Patronsuz Medya

Savaşma sıvış!

Ali Türkan - 14 Mart 2003  


Birden bire, hayatım boyunca hemen hemen hiç sahip olmadığım bir lükse, zamanı istediğim gibi kullanabilme lüksüne sahip olunca, sonradan görme zenginlerin parayı ne yapacaklarını bilmemeleri gibi bir durum hasıl oldu. Ben bunca zamanı n'apcam şimdi?

Kitap okuyorum, yazılar yazıyorum, çıkıp kırlarda yürüyorum, kahvede işsiz-emekli muhabbetine takılıyorum, tesbih çekiyorum, sokak köpekleriyle oynuyorum, sırt üstü yatıp dalga geçiyorum, pazar yerine gidip köyden pazara gelmiş kadınlar arasında "haftanın şık ve rüküşü" nü seçiyorum, kadınların "vajinal monologlar" ına kulak veriyorum (yok, tiyatroyla ilgisi yok; ağzı dursa bir yeri konuşma eylemine, bizim dilimizde "vajinal monolog" denir, işte onlara onlara kulak kabartıyorum) ve aaa, bi bakıyorum, bir arpa boyu zaman geçmiş.

Bir televizyonum var; seyretmeyi de severim ama bir şey düşünmek istemeyince severim. Temiz hava yaradı galiba, kafam da bir çalışıyor. Dün akşam Gassaray'ın maçına bakayım dedim; bi baktım, maç bitmiş ve ben sonucun farkında bile değilim. Ee, beyne "okşizen" gidince, fitbola ilgi kesiliyor demek ki. Oturup "egzoz gazlarının futbolla doğrudan ilişkisi" adında bir doktora tezi hazırlasam mı acaba?

Bu sıralar, biraz zamanım bol olduğundan ve bunca zamanı nereye süreceğimi bilmediğimden; biraz, kafamın bunca hızla çalışmasından; biraz da dalga geçmeyi sevdiğimden olsa gerek, bazı kavramlara kafayı taktım. Eee, nasığ diyoolağ sizin Türkçe'de?

Hayatı sorguluyorum.

Bu "sorgulamanın" dozunu biraz kaçırmış olacağım ki, dün gece garip bir rüya gördüm:

Balık etinde, ak libaslar içinde, Bodrum işi sandalet giymiş bir kadın, "merhaba, ben Romalı Perihan" dedi. Balık etinde diyorum ama epey iri bir balık, zargana gibi değil de, daha çok torik cinsi.

Romalı Perihan mı? Benim bildiğim bi Romalı Perihan var; o da dansöz.

Rüya bu ya, fırlamalık olsun diye "hangi Roma?" diye sordum. Hani, Doğu Roma'ysa, "vay hemşerim!" diye sarılıp balık eti falan dinlemeden, şeytana ekmek kapısı açacağım ama beriki hiç sallamadı ve "ben aslında Romalı değilim ama Kartacalılar korksun diye öyle söylüyorum" dedi.

Perihan, daha sözünü bitiremeden, bir manga Kartaca askeri peydahlandı ve başlarındaki lavuk, "çekil lan dallama!" diye beni bir kenara itti.

Garip bir rüyaydı doğrusu. Hani, tam uykuyla uyanıklık arasındaki o acaip yerdeydim ama nerde olursam olayım, elin Kartacalısı, kalkmış bana posta koyuyordu. Hemşerimdir diye söylemiyorum ama bizim Jüstinianus, bu Kartaca'yı zamanında epey kartmıştı zaten. Bu yüzden, manitanın yanında karizmayı çizdirme tehlikesini de göze alarak, bulaşmadım gariplere.

Ben bulaşmadım ama arkadan bir manga daha geldi ve başladılar posta koymaya, el kol hareketi yapmaya. Birden, arena gibi bir yere geçtik. Ahali savaş istiyor ama onlara bir faydası olacaksa istiyor. Bir yanda Romalılar, diğer yanda Kartacalılar… Baktım olmayacak, "hüüeeeyttt!" diye celallenerek daldım ortama, dozu arttıra arttıra şiddet vermeye başladım.

Rüya işte. Biraz da son günlerde sokak köpekleriyle çok haşır neşir olduğumdan olsa gerek, (çizgi romandaki esas) Tarkan kıyafetinde, ardım sıra yığınla kurt, "düşman" sürülerini önüme katıp Toroslar'ın ardına, Akdeniz'e kadar kovalayıp denize döktüm ("Kartaca nire, Toroslar nire?" demeyin, rüya bu).

Tarkan kıyafeti de bi yakışmıştı. Öyle hayvan postundan mini etekli bir elbise, saçlar uzun, gözler çakmak çakmak… Perihan da duruma biraz hasta oldu galiba, göz süzüyor, gerdan kırıyor. İki omuzumda da iki şeytan "hadi aslanım!" diye gaz veriyor. Mevzuya "usul çerçevesinde" dalabilmek için, "Roma'da dansöz kıyafeti satan bir dükkân var mı?" diye sorarken, kan ter içinde uyandım.

Hem oda soğuk, hem de dibim açıkta kalmış; tabii mini etekli görürüm kendimi.

Gene de hayırdır inşallah! Bu acaip rüyayı, gündüz niyetine, akarsuya da saldım fakat kafam da Ali Sami Yen stadının şeref tribünü gibi karıştı. Rüyada, kendine Romalı Perihan süsü vermiş bir kadın görmek neye delâlettir acaba?

Genellikle renkli Türkçe sinemaskop rüyalar görmediğimden, sabahtan beri bu rüyanın anlamına kafa yoruyorum. Sanırım, bitmek tükenmek bilmeyen savaş tartışmaları sinirlerimi bozdu biraz. Çevremdeki insanların, konuştuklarımın çoğu, bu konuyu "savaşın bize ne yararı, ne zararı olur?" modunda ele aldığı için; savaşın, insan hayatının kazanç, kayıp diye algılanmasından utanır oldum iyice.

Bu savaşı kim kazanır, bilemiyorum. Gözünü açmaya, olan biteni anlamaya çalışan her insan gibi, savaşlarda yalnızca kaybedenler olduğunu öğrenebildim bu yaşıma kadar. Yalnız bu savaşa (ve bize getireceği yararı, zararı göz önünde tutarak) değil, her savaşa karşı çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Eğer, beslenmek için insan etine ve kanına ihtiyaç duysaydık, savaş denen şeyin bir anlamı olurdu belki ama yok.

Her iki tarafta da vatanı için ölmeye hazır ama diğer taraftakinin vatanı için ölmesine dua eden garibanların hayatını söndürmenin, gencecik bir insanın, meselâ baba olmasının, şarkılar dinleyip keyif almasının, bir kadına "pat!" diye ve damdan düşer gibi aşık olmasının, gecenin bir vakti "canım bi şey isiyor ama ne?" diye buzdolabını kurcalamasının, yani hayat adına ne varsa bunların sonunu getirmenin, başka bir insana ne yararı olabilir Allah aşkına?

Eğer bir zarardan söz edeceksek, gencecik insanların ölümünü, çubuğumuzu tüttürerek ve belki, "bize de sıra gelir mi?" diye kaygılanarak izleyecek yürek soğukluğunun kendisi o zarardır işte.

Çünkü, ekonomik ve hukuksal nedenlerle savaşa karşı çıkmak, savaşa karşı çıkmamaktır.

Tüm öğrenciliğim boyunca ve tüm dersler içinde, anlayamadığım en önemli şey, biz çocuklara, savaşlarla ilgili şeyleri neden öğrettikleriydi. Çocuk kafamıza, sınırların çizilip çizilmemesinin gerekliliğinden çok, sınırların kanla çizileceğini neden soktular acaba? Kanla çizilmiş sınırların içinde, güzel bir dünyadan söz etmek ne kadar mümkün?

Bir yerlerde ve yine yeniden, kanla bir takım sınırlar çizilecek. Aklıma, Brecht'in bir sözü geliyor:

"Büyük Kartaca, üç savaşa katıldı. Birincisinden sonra, hâlâ güçlüydü; ikincisinden sonra ancak yaşanabilir haldeydi; üçüncüsünden sonra, yerle bir oldu."

Ben de "ambiansa" uygun olsun diye, kendime bir slogan seçtim: Savaşma, sıvış!

Hepsi bu kadar.

Ben gidip köpekcikleri besleyeyim.

Yorumlar

Savaşmak, memleket içinse, bir görevdir. Hiç birimiz bundan kaçamayız. Bugün bağımsız bir ülke olarak yaşıyorsak, insanlarımızın ülkesi için savaşmak zorunda kaldığında görevden kaçmayışı sayesindedir. İnsanlara "savaşma sıvış" demeden önce bunu da düşünmek gerekir.

Selin Ada - 11 Haziran 2008 (17:30)

Savaşmak bir görev değildir, olmamalıdır. Biz bağımsız bir ülke değil miyiz?

Yeşim Kaya - 21 Ekim 2008 (16:29)

Ben de eğer illâ ki savaşacaklarsa ve buna çok meraklılarsa, neden komutanların teke tek bir düello yapmadığını sorgulardım küçücükken. Neden onlar geriden seyrediyordu da, meydana diğerleri sürülüyordu? Çocuk aklı işte.

Bir yorumcu "bugün bağımsız bir ülke olarak yaşıyorsak" demiş, diğeri de "biz bağımsız bir ülke değil miyiz?" diye sormuş. Biz bağımsız bir ülke miyiz sahiden de? Tam bağımsız bir ülke nasıl olur? Nasıl olmalıdır? İyice bir incelemek lâzım valla.

Kalemiti - 28 Kasım 2008 (14:09)

Valla ben savaşmazdım. Belki ben bir dağın başında, hic kimseye bulaşmadan, sınırla mınırla da işim olmadan "tam bağımsız" yaşamak istiyorum. Kim buna hakkım olmadığını iddia edebilir?

Zorbalığın adı vatanseverlik olmuş.

Yalçın Şahin - 8 Nisan 2009 (11:45)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

501
Derkenar'da     Google'da   ARA