Hâlâ var mı, bilmiyorum. Ortokula başladığım yıl, bizim sınıfta iki amiral, bir tane de kurmay havacı albay vardı. Aileler, sünnet giysilerini değerlendirmek için, "maşallah" ı çıkartıp, okul giysileri yapmışlardı.
Ceketlerin sarı düğmeleri ne biçim parlardı ama…
* * *
Geçenlerde epey içtim. Zaten ayda bir ama sıkı içerim (ayıptır söylemesi, en az bir "büyük" boğarım kendi payıma). Sabaha doğru, eve dönerken "halk işi" bir meyhaneye de daldım. İçerde birkaç kişi kalmıştı. Masalarına çağırdılar. Mekânın müdavimi, hâlâ iş kıyafetleriyle oturan, tesisatçı kılıklı dört adam ile eş kontenjanından iki de kadın. En koyusundan Berlin aksanıyla konuşuyorlar.
Hararetli bir tartışma var. Tıkanmış bir kanalizasyon borusunu açmak için kullanılan iki yöntemden, hangisinin daha iyi olduğu konusunda anlaşamıyorlar aralarında. Tam anlamıyla "boktan" mevzu.
Beni, konuya hiç katılmadan, kendi dünyasına gömülmüş olan biri ilgilendirdi yalnızca. Aslında o da konuya katılacaktı ama (tipik sarhoş hareketi) sigarasını bir türlü kültablasının girintisine yerleştiremedi. Dakikalarca uğraştı, sigara tükendi…
* * *
Menekşe'de yüzmeye giderdi gariban takımı. Florya'daki Güneş plajı, birkaç numara kalın gelirdi. Menekşe Halk Plajı derlerdi yanlış hatırlamıyorsam. Hâlâ kaldı mı bilmiyorum. Mayo kiralayan işportacı esnaf vardı oralarda. Bir keresinde ben de kiralamıştım. Önünde kocaman, sarı metalden bir tokası bile vardı.
* * *
Yaşlı bir bakkal vardı bizim sokakta. "Bir kilo sinek getirene bin lira vereceğim" derdi. Yağını çıkaracaktı herhalde.
* * *
Yahu şu siyasi yürüyüşlerden, polisle çıkan itiş kakıştan sonra, neden tek ayakkaplar kalır meydanda? Öteki tekleri nerededir peki?
* * *
Bir kadın tanımıştım bir zamanlar. Zifiri karanlıkta bile görürdüm gözlerini.
* * *
Bir ara "Almanya'dan abim getirdi" marka pikaplar vardı. Acaip yeşil, komik kırmızı renkteydi çoğu. Kırk beşlik plâklar, önündeki ağız gibi bir girintiden içeri itilirdi. N'oldu onlar?
* * *
Büyük kızımla biraz sorun yaşıyoruz son günlerde. Büyüyor ve büyümeyi yanlış algılıyor sanırım.
Daha önce Almanlar'ın çoğunlukta olduğu bir okula gidiyordu. "Aykırı" bir çocuktu zaten. Haksızlığa hemen manzara koyar, öğretmenleriyle kavga ederdi sürekli. Kavgalarının devamını da ben yapardım öğretmenleriyle. Sonunda "ulan kendine benzeyenlerle bir arada olsun" diye, onun da onayıyla, Kreuzberg'de bir okula yazdırdım. O zamandan beri de, çevresine uyabilmek için, değişme ihtiyacı hissetti. "Marka" eşyanın sayısı arttı, cep telefonu merakı başladı, v.S… Konuşmalardan da kaçar oldu. "Dünyanın en iyi babası" dediği adam da, ona alabildiği şeyler kadar kıymetli oldu gözünde.
Geçen gün adını böyle koymuştu babalığımın ve içimde bunun acısı vardı. Dün bi güzel kapıştık. Bi boku halledemedik ama en azından sevginin de kaydı ve şartı olduğunu anladı. Sisteme kurban etmemeye uğraşıyoruz annesiyle. Yaşını ve o yaşta bunların olağan olduğunu da biliyoruz, kaygılanma. (Hatıra defterini hiç okumadım daha).
Neyse…
Fakirlik ve vefasızlık konusunda kalmıştık galiba, oradan devam edelim.
* * *
Ne zaman karşılaşsak, uzun uzun bakardı bana. O kadar emindim ki baktığının "ben" olmayacağından, başımı çevirip arkama bakardım ben de.
Ama nasıl döküntüydüm o günlerde…
Ayakta Sümerbank işi, mukavva "pençeli", üstelik iki numara büyük ayakkaplar; kıçımda Mahmutpaşa kot. Satan puşt "beyazlar" demişti (o zamanlar kot beyazlatmak modaydı), beyazlayacağına barsak gibi olmuştu; gömleğin düğmeleri eksik ve umurumda bile değil. Aylardan nisan ve "ayıp örtsün" diye öküz gibi bir paltoyla çıkıyordum sokağa. Sağ cebimde, okuna okuna sayfaları aşınmış, "sahip olduğum" tek kitap: Sabahattin Âli'nin İçimizdeki Şeytan romanı… Ömer'i kalaylayıp geziyorum sokaklarda.
Herkes başka bir yerde biliyor beni. Kırmışlar. Kırmamak için saklanıyorum. Bir arkadaşın bekâr odasına, ev sahibesi görmesin diye gece yarısı giriyor, sabah, kimseler uyanmadan çıkıyorum. Cebimdeki paranın bir kısmını, ilerde lâfı edilir diye, arkadaşa vermişim; kalanını da cıgaraya bölmüşüm (sen sevmezsin ama ben "boklu tiryaki" denilen cinsindenim). Hamama gidebilmek en güzel düşüm. Kafam kaşınıyor ve "en azından haşereye faydam dokunuyor" diye kendimi avutuyorum.
Sabah çıkınca karanlık oluyor sokaklar. Hemen deniz kenarına inip güneşin doğuşunu seyrediyorum. Avare günler işte… Ayaklarım nereye götürürse, oraya gidiyorum. Ama her gün, ibadet eder gibi "Sahaflar" a uğruyorum bir… Kitap alacak param yok ama kapaklarına bakıyorum. Kapakta Erkal Yavi günleri… Bir de dükkânlardakilerin, beni bir türlü bir yere oturtamayan bakışları çok eğlenceli.
Sol cebimde de bir tomar teksir kâğıdı… Kitapları karıştırırken kafama takılanları, Meydan'ın bir kıyısına çöküp not ediyorum (Hâlâ saklarım o notları).
İlk defa o meydanda, çömelmiş, notlarımı alırken gördüm onu. Yanında bir arkadaşı, elinde okul kitapları, çay içiyordu… Öyle dalmışım ki yüzüne, o da bana baktı. Hemen başımı öne indirdim. Sonra da ilgilenmiyormuş pozları tabii.
O günden sonra da hep o saatlerde gittim oraya; bazen rastlıyordum. İlgilenmiyormuş gibi yapıyordum ama o bana bakıyordu artık. Sonunda bir günlük cıgara parasını minibüse yatırıp oturduğu yeri de öğrendim. Ondan sonra da sürekli karşısına çıkar oldum tabii. "Kötü bir niyetim" yok, punduna getirip seyrediyorum yalnızca.
Annesinin gözleri maviymiş. Mavi kaça katlanır? Diyelim ki yüz. Lacivertin en koyusu, en güzeli… Suç aleti gibiydi gözleri. Bakışları da yaralama fiiline girerdi zaten. Ceza Kanunu'nda en az altı ayı var.
Tanıştık.
Bir gün, en beklemediğim anda tabii, çömeldiğim yere gelip "ne yazıyorsun o kâğıtlara sürekli?" diye sordu. Tam da onu yazıyordum ama "hiiiç" diyebildim yalnızca. Ama o bırakmadı peşini. Ellerim titreyerek verdim kâğıtları… Sesini çıkartmadan okudu. "Yürüyelim mi biraz" dedim ve yürümeye başladık.
İyi de, nereye kadar yürünür yani? Parasızlık da en çok burada koyar insana zaten. Ben de çeneye vurdum. Anlatıyor, güldürüyor, hırpaniliğimi aklımla örtüyordum aklım sıra. O gün ne kadar ölüp ne kadar dirildiğimi bir ben bilirim, bir de o kadar ölüp dirilenler.
Ertesi gün buluşmak için sözleştik. Ulan hamam parası! Cıgara paraları da suyunu çekmişti. Arkadaşın odasında da bir leğen bile yoktu ki…
Dünya kadar nasihat dinleme tehlikesini de göze alarak, uzak akrabadan birinin kapısını çaldım o akşam. Sesimi çıkarmadan dinledim de zaten. Ben sesimi çıkartmadıkça dozu arttırdı akraba ama sonunda banyosuna daldım ve derimi soya soya keselendim. Allah'tan bitlenmemiştim. Gömleğe düğme bakınırken sıfır bir gömlek de çıkardı karısı. Bayram armağanlarından kalmış, kimseye olmuyormuş… Yenge işte! Yengelerin piri… Gömlek de gömlek ha! En imansızından "zühtü sarısı". Uykumda bile "samanlıktan kaldıramadım samanı da zühtü" türküsünü söyledim. Çarşaflar gıcır, keyfim yerinde tabii.
Bir uyandım ki, öğle olacak neredeyse. Yenge yüreği, dayanamamış zaar; kahvaltı beni bekliyor. Kızılcık reçeli var ki, bana bir tabak kızılcık reçeli verenin kırk yıl kölesi olurum. Gene de kahvaltıyı fazla uzatmadan fırladım evden. Saçları da ne biçim yatırmışım limonla. Yürüdüğüm sokaklar çoban salatası kokuyor. Güneş de domuzuna güneş o gün. İlkbahar bu be! Samanlıktan kaldıramadım samanı da zühtü!
Geldi. Hem de tam zamanında.
Gömleğe güvenip paltoyu da elime almışım. Sırtım duvara dayalı. Yılmaz Güney, hiç o kadar Yılmaz Güney olmamıştır hayatında.
Yürüdük. Elini tuttum. Gözlerine baktım. Tenhalarda sarıldık. Öpüştük bile. Öyle acemice, öyle keşfederce, öyle güzel.
Delikanlı kızdı. Sapına kadar insan. Nasıl güzeldi kafası. Ne üstümdeki çullar ilgilendiriyordu onu, ne parasızlığım. Hepsini aralayıp, eliyle bir kenara itip beni görmüştü bunca insan arasında. "Öl!" dese, "neden?" diye sormadan ölürdüm.
Akşamları evine gidiyordu. Köşeye kadar götürüp gidermiş gibi yapıyor, daha saatlerce dolaşıyordum evinin yakınlarında. Belki bir şey için çıkardı evden, belki bir dakika daha fazla görebilirdim…
Tabii bedenim dayanmadı bunca eziyete, bakımsızlığa ve hastalanıverdim. Bir haber bile yollayamamıştım; deliriyordum. Tam on gün yattım. Ayağa kalkınca da doğru buluştuğumuz yerlere, evinin olduğu sokağa, kokusunun sindiği her yere. Yoktu. Günlerce de bulamadım.
Sonunda karşılaştık. Okula gitmemiş bir zaman. "İş sahibi" bir adam istetmiş de bunu, ona da olur gibi gelmiş. İşletiyor sandım. "Kusura bakma, kendimi de düşünmem gerek" dedi. Sonra da "neredeydin ki günlerdir?" diye sordu kızgınlıkla.
Keşke "öl" deseydi bana.
Yüzünü ilk kez bugün gördüm "Ali Abi" nin. Siyah bir zemin içinde olması ne acı. Biliyorum, şu anda Necdet Şen bir köşede "kendisine ne de çok benzeyen" arkadaşının arkasından "acı" inzivasına yatmıştır, tıpkı Cem Karaca'sı gibi. Yazılarını belki onar kere okuduğum Ali Abime; Şimdi gidip arabama bineceğim, iki bira kapıp buz tutmuş Mogan Gölü'ne kuşbaşı bakarken sessiz sessiz senin için ağlayacağım…
Coşkun Aktaş - 9 Ocak 2008 (14:23)
Vefatından habersiz bir şekilde bir başkalarına tanıtırken aniden sert bir rüzgar hatta bir kaya parçası gibi çarptı yüzüme şu üstümdeki yorum… Oysa ki yeni yeni yazılar beklemekteydim senden…
Gökhan Çeliktaş - 13 Haziran 2008 (23:43)
Ne kadar sahici bir aşk öyküsü. Daha doğrusu, ne kadar sahici bir öykü. İnsanın kendisini bu kadar süsten püsten ciladan uzak, en yalın haliyle anlatabilmesi için, edebiyatçıların pek çoğunun yakınından bile geçmediği bir içtenlik eşiğinden atlamış olması lazım. Bravo Ali Türkan! Gecikmiş de olsa, BRAVO!
Sedef Türker - 2 Aralık 2008 (11:21)
Sedef Türker'in yazdıklarını ben de aynen tekrarlıyorum. Doğru söylemiş.
Metin Göz - 22 Nisan 2009 (20:07)
Ah be demeyin be! Yaklaşık 10-12 yazısını okudum şu dakkaya kadar, bu yazının altında öğrendim vefatını, inanmadım, başka yazıların altına da baktım gerçekten doğruymuş Coşkun Aktaş'ın yorumu.
Nasıl da keyiflenmiştim bunları okurken 4gbt hafıza kartı alayım dedim ve herkesin abisi bizim de abimiz Ali abinin yazılarını kaydedeyim açıp açıp okurum diye acaba yazılar 4gbt yi dolduracakmı? Yarım kalmış ki yazılar hayat gibi.
Behlül Samet Hacı - 13 Aralık 2009 (22:03)
Şimdi ben Ali Türkan'ın ölümüne mi üzüleyim, yoksa her yazısını okuduğumda ondan kalanlarla yetinmek durumunda olduğumu hatırlatan bencilliğime mi küfredeyim?
Hep böyle oluyor zaten, ölene mi ağlarım, yoksa artık ölenin benden eksilen olduğuna mı ağlarım? Giden gidiyor, ama gidenin boşluğu dolmuyor, hele geç bulup tez yitirmişsen o daha çok koyuyor.
Pınar Tezer - 1 Mart 2010 (12:26)
Ali Türkan neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.