabbetini falan hatırlayıp basıyorum kahkahayı; bazen de hüzünlü şeylerin cazibesine kapılıp kendime acıyorum; bazen de sevdiklerimi düşünüp içimi ısıtıyorum falan.

Sanki, ne olduğunu bilmediğim bi şey bekliyorum. Bi şey olacak ama ne? Ya ormancı gelip masayı yıkacak; ya daBay Mustafa, "dam" oynamaya çağıracak.

O şey geldiğinde hazırlıklı olmak, "suç üstü" yakalanmamak için de daha sıkı kavrıyorum tutunduğum şeyleri. (Bazen de "Ağustosta kırk yaşında oluyorum, peygamberlik kadrosu var mıdır acaba?" diye dalga geçiyorum kendimle. Hoş, buralarda dağ falan yok. Düz ovada da peygamber olunmaz ki durduk yerde; en fazla keklik avlanır.)

Bazen de, birleşik yazılan "tektipinsan" kavramına kafa yoruyorum. "Baaak, ben yaptım" bir kavram bu sanırım.

Durduk yerde bulaşmadım tabii bu kavrama. Birkaç olay bir araya geldi.

Önce, her sigara içişimde duyduğum vicdan azabına, ayıp ettiğim, salak olduğum duygusuna takıldım. Yalnız sigara içerken değil, tatlı veya yağlı bir şeyler yerken; göbeğimi saklamak için gömleği pantalon üstüne çıkartırken; gülerken, soldaki kırık üç dişi millete göstermemek için gayret ederken; meselâ bir sohbet esnasında, kadınlarla ilgili her konuşmamda "kadın düşmanı" damgasını yememek için, kelimeleri özenle seçerken falan da aynı duyguya takıldığımı gördüm.

Bunlara takılınca da ister istemez, hayatının en önemli felsefesi "ipimle kuşağım" olan bir adamın, nasıl olup da böyle şeyleri böylesi önemsediğine kafa yordum.

Tam bunlarla uğraşırken, Los Angeles'de, sahilde sigara içme yasağı konulduğunu okudum bir yerlerde. Eh, ister istemez kan kokusu almış oldum tabii.

Böylece, bi yazı konusu çıktı. "Ne halt etmeye yazıyorum ki?" sorusunun muhtelif cevaplarından biri olan "derdim var da ondan" şeklini de bi kenara kaydetmiş oldum yine yeniden.

Bu mektubun dibine şeyderim o yazıyı artık.

Sizin mektuplara geç yanıt veriyorum ve samimiyetle de üzgünüm bunun için. Hem idareli yaşamak zorundayım, hem de bu yakınlardaki internet kafeler çok gürültülü yerler. Kimi bağırarak oyun oynuyor, kimi müzik açıyor falan… Ben de birilerine çatmamak için telkine dayanırken, adam gibi iki satır yazamıyorum. Bu yüzden de gitmiyorum pek.

Bunun dışında keyfim yerinde.

Bahar buralara da geldi ve Berlin, baharda çok güzel oluyor.

Bir de, geceleri pencereyi açınca, bülbülleri duyuyorum. O kadar güzel ki. Benim evin yakınında bir yere "konuşlanmış" serseriler ve sabaha kadar "al ulan hayatın anlamı" geyiği yapıyorlar benimle. Seslerden iz süre süre, konuşlandıkları yeri de buldum. Şimdi, benim evden çık, iki defa sola dön, banliyö tren şeysinin orada duta benzeyen ağaçlar var; işte orada. Sanırım, bunların tepişme mevsimi ve manitaların hoşuna gitmek için dayanıyorlar makaraya.

Öndeki binanın pencerelerine baktım, hepsi kapalı. Galiba farkında değil benim komşular. Apartman girişine, "geceleri bülbüller ötüyor, pencereleri açın" diye bir not yazmayı düşünüyorum.

İşte bööleyken bööle.

Yahşiyem yani.

* * *

Tam burada kesecektim, "hadi önce bi kahve yapayım da sonra bi daha gözden geçiririm mektubu" dedim ve kalkıp mutfağa gittim. Bu mektup uzar abi.

Bülbüller güle, gül de ister istemez Klasik Türk Musikîsine getirdi beni (kenar mahalle çocuğu olduğumdan olacak, ne zaman "musikî" desem, ayıp bi şey söylemiş gibi hissediyorum kendimi).

Klasik desem de kulağasma. Benim o konudaki zevkim, Itriler'e, Dede Efendiler'e kadar gitmez; Agora Meyhanesi, O Ağacın Altı falan…

Çocukken sinemalara giderdik de, evde hazırladığımız domatesli peynirli ekmeklerin yanına Fruko gazozunu katık ederdik ya, işte o filmlerin şarkıları.

(Boyuna parantez açıyorum ama aklıma şey geldi: Kadıncayizin biri, filmi bırakıp gitmek istemediğinden, oğlunun pipisine şişe tutup işetmişti. Bunda bi acaiplik yok, hep yapılan bir şeydi de, oğlanı pek bi berbat doğramıştı sünnetçi. Çocuk, kırk beş derecelik bir açıyla, sola doğru çöğdürüyordu. Sabahın dördü olmuş ama takıldı kafama işte. Yanında dikilip de işini gören kaç kişinin ayakkabısını ıslatmıştır acaba dalgınlıkla? Sopa yemiş midir bu yüzden? Cinsel hayatı nasıl bi şeydir o çocuğun?)

Neyse, mevzuyu dağıtmayayım.

Bülbül, musikî derken, aklıma o otobüs yolculuğu geldi mutfakta. Hani otobüse binmiştim de, yola çıkar çıkmaz "kaptan" radyoyu açmıştı. Çile Bülbülüm Çile şarkısı çalıyordu. Şarkının o yeri geldiğinde, bütün yolcular aynı anda "Allah!" diye bağırmıştık.

Bir de şey geliyor. Balat'ta, köfte ekmek alıyorduk. Köfteci, bi kahvenin önüne çekmişti arabasını. Bitirimin biri çıktı kahveden ve bize bakıp "parasız adam, gereksiz adamdır" dedi. Hepsi bu. Ne öncesi var, ne de sonrası. Parasız adam, gereksiz adamdır.

Gene Balat'ta, peynir alıyorduk simitin yanına. Parasını vermek isteyince, almak istememişti pazarcı çocuk. Bir de çay ikram etmeye kalkmıştı.

Bi gün, size geliyordum. Vapurla Kadıköy'e geçerken, üşüyüp içeri girmiştim. Karşımda, biri kürk mantolu, uzun ve ojeli tırnaklı, özenle makyaj yapmış elli yaşlarında bir kadın, hemen onun yanında da kara çarşaflara bürünmüş, yalnızca gözleri görünen bir başka kadın oturuyordu. Tesadüfen yan yana düşmüş iki yolcuydular.

Çarşaflı olan gelininden yakınıyor, diğeri de "gençleri de anlamak lâzım" türünden sakinleştirici bir şeyler söylüyordu. Sonra, çarşaflı olanın elindeki dantel üzerine epey koyu bir muhabbete daldılar.

Gene vapurda, yanındaki küçücük torunuyla, martılara peynirli gözleme atan bir diğer kara çarşaflı kadını da unutamıyorum.

Nasıl güzel, nasıl renkli insanımız var. Köşe kaşarlarının sürekli o insanları birbirine düşürme gayreti, istediğim kadar sakin olmaya çalışayım, öfkelendiriyor beni işte.

Hele, mesele demokrasi, insan hakları gibi konulara gelince mangalda kül bırakmayan ama kendi insanına zonta, maganda gibi sıfatları lâyık gören bazı ediplerimizin yazdıklarını okuyunca, zaten hiç demem ama kendim için "yazar" demek gitgide daha zor hâle geliyor benim için.

Neyse, bu konuyu ayrıntıyla "irdelerim" bir gün.

Mektuptan da görüldüğü gibi, iyiyim ve dertsiz başıma dert arıyorum.

Siz de iyi olun. Çocukları öpün benim için (Hokkabaz'ı ısırabilirsiniz).

Sevgiler.

ali

* * *

Bir sonraki yazı: Hey ahbap, bu kasabada "öteki"leri sevmeyiz biz!

Yorumlar

Evet, ben de okumadım Orhan Pamuğu. Sebebini hep düşündüm. Neydi bir Orhan Pamuk kitabı elime alıp okumamı engelleyen yargı (önyargı). Ali Türkan o kadar güzel anlatmış ki önyargılarımı. Düşünmeden edemiyorum, yazıları bitmesin diye azar azar okuduğum, her yazısından bir şeyleri keyifle kaptığım Ali Türkan bir taraftan. Bir taraftan kitaplarını es geçtiğim Oscarlı yazar Orhan Pamuk. Ben mi bir şeyden anlamıyorum acaba?

Ali Türkan, seni özlemle sevgi ve saygıyla anıyorum.

S. Özkan - 14 Mart 2009 (19:38)

"Oscar" derken bir parmak sürçmesi oldu sanırım. "Nobel" demek istediniz herhalde. Gerçi Orhan üstadımız yakında Oscar alırsa ona da şaşırmayız ya… Hatta bir de eli değmişken Everest ve K2'ye banka flaması dikse o da çok yakışır. Bildiğimiz gibi, şimdi rağbet güzel ile zengine… Bir de gözü ve gönlü asla doymayana…

Dumur Abi - 15 Mart 2009 (00:30)

Bir sürçme olmuş, belki de Allah söyletti. Demek ki tez zamanda bir Oscar alacağı kalbime doğmuş sayın Pamuğun. Ne diyeyim. Tez elden kavuşur umarım.

S. Özkan - 15 Mart 2009 (22:46)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

399
Derkenar'da     Google'da   ARA