Merhaba Necdet…
Nollendorfplatz denilen yerin durağında oturmuş, sıranın bana gelmesini bekliyorum. Gece çalışan arkadaş bu yakınlarda oturduğu için, işe de bu duraktan başlıyorum genellikle. Hoş, hangi durak olursa olsun, "ben burada ne arıyorum?" sorusundan da kurtulamıyorum bir türlü. Ama bu Nollendorfplatz ilginç bir yer (bi gün etraflıca yazarım).
Bu civar, Berlinli eşcinsellerin buluşma noktası. Hem de öyle "love takılanların" değil; kırbaçlı, zincirli takımın mekânı… Yani taksiye her an, bütün gece erkek aradığı halde bulamamış, "moralsiz" bir herif binebilir. Hazır keyfim yerindeyken, iki satır yazayım dedim sana.
"Sevgi aşılamaya çalışıyorum, ama nedense bazen de sevgisiz, hasta ruhlular musallat oluyor" demişsin ya mektubunda, ona takıldım. Uzun mevzu aslında. Ama "onlar" için yazmadığını biliyorsun. Belki gerçekten bir kişi içindir bunca şey. Kim olduğunu bilmediğin (veya çok iyi bildiğin) veya orada olmasını istediğin biri içindir. Ya da minik neco sevinsin diye yapıyorsundur, ya da "e" şıkkı. Sevgi aşıladığın insanların sesi çıkmıyor pek. Çoğu kırılmaktan korktuğu, kendine güvenemediği için "buradayım" diyemiyor sana. Senin de bildiğin şeyler işte. Molozlara, cıfıtlara bakıp karartmamak gerekiyor. Onların sayısı değil, sesleri yüksek yalnızca (bana sorarsan).
Benim de, geçen haftaya kadar tek satır yazmak gelmiyordu içimden. "Kime yazıyorum bunları" sorusu dikilip duruyordu karşıma. Kesin kararımı da vermiştim; yazmayacaktım.: -) Ne vardı yani? Varsın ali türkan'ın yaptıklarından mahrum olsundu insanlık.: -) Ama olmadı. Bi şey var rahat bırakmıyor. Neden yazdığımın yanıtını net olarak bilmesem de yazıyorum işte. Yazmayınca duramıyorum. Ama iyi ama kötü…
Sıra bana geldi. Bu mektup böyle kalır herhalde. Öğleye doğru eve uğrayacağım, o zaman temize çeker yollarım. Bir de bi şey yazmıştım, onu da eklerim dibine…
Annene selâmlarımı ilet lütfen. Yenge'ye de bu akşam yazacağım. Şimdi gene işe çıkmam gerek.
Sevgiler, saygılar, muhabbetler, ler, ler…
Yahu benim aklıma gene bi başlık gelmedi. "Alilerin sessizliği" gibi bir şey düşündüm ama eh işte…
Kenara itilmiş hüzünlü çocuklardı onlar.
Kahramanlığa inanmışlardı. "Kırmızı ceketliler" le görülecek bir hesapları vardı mutlaka. Belki de şairin dediği gibi; "kurtuluşu ferdin cesur hamlelerinde" arayacaklardı büyüyünce ama bunu bilmiyorlardı daha…
Henüz çok az şeyi biliyorlardı zaten. Bildikleri; babalarından farklıydı onlar. Başka dünyanın, başka tanrının çocuklarıydılar. Kabuk değiştiren bir ülkede, değişme, değiştirme görevi onlara verilmişti. Eski'yle sözümona yeni'nin kapıştığı yerde, tesadüfen onlar vardı.
Bilmiyorlardı daha. Herkes gibi, onlar da farkında değildi sosyal zehirlenmenin. Etkisini en çok bünyelerinde hissettiklerinden olsa gerek, sürekli başka modlara geçip duruyorlardı. Neşeliyken birden ağlamaya, ağlarken gülümsemeye başlıyorlardı. Hiç bir şey bulamasalar, bir kenara çekilip yaşlı gözlerle kendi ölümlerini düşünmeye dalıyorlardı. Hem o anları, hem gelecekleri ve -aradan bunca yıl geçmesine rağmen hâlâ- geçmişleri bile bir vodvil kıvamındaydı.
Martılarla ve martılara şarkı söylerlerdi. Bidon kıçına attıkları ritimlerle dans ederdi martılar da, Allah için. Yani her şey gelirdi ellerinden, her şey olabilirlerdi ama "bir şey" olabileceklerine kimse inandırmamıştı onları. Ufak ufak ve aceleye getirilmiş (onlara yazılmış) kitaplardan bir şeyler öğrenmeye, ortamı koklamaya, dünyanın değişebileceğine inanmaya başlasalar bile, bir türlü sekize inmeyen bir tevekkül vardı hayatlarında.
Tevekkülden başka şansları da yoktu zaten. Değişen bir dünyada, seyyar duyguların çekim alanına girmişlerdi. Her şey tezattı yaşamlarında. Gravatla gitmek zorunda oldukları ve muasır medeniyet seviyesini temsil eden okullarında, İstiklâl Marşı okunurken gülen veya yanındakiyle konuşanlar, okul bahçesinde meydan dayağı yiyordu bir yandan. Derslerde "örneğin, tünaydın, ünite, küme, tümce, sözcük" gibi kelimeler kullanıyorlardı, hemen okulun önündeki turşucuyla konuşurken başka kelimeler… Anlamadıkları kelimeleri cümle içinde kullanıyorlardı anlayabilmek için ama anlaşılmayan hayatın içine sığacağı bir cümle yoktu henüz dağarcıklarında…
Hayat, öğretmen dayağı ile yaz tatillerinde çalışılan atölyeler arasında geçiyordu. Okullar açıldığında, çoğunun tırnaklarının arasına işlemiş yağ lekesi çıkmamış oluyordu daha.
Derslerini çalışmayanları gene dayakla tehdit ediyordu uygar öğretmenler ama enerjisini, kirli ellerini kızlardan saklamaya harcayan bir çocuktan, ders beklemeye hakları olup olmadığını hiç biri sormuyordu kendisine. Ahlâk derslerinde dürüstlüğün erdeminden söz açan öğretmenler, yalnızca kimlik değiştirmiş, bukalemunlaşmış, yaranmak için kelimelere cila atmış öğrencileri dürüst sayıyor, aferinleri onlara çekiyordu.
Hiç bir şey tam değildi yaşamlarında. Hep bir eksiklik, hep bir yetersizlik, hep bir yarım kalmışlık duygusu hakimdi gencecik ruhlarına. Horoz şekerine sevinirken, yağan yağmurdan pantalonun boyası akan bayram çocukları gibiydiler. Duygularının tanımı, şekere sevinmekle pantalona ağlamak arasında bir yerlerdeydi. Bu yüzden hem Kemalettin Tuğcu, hem de Aziz Nesin severdi onlar. Bu yüzden ve birdenbire, sevdikleri kızın yüzüne bakarken ağlamak gelirdi içlerinden.
Belki gene bu yüzden, inandıkları uğruna, sonunu düşünmeden beş dallamaya dalacak kadar gözü karaydı hepsinin ama sevdikleri kıza duygularını anlatacak kadar cesur değildi hiç biri.
Aslında yaşamıyor, hüzün biriktiriyordu çoğu.
Hayat, baş rolü kapacaklarına, esas oğlan olacaklarına inandırıyordu onları ama filmin sonunda esas kızı hep kötüler götürüyordu atın terkisinde. Görüyorlardı bunu; yaşıyorlardı en kötüsü. Ve önce karakter rolüne, sonra figüranlığa razı olmak da canlarını acıtıyordu.
Toplumun zehiri onlara da bulaşıyor, içlerindeki o gözü kara kahraman yavaş yavaş ölüyordu. Tom Miks'in saçları taralı, kâküllü ahengi, "gerçek" hayatta sürekli değildi. Kahramanları yaşatmıyordu bu hayat. Bu dünya, bu kurallarıyla ya hüzne yer bırakıyordu, ya öfkeye. Hüzün yalnızlığa, öfke de "gemisini kurtaran kaptan" lığa götürüyordu insanı.
Bir insan türünün nesli tükeniyordu yavaş yavaş. Geriye de o insana yakılan titrek ağıtlar kalıyordu. Tıpkı Yedi Tepe İstanbul adındaki TV dizisi gibi…
Yusuf, Ömer, Ferhan, Ali, Havva ana, hatta Rüstem bile…
Yusuf'a aşık olmayan kaç kadın vardır acaba? Delikanlı. Sapına kadar insan. İnsana güven duygusu veriyor. Seyrederken biliyorsun. Böyle bir arkadaşı olan, yalnız değildir şu alemde. Mert bir kere. Kıvırtmıyor, oynamıyor; neyse o. Nasıl adam gibi seviyor Olcay'ı…
Ya Ömer? Var mı böylesi? Sevdiği kız için değişmeyi göze almış kafadan. Kızın öyle bir isteği yok ama ona lâyık olabilmek için liseyi bitirmeye çalışıyor dışardan. Kitap gibi konuşuyor. Kelimeler dilinden değil, yüreğinden çıkıyor sanki. Zeki de hergele. Takla attırıyor söylediklerine.
Ve Ali? Devrimcilik yapmış zamanında. Tabanca, molotof kokteyli, kitaplar, duvarda Nazım Hikmet resmi… Ne kadar bizden; ne kadar tanıdık. Azıcık sıyırmış ama düzeliyor. Olcay'ın aşkı onu iyileştiren. Ali'de biraz modaya uyulmuş gerçi. Geçmişi "sorgulayan" devrimci tiplerinden ama (kendi yok Allah'ı var şimdi) iyi çocuk o da.
Hele Havva ana! Anaların piri. Analiçe. Anneannelerin de en güzeli. O ne anlayış, o ne tatlı - sert şefkat, o ne kavrayış, sarış sarmalayıştır öyle. Kumru yüreğine rağmen, bir kartal gibi kanatlarını açmış evlâtlarının üstüne. Hem de herkes, hepsi, alayı evladı onun.
Diğerlerini es geçiyorum. Derdim diziyi anlatmak değil zaten. Dizi işte. Alıştığımız ortalamanın üstünde, belli bir düzeyi yakalamış, oyuncu seçimi düzgün falan… Keyifle seyrediyor insan. Aferin yapanlara.
Asıl derdim, dizinin gördüğü ilginin nedenlerinde. Herkes kendinden bir şey buluyor o tiplerde. Kadınlar Yusuf'u seviyorlar mesela.
Hüzünlü çocuklardan Yusuf da. Büyütmemiş, renk vermiyor ama hüzünlü çocuklardan. Hani gerçek hayatta farkına bile varılmayan, aylak diye bir kenara itilen, adam yerine konmayan o adamlardan. Binlercesi var çevremizde. Toplumsal tabelada alt sıraya itilmiş, cebi biraz para gördüğü için nasihat etmeye kalkan akrabalarından bunalmış, pasa sigara içen, bi baltaya sap olmamış o adamlardan işte…
Ömer de delikanlı. Haybeye peşrev çekmiyor; anında dalıyor kavgaya. Gerçek hayatta "it" denilen cinse denk düşüyor o da. Hani kimsenin tanımaya bile yeltenmediği, lümpen, maganda gibi sıfatlara lâyık gördüğü, biraz cıgara, biraz ucuz şarap, buldukça rakı içen ve kavgalarda "kaveden" arkadaş çağıran tiplerden. Üstelik anneanneye yaslandığı için, adamdan vaz geçtim, erkek sınıfına bile sokulmaz.
Ali sıyırmış işte. Bakmayın dizide sempatik göründüğüne. Yirmi yıldır bu ülkede olan her haltın zırıltısını Ali'lerin omuzuna yüklemedi mi bu toplum? Akrabaları, anne babaları kendi elleriyle karakola teslim etmediler mi onları? Kitaplarını yakmadılar mı, vatan millet aşkına ve biraz da göt korkusuna?
O hülyalı devrimcilerden işte o da. Başka ülkelerin sosyalistleri, ekmek fiyatlarını karşılaştırırken, şiirler okuyan, devrimi her şeyin başı sayan ama devrimden sonrası hakkında en ufak bir fikri olmayan "bizim" çocuklardan… Sevdiği kadının yüzünü hatırlamaya çalışıyor. Belli ki "ihaneti görmüş" .
Velhasıl, o dizide sempatik gelen, sevilen, aşık olunan her tip, yeteri kadar var bizim toplumumuzda. Onları yok eden, nesillerini tüketen de gene bu toplum. Her kavgada yan çizenler, değişmeyi maçası sıkmayanlar Ömer'i sevecekler elbette. Ömer onların gizledikleri özlemleri. Atılan kavga palavralarının ekranda vücut bulmuş hali. Gerçek Ömerler'den kaçsalar, uzak dursalar bile, ekranda en ufak bir tehlike olmadığı için yaklaşılan sıkı kanka.
Yusuf'u seven kadınları da merak ediyorum. Hangisi işsiz, sokaklarda eski kitap satarak üç beş kuruş kazanmaya çalışan bir insana aşık olur acaba? Ya da şöyle sorayım: O kadınlardan kaçı, Yusuf gibilerini "gelecek vaad etmiyor" diye sepetlediler gençliklerinde? Ve şimdi, aradan yıllar geçtikten sonra, Yusuf'un yüzüne bakınca, hangi vicdan azabını, hangi yarım kalmış aşkı düşünüyorlar?
Ve Ali'ye kimler "sığ" dedi? Hangi reklamcı, piyasa ekonomisine inanmış köşe yazarı, Ali'de hiç olmamış gençliğini görüp derin derin iç çekiyor ve Ali içerdeyken onlar neredeydiler? Neden Aliler, bu toplumun hem günah keçisi ve hem de vicdan azabı yapıldılar?
Kenara itilmiş hüzünlü çocuklardı onlar.
Ve ancak TV dizilerinde sevebildi onları bu toplum.
Ali Türkan neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.