Patronsuz Medya

Devrim yazısı yazıcam ama bir türlü olmuyor

Ali Türkan - 12 Ağustos 2002  


Yaşayan idollerimiz fos çıktı bizim!

Yok, bu yazıya böyle başlamayayım. En iyisi şu sanırım:

Özel TV kanallarının kalitesizliği falan bir yana, çok önemli bir işlevi olduğunu gördüm ben. Daha önce, televizyonun olmadığı ya da tek kanal TRT günlerinde "adam" sandığımız insanların ipliğini pazara çıkarmada, özel TV kanallarının çok önemli payı olduğuna inanıyorum.

Off! Böyle de olmadı. Bi de şunu deneyeyim:

"Devrimcilik", bir sürü kifayetsiz muhterisin adam sınıfına sokulduğu bir alan oldu memleketimizde.

Hah! Bu iyi. Buradan giderim kolayca.

Galiba önce, yeteneksiz, kaba ve sığ saz ozanları doldurdu piyasayı. türkülerinde bol bol "yuh, çüş, ohaaa!" gibi "ülenmeler" dinledik. Liseden sonra kente göçmüş üniversiteli gençliğe, özellikle de alevi olanlarına dönük çalıştılar.

Yok yaav! Derdim bunları anlatmak da değil.

Bir rahatsızlığım var benim. Temcit pilavı gibi ısıtıla ısıtıla bir hal olmuş bir konuda "makale" yazmanın sıkıntısı da diyebiliriz. Deriz de, genellikle tek taraflı yazıldı bu konu. Birileri ortaya çıkıp eskiden ne kadar yanlış davrandıklarını, "onlara" inanmakla nasıl hata ettiklerini, aldatıldıklarını anlatıp durdular…

Demem şu ki: Eskinin ajitasyon ustaları, şimdinin küfürbazları oldular.

İnsan, geçmişindeki hataları anlatabilir, hatta anlatmalıdır da. Bundan daha insanî ne olabilir zaten? Ama ortaya çıkıp nedeni, hatta kısmen sorumlusu olduğu şeylerin, kurbanıymış gibi davrandığı ve kendinden başka herkese sövdüğü anda, ben o geçmişle hesaplaşmada art niyet görürüm.

Şimdi iki seçenek duruyor önümde; birincisi, araya kendimi hiç katmadan, takır takır, bağıran, hatta slogan atan, suçlayan bir yazı yazmak… İkincisi de işin içine keyif katıp oldum olası üzüldüğüm, canımı acıtmış bir konuyu, elimden geldiğince komik bir olaymış gibi anlatmak.

Oysa hiç de komik değildi o günler.

Bazı geceler bir patlamayla uyanıyorduk ve ses ne kadar yakınsa, ertesi sabah o patlamada ölenlerin bizim arkadaşlarımız olduğunu duyma ihtimali de o kadar yakın oluyordu. Veya bir kahve taranıyordu makinalı tüfeklerle. Veya arkadaşlardan biri ortadan kayboluyor, bir süre sonra yenilmiş, çökmüş, utanmış ve tükenmiş bir şekilde geri dönüyordu. Birileri bir şeyler sormuşlar…

Sordukları da semt bakkalının bile söyleyeceği şeyler olduğu halde, "ne olur, ne olmaz" diye, yöntemlerini değiştirme gereği duymamışlar.

Yok, komik değildi o günler. Güzel de değildi.

Hiç bir şey yoktu. Margarin bile karaborsada satılıyordu. Uzun zaman, o günkü insanların daha saf, daha namuslu, daha iyi yürekli olmalarıyla avuttum kendimi, ama bu da doğru değil aslında. Öyle saf, temiz, namuslu olsalardı, bir askeri darbe ile böylesi yozlaşmaz, kirlenmezlerdi. Ortada çalacak bir şey olmadığı için namuslu gibi görünen hırsızlarmış meğer çoğu. Ne kadar hırsız, sahtekâr olduklarını anlamamız için, pastanın büyümesi gerekiyormuş.

* * *

Olmuyor. "Kelle avcılığı" yapmadan tamamlanmaz bu yazı. Aslında sözü, bize gaz verenlere getirecektim ama durduk yerde ne diye bir takım şarkıcıya, köşe yazarına, karikatüriste falan bulaşayım ki? Sanki ortaya çıkıp "evet, biz boktan herifleriz, o zamanlar bu işler para ediyordu, şimdi de o gün yaptıklarımıza küfür etmek para ediyor." diye günah mı çıkartacaklar?

Ne olacak yani? O şarkıcılar, o türkücüler, o akrostiş ustası köşe yazarları falan, gaz verdikleri ve belki de ölümüne neden oldukları genç insanlara zerre kadar üzülecekler mi biz bunları yazınca? Onlar, çoktan kendilerini avutacak bir palavra bulmuşlardır hayatları adına.

Güzel günler değildi o günler, evet. Ama ben elimden geldiğince güzel olanlarını süzüp hatırlamaya çalışıyorum. İnsan aklı da hep böyle işlemiyor mu? Yoksa balataları sıyırır, köseleyi yakardık yani…

Efendim, bizim kuşak, devrimciliğe edebiyattan, ODTÜ kampüsündeki siyasî tartışmalardan, Fikir Kulupleri şeysinden falan girmedi; kafadan daldık. Ufak çocuklara eziyet eden develere "ver ulan çocukların misketlerini geriye, damcık!" şeklinde tezahür eden adalet duygumuz, kısa zamanda "14 martta faşistlere kan kusturacağız" biçimini aldı. Daha el yumruğu yememiştik pek ve kendi yumruğumuzu değirmen taşı sanıyorduk. Muhtaç olduğumuz kudret, "tarih sahnesindeki" haklılığımızdan kaynaklanıyordu. Şimdinin küfürbaz "sanatçıları", köşe yazarları, bize bunu anlatıyordu.

"Tarih sahnesi" deyince aklıma geldi. Ortama daldıktan sonra, dilimiz değişmişti ilk önce. Nasıl değişmesin ki? Bizden daha önce gelmiş abilerin, "ilkel-komünal sistem, antagonistik çelişki, feodal toplum, artı değer, goşist, sosyal-faşist" gibi kavramlarla süslediği konuşmaları karşısında ezilip duruyorduk. Ne diyordu bunlar yaaa? Anında sözlükler falan ama bunlar orada yazan kelimeler değildi ki… Onlar anlatıyordu biz "meeeee" dinliyorduk.

Ve devreye, gökten ışık hüzmesi eşliğinde inen bir sözlük giriyordu: Materyalist Felsefe Sözlüğü.

Hemen onun ardından da, her açışımda "haaaaleluya" diye bir ses duyduğum, "Felsefenin Temel İlkeleri" kitabı.

Ne kitaplardı onlar be! Gece yarılarına kadar (evdekiler "ışığı kapat lan!" diye fırça attıkları için) sokak lâmbasından vuran ışığın altında okuduğum, bir bok anlamasam bile, kitapları değil kendi angutluğumu suçladığım kitaplar…

(Ben kendimi istediğim kadar angut göreyim, o köşe yazarı, konserlerde sol yumruğunu havaya kaldıran o şarkıcı, benim tarihin yönünü değiştireceğime inanmıştı ve bana bunu anlatıyordu. Nasıl inanmazdım be? Koskoca "her kimse işte o" idi o.)

O kitaplardan öğrendiğim (daha doğrusu ezberlediğim ve hâlâ unutmadığım) bir cümle ile muhabbete dalabilmiştim ben de nihayet. Abiler aralarında konuşurken, her halde en uygun an budur diye, "evet ama bir insan sosyal ilişkilerinin ürünüdür" deyivermiştim. Bunu neden demiştim, konu neydi, hiç bilmiyordum ama Allah için, şık cümleydi (hâlâ kullanırım "etkilemek" isteyince). Abilerden biri, bir süre bıyıklarını kemirdikten sonra "ali arkadaş, haklısın ama…" deyip, ööle bi konuşma yapmıştı ki, hiç bir şey anlamadığım için, ben gene "meee" 'lemeye başlamıştım.

Aman mor koyun, meeeler gelir.
Aman dağları, deeeler gelir.

Nah deler!

Hırs yapmıştım işte! Ben de onlar gibi konuşacaktım. Çaktırmadan hangi kitapları okuduklarına bakıyor, konuşurken kullandıkları kelimeleri aklımda tutup, eve gider gitmez sözlüğe bakıyordum.

Abilerden biri "dış dünya" diyor, hemen evde ilgili maddeyi açıyordum. Açıyordum da bu sözlük için de bir sözlük gerekiyordu. Sekiz satırlık "dış dünya" maddesinde, obje, fenomen, sübje, idealizm… Açıklamaya dikiz! Yahu benim kilom kaç, boyum kaç, daha benim yaşım kaç? Ayıp be! İnsan şunu Keloğlan hikâyeleri şeklinde yazar. Ne objesi, sübjesi? Keloğlum, keleş oğlum, dış dünyaya açıldın ama bu kapitalizmde oyun boldur…

Ne yaparsam yapayım, onlar gibi olamıyordum işte. Bıyıklarım bile yoktu daha.

Baktım böyle okumakla olmayacak, düşündüm, taşındım ve saz çalmaya karar verdim.

Huşu içinde aldım sazı elime. O yaşlarda size de olur muydu bilmiyorum ama bende hep "ben her şeyi yaparım" gibi bir duygu vardı. Meselâ biri saz mı çalıyor, şööle bi bakar, hemen "çözerdim" işin sırrını. Ne vardı bunda? Sağ elini böle aşağıya doğru sallıyordun, sol elinin parmaklarını da tellerin üstünde gezdiriyordun.

Öyle olmazmış tabii. Öğrenmek gerekiyormuş. Hadiii, tuttuk bize verdikleri bir adrese gittik. Gene bıyıklı abiler bööle. Burada kızlar da vardı (kızların biri bıyıklıydı yalnızca). Bir grup oturmuş saz çalıyor, başka biri "folklör" yapıyor, bir başka grup tiyatro çalışıyor falan. Tam yerine gelmiştim yani. Önce saz çalmayı öğrenir, ardından folklörde başı çeker, sonra da tiyatroya, oradan sinemaya sıçrar, "devrimci mücadeleyi" sanatımla yapardım. Önemli olan tarihin akışını değiştirmekti nasıl olsa. Bunu da ben yapacağıma göre, mücadele şekline de ben karar verecektim. Ne o ööle, "işçisin sen işçi kal" .

Konuştuk, aralarına bizi de aldılar. Biz dediğim, Meto'yla ben. Meto, tam bir iyi aile çocuğu; annesi donlarını bile ütülüyor, her sabah hayır dualarıyla uğurluyor kapıdan. Benim gibi bir serserinin, oğluyla arkadaşlık etmesine de yalnızca iyi öğrenci olduğum için pek ses çıkartmıyor. Gene de evlerine arada bir uğramak zorunda kaldığımda, surat asıyor tabii.

Bizim hoca, gençten bir abi. "Gelin bakalım" diye bizi bir pikabın başına götürdü. Bir 33'lük attı pikaba. Hay hay bir adam, kalın bir ses, "kağnılaaar gidiyorduuuuu, Akşehir üstündeeeeen Afyon'aa doğruuuuu" gibi bi şeyler söylüyor. Hakkatten kalındı o söylediği. Ne kağnısı? Ne Afyon'u? Her yere, Allah'ına kadar Ford Transit'le gidiyorduk. Olmadı külüstür Commerz'ler… Hadi o da olmadı, Bussing'ler ne güne duruyordu? Göster pasoyu, al ucuz bileti… Eminönü'nden sonra da bin vapura veya vur tabanvaya. Tabanvay en güzeliydi zaten. Yollarda kadınlar, "bizim kadınlarımız… İnce küçük çeneleri, kocaman gözleriyle" tam façadan alır, göz göze gelip o günü kurtarırsın. (Evet, o yaşlarda, önce gözüne bakıyordum kadınların. Ellerine, daha sonra bakmaya başladım.)

Bizim "hoca" çok iyi bir çocuktu. Çok uğraştı bizi adam edebilmek için ama ne Meto'da ne de bende saz çalabilecek genetik koşullar oluşmamıştı. Gene de her insan sosyal ilişkilerinin ürünüdür, enseyi karartmayın şu kosmosta.

Hoca, tanıdığım en iyi yürekli insanlardan biriydi. O bu kadar iyi bir insan olduğu için, şimdi koalisyona ortak partilerden birinin "gençlik örgütü" içinde yer alan bir genç, öldürüvermişti onu.

Bizim iyi yürekli hoca, Cumhuriyet gazetesinde yazan bir adamın yazılarını çok severdi. Aynı adam, o parti koalisyona ortak olunca, ne güzel şeyler yazmıştı eskiden "faşist" dedikleri hakkında. Kim bilir, belki de eskiden yazdıklarının unutulduğuna inanmıştır. Neye inanırsa inansın, "harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi" sıyırmıştır sorumluluğundan. Aferin ona.

Yalnız o mu? Şu Anadolu Rock yapan iyi aile çocuğu; şu İskandinav ülkelerinde kendine siyasî mülteci süsü vermiş barış elçisi; şu gazeteci eskileri; şu bunak politikacı, alayı, topu! Dün, dündür ne de olsa. O günkü şartlar onu gerektiriyordu.

Şimdi sinirlendim işte.

Velhasıl, ne saz çalmayı öğrenebildim, ne folklörü, ne de tiyatrocu olabildim. Ama devrimci olmaktan vaz geçecek değildim bu yüzden. Ortalıkta bir kapital lâfı dönüyordu. Marks baba yazmış, okunmazsa olmazmış. Aradım ama bulamadım o kitabı. İncil gibi bir şeymiş oysa. İçinde ne ararsan var; her derde deva.

Kafayı takmıştım o kitaba. Mutlaka bulmalı, okumalı ve "alim" sınıfına girmeliydim. Birinde varmış ama herif, "anlamazsın" diye öyle bir kestirip atmıştı ki, anında karşı devrim yapacak hale gelmiştim. Ne demek anlamazsın?

Aslında, o tür kitapların yarım yamalak çevrildiği ve işportada satıldığı günlerdi. Bilinçlenmemiz gerektiğine inanan birileri, Maksim Gorki'nin Benim Üniversitelerim'inden, Rusların bile adını duymadığı bir takım Sovyet yazarlarının kitaplarına kadar ne varsa çevirip piyasaya salıyordu. Nasıl bulamazdım Kapital'i?

Bulamadım işte. "Okudun mu?" diye sorduklarında da hep "okudum" dedim. Kapital'i okumamış olmak, ergenlik çağı sorunlarım arasında, hemen sivilcelerden sonra geliyordu.

Ancak yıllar sonra Almanca'sını okumak kısmet oldu. Ellerim titreyerek açtım kabını ve başlık: Zirkulation des Geldes… Pek deva falan yoktu kitapta. Takır takır ekonomi bilgileri veren, İngiltere'de yünlü, Hollanda'da pamuklu (yoksa tersi miydi?), Alpler'de kıllı ve Kazdağı'nda tüylü dokuma sanayiinden söz eden, paranın dönüşümünden, artı değerden falan dem vuran bir kitap işte… Ben de o kitabı anlayacak kadar ekonomi bilgisi olsa, iki yakam bir araya gelirdi zaten. Ne işim var o zaman, vatanla milletle? Layla'da, Reyna'da, "Bodrum Harbır Biiç Klap" ta kestane çizer, ülkeme faydalı bir birey olurdum.

Tam, cenk öyküleri moduna girdim ama yazı destan gibi olacak böyle giderse. Bakiyesi de tatilden sonra artık. Bir ay aşk izni alıyorum. Maillere yanıt yok yani.

Hazır havamdayken, korsan eylem dayatıyorum sayfaya: Sıçıp sıvamak bizim de hakkımız, söke söke alırız! Ben gelene kadar ortalık sakinleşir nasıl olsa. Ben de gaza gelip eyleme geçen militanlara bok atar, büyük yazar sınıfına girerim.

Hadi arkadaşlar, zincirlerinizden başka kaybedecek şeyiniz yok!

Haaaaayat deniiilen kavgaaaya çıktık!
Çeeevik adııımlarla yüüürüyoruz.
Biiz bu karaaanlık yolun sonunda,
Doooğacak güüüneşi gööörüyoruz.

Sevgiler.

Yorumlar

Yazınızı gerçekten çok beğenerek okudum, ağzınıza sağlık…

Gürkan… - 28 Şubat 2010 (19:14)

Yorgunluktan pelte kıvamına gelmiş insana yapılacak en kötü işkencelerden birisi meraklı bir çocuğun amansız sorularıdır herhalde.

"Amcacığım Devrimci nedir?"

Hoppala paşam Malkara Keşan!

"Ne bu yeğenim şimdi?"

"Abi yok öyle kıvırtmak, kaçmak filân, anlat çocuğa" dedi kardeşi, Öyle ya, ne diyordu pedagoglar; "çocukların sorularına arkadaşınızmış gibi cevap verin" Kolaysa sen cevap ver.

"Oğlum internet diye bişey var git orada sörf yap" dese, yok! Olmazdı.

Bak yeğenim; Devrimci "asmayalım da besleyelim mi" diye sehpalarda idam edilen insandır.

Devrimci, elektrik enerjisi ile bedeni sınanmış vatan evlâdıdır.

Devrimci, "elimizde taş gibi çocuklar vardı, neden cop kullanmış olalım ki, iftira ediyolar bize" diye yalancılıkla suçlanmış kişidir.

Devrimci, düşüncelerinden dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalmış mültecidir.

Devrimci, "yavuklu yerine çıplak mavzere sarılmış, sonra da soğuk hücrelerde, ranzalarda ömür tüketmiş mahpusdur." diye anlatsa.

Yok!… El kadar bebeye böyle mi anlatılır Devrimci?

Kapı zili çalıp da diğer misafirler geldiğinde, işaret parmağını amcasına doğru sallayarak ve de "bu iş burada bitmedi" diyerek odasına gitti ufaklık…

Ali abi özledik seni…

Muhittin Duyargalı - 13 Haziran 2011 (22:13)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

393
Derkenar'da     Google'da   ARA