Patronsuz Medya

Biri Bizi Düdüklüyor!

Ali Türkan - 29 Nisan 2003  


Park fırın var. Atatürk meydanında, kasabalıların "Beton Mustafa" dediği heykelin karşı sırasında hemen… Hem taş fırın, hem de odun ateşinde kurabiye gibi ekmek yapıyorlar. Tarif edilmez bir lezzeti var pişirdikleri ekmeğin.

Çoğu gece sabahladığımdan, uyumadan önce gidip Park fırından ekmek alıyorum. Uyandığımda ya fırın kapanmış, ya da o saate kadar ekmek kalmamış olduğu için, sabahları alıyorum ekmeğimi. İyice eve kapandığım bugünlerde, benim için de yürüme nedeni oluyor; cıgaranın bokunu çıkartmış olmanın vicdan azabını azaltıyor falan.

Yolumun üstünde, Eski Pazar denilen yerden, fabrikalara servis otobüsleri kalkıyor o saatte. Trakyalı, fıstık gibi kızlar, koç gibi delikanlılar, ayda iki yüz elli milyon karşılığı ömür törpülemeye taşınıyorlar. Ben, avareliğin buruk tadını çıkartıyorum. Fırından aldığım sıcacık ekmeğe, kimi zaman biraz peyniri, bazen helvayı katık edip oradaki kıraathanelerden birinde, benim için akşam yemeği olan "sabah kahvaltımı" yaptığım da oluyor.

Delikanlılar, kızları kesiyor. İki maaş, beş yüz milyon eder. Babadan da bir ev kalmışsa, bir de işsiz kalmazlarsa, geçinip giderler işte. Beyaz eşya taksitle tabii. Toplum, hele burada, başka türlüsüne izin vermediği için, evlenecekler elbette. Ahlâk, şu, bu… Ne halt edersin?

Kızlarla delikanlıların babaları da var. Çoğu işsiz. Kahveleri akşama kadar onlar dolduruyor, akşamları da oğulları.

Kimini tanıyorum. Partisine "okey" oynuyoruz. Manitalarının hangi kızlar olduğunu da biliyorum. Delikanlılardan biri kahretmiş. Kızın babası "ev" diye tutturunca, evlenemiyorlarmış bi türlü. "Kaçırsana" dedim; "sanki biz bilmiyorduk hıyar!" der gibi baktı yüzüme. Kız, ailesini çiğneyemezmiş. "Seni çiğneyen karıya boşver" diyemedim.

Babaların, anaların, delikanlıların, kızların bi ortak özelliği var; gözleri, nerede olurlarsa olsunlar, hep televizyonda. Haklılar, tek eğlenceleri. Sık sık, "Passaparola kızlarından hangisi daha güzel?" muhabbeti oluyor. Benim favorim, şu saçları rasta yaptırmış melez kız. Taraftarı da çok doğrusu; "bakmayın lan yengenize" şeklinde kıskançlık tripleri yapıyoruz maas'çuktan.

* * *

Gerçek sıkıcı. Kimse, kendi gerçeğini görmek istemiyor televizyonda. Belki bu yüzden, ortalık, herkesin olmak istediği "kahramanlardan" geçilmiyor. Taş konaklarda oturan birkaç karılı toprak ağaları; vicdan sahibi mafya babaları; bir ofiste bir şey olarak çalışan ve hiç maddi sorunu olmayan "memurlar" ., dört çekerli arazi arabaları, boğaz manzaralı daireler, konak yavruları; fıstık gibi kızlar, oğlanlar, "üst düzey" ihtiyaç maddeleri olarak beynimize yerleştiriliyor.

Televizyonda karşımıza çıkan neredeyse her şey, bizim bir takım nanelere ihtiyacımız olduğunu anlatıyor bize. Tüm bunlara sahip olamayanlara da hayatın vazgeçilmez tadlarını çıtırdatmak kalıyor alternatif olarak. Televizyon, arza talep yaratma makinesi olmaktan başka bir iş görmez hale gelmiş durumda. Hamamın namusu kurtulsun diye yapılan birkaç eli yüzü düzgün program da kimsenin uyanık olmadığı saatlerde yayınlanıyor.

Bunlara sahip olmadan, ne kadar mutsuz olacağımıza inanıyoruz. "Günümüz insanı" diye ısrarla en gelişmiş insan türü olduğu vurgulanan varlık, önce mutsuz edilen, sonra da mutsuzluğundan kaçışı, kendisine gösterilen geçici adreslerde arayan bir varlık oluyor aslında.

Seks, kumar, çikolata, beyaz eşya, marka giysiler, arabalar, kredi kartları… Her derde, her boya, her meşrebe uygun, geçici çözümler… Geçici, çünkü, kalıcı çözümler tüketimin önündeki en büyük engel. Miadı üç haftada dolan şarkılardan, iki ayda bir değiştirilmesi gereken sevgililere; duvarlardaki badananın renginden, yer döşemesinin cinsine; saç modeline, kuku traşına (ne bakıyonğuz, bi zamanlar kalp şeklinde olanı modaydı, bir ara şerit gibi kitiye işaret edeni, şimdi de cillop olanı), akla gelebilecek her şeye, "mutsuzluktan" kaçış için sürekli gönderme yapılıyor. Beyinlerimiz, küçümsenmeyecek bir bombardıman altında. Televizyonun karşısında geçirdiğimiz her an, formatlanıyoruz.

Biliyorum, bunu kabul etmek, bir çoğumuz için, en başta egomuzla ilgili bir sorun doğuruyor. Formatlanan bir varlık, amaçlanan hedefe en uygun "araç" olduğunu kabul etmek, yenir yutulur şey değil doğrusu. İyi de, en cahilimizden en okumuşuna, neden böylesine güçlü egolara sahibiz? Neden hepimizin hâlâ ve ısrarla, her söylenen söze, doğruluğunu şöyle bir tartmadan, bir "alternatif söz üretebilme becerisi" var? Neden, karşımızdakini anlama kültüründen böylesine ve ısrarla kaçıyoruz? Ve benim için en önemli soru: Yaşadığımız çağın her aracı, egolarımızı beslemeye neden bu kadar uygun?

Biraz dikkatli bakınca, medya denen şeyin, korku, egoistlik, hodpesentlik ve tüketim ihtiyacı gibi, insanın en kötü hasletlerini beslediğini görmek mümkün.

Haber spikerleri, güler yüzle "iyi akşamlar" diledikten sonra, o akşamın da dünyanın da aslında ne kadar kötü, ne korkulası olduğunu anlatabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Hemen ardından gelen dizilerde, filmlerde de bol bol ölüm, kan, şiddet eşliğinde, hayat denen şeyin aslında ne kadar kolay yok edilebileceği anlatılıyor.

Tüketeceğimiz maddelerin neler olduğuna karar verilirken kullanılan kriterler, korkularımızın seçiminde de kullanılıyor. İnsan, korkularıyla yaşamayı, korkularının hakkından gelmeyi becerebilen bir varlık olduğu için, yeni korkularla besleniyoruz. Korkularımız bile gelip geçici ve modaya uygun hale sokuluyor.

Hiç bir şey doğrudan anlatılmıyor bize. Çünkü "anlatanlar" egolarımızın ne kadar güçlendiğinin ve doğrudan anlatılan her şeye "hayır" dendiğinin çok iyi farkındalar. Bu yüzden de anlatılmak istenen her şey, küçük damlalar halinde, bilinç altımıza sokuşturuluyor. Her şeyi, bilmemiz gerektiği kadar öğreniyor, fazlasına kafa yormak yerine, gene medyanın yarattığı "uzmanların" reçetelerine sarılıyoruz.

Son yirmi yılda, nelerle korkutulduğumuzu ve bu korkuların hangilerinin fos çıktığını düşününce, hiç bir şeyden korkmamaya karar verdim. Bu coğrafyanın geleneğinden gelme bir "ulan, nereden inceldiyse oradan kopar anasını satayım!" dervişliğine verdim kendimi. Bir rahatladım ki, sormayın gitsin. Yok nükleer savaşmış, yok ozon tabakasıymış, olmadı uzaylılarmış; ipimle kuşağım be! Ölümden öte köy var mı?

Aha, buzdolabım bozuk. Bi kovanın içine biraz su koyar, salarsın karpuzu içine. Yemeklerini bir günlük pişirirsin, alış verişini ona göre yaparsın. Belki inanmayacaksınız ama çamaşır makinem de bozuk. Yatmadan önce donu, çorabı çitiliyorum; haftada bir de kazan kaynıyor.

Biliyorum. Bir çok şey, ihtiyaç ama insanın onur diye bir hasleti de var. Formatlanmak ve ihtiyaçlarımın böylesi esiri olmak, onuruma dokunuyor benim.

Didaktikliğim şeytti gene, farkındayım ve kısa kesiyorum.

* * *

Eski Pazar yerinden servis otobüsleri kalkıyor. Aylığı iki yüz elli milyona, gencecik çocuklar taşınıyor fabrikalara ve bütün mevzu, hişşt bıyıklıyı degajeye doğru alırken, vazgeçilmez tadları çıtırdatabilmek için göz dikilen o iki yüz elli milyondan alınacak payın etrafında dönüyor.

Gecenin üçü ve köpekler uluyor. Masamda kahve fincanım, tüten cigaram ve sevdiklerimin resimleri duruyor. Sabaha da bir ekmek alacağım Park fırından. Fazlasına ihtiyacım yok; hiç olmadı.

Yorumlar

Bu gün tanıştım öykülerinizle ve çok memnun oldum. Sıcacık samimi…

Esra Sarıpınarlı - 16 Şubat 2011 (11:17)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

546
Derkenar'da     Google'da   ARA