Patronsuz Medya

Kısa tutulmuş futbol geyiği

Ali Türkan - 29 Nisan 2002  


Neden atlı polo oynamıyorum?

Boyunlarına asılı torbadaki yemi çiğneyecek mecâli yoktu çoğunun… Bizim okulun yakınlarında bir yerde, ölümü bekleyen beygirlerin toplanma alanı gibi bir yer vardı. Sur içinde kasaplık yapanlara satıldıkları ve oranın da Pazar gibi bir yer olduğu söylenirdi.

Ne kadar doğru bilmiyorum ama oradan geçerken, birbirinin ellerini kavramış ve sıkı pazarlık yapan adamlar gördüğüm olurdu. Sonra o adamlardan biri, canı çıkmış o beygirlerden birinin üstüne biner ve hayvancık uzun zamandır işe yaramamanın hırsıyla olsa gerek, hayatının en kral tırısına kalkardı.

Set üstü kahvede, dünya tarihinin yetiştirdiği en sıkı palavracılardan biri olan bir amca vardı… "Pelvan" tefrikalarından ve İngiliz Kemal kitaplarından arakladığı hikâyeleri, kendi başından geçmiş gibi anlatarak, özellikle köyden yeni gelmiş abiler arasında ufak bir hayran kitlesi yaratmıştı kendine.

Her konuda bir palavrası olurdu mutlaka. Sütçü beygirlerinin o hüzünlü son tırısına bakar ve "vay beee, amma yaşlanmış!" diye girizgâh yapardı palavrasına. Yakınlarda onun ne palavracı olduğunu bilmeyen saf biri varsa ve "kim?" diye sorarsa, "şu at; İngiltere kraliçesi 'sör' ünvanı vermişti bunun cokeyine" diye mavrasına başlar ve ata öyle bir şecere uydururdu ki, elin gariban sütçü beygiri, Bedevi prenslerinden birinin elmayla beslenen saf kan Arap atı olurdu.

Neyse, bu başka mevzu.

Eğer o atlar, o mezarlığa biraz daha genç yaşta gelmiş olsalardı, bizim çocuklar, birer atlı polo uzmanı olurlardı belki de.

Olmadı. Canı çıkmış atlarla spor yapma olanağımız olmadığından, kendimizi "amele sporuna", futbola verdik biz de. Önce naylon, sonra sünmüş plastik ve daha sonra, deri mi, bez mi olduğunu hâlâ bilmediğim ama "meşin" dediğimiz topların ardından koştuk. Duvarda top sektirdik; kızlar beğenir sazanlığıyla badi badi yürüdük; duran toplara "falso" vermeyi öğrendik ve mutlaka bir takım tuttuk. Ne işimize yarayacak bir sosyal statü sahibi olduk, ne de kızların hayran olacağı atletik yapılı bir bedenimiz oldu sayesinde ama biz bu sporu çok sevdik.

Futbol hakkında en az bilgi

Bir kere, geyiği de uygulaması kadar zevkli ender şeylerden biridir futbol. Sonra, dünyanın neresinde olursanız olun, işportacı takımıyla, trende yolculuk ettiklerinizle, sokaktaki bitirim takımıyla falan, söze başlamanın en güzel yolu, insanlığın asgari müştereğidir… Para falan da istemez. Üç saat "ka ka ka, ki ki ki" eğlenir, durduk yerde Portekizli kanka sahibi olursunuz. Arjantin'de sihirli söz, Diego Armando Maradona'dır meselâ… Hollanda'da en azından Ajax ve Kroyf yeter; İran'da Alidai adı, epey sempati toplamanıza yarar…

Futbol, amele sporudur, evet. Kollektif sevinçlerin sporudur. Bireysel keyiflere takılmış ve çok çok on kişilik masada geyik çevirmeyi öğrenmiş birine, yirmi bin kişinin aynı anda aynı şeyleri hissetmesini açıklamak çok zordur. Binlerce insanın birlikte yaşadığı sevinci, nefreti, hüznü, bunları yaşamamış birine anlatmak zordur. Onun için futbol, Salazar'ın üç "F" sinden biridir. Futbol, fiesta ve fado… İlk ikisine hastayım ve zararını görmedim; fado'nun ne olduğunu öğrenince, o konuda da fikir beyan ederim elbette. Ama önce, futbol topunu karpuz sanan arkadaşlara, bu banal spor hakkında asgari bilgi şeydeyim:

Efendim, fitbol, 22 kişinin dikdörtgen şeklindeki bir sahada, bir topun peşinden koşması ve topu rakip kaleye geçrimek için uğraşmasına verilen addır. Kuralları basit, seyri zevklidir. Evet, başlı başına bir endüstiri haline gelmiştir ve evet, meselâ Danimarka'da uyuşturucu kaçakçılığından hüküm yemiş mafya babaları, demir kaçakçılığından zengin olmuş aile çocukları falan kulüp başkanı olmuşlardır ve gene evet, işin içinde başka işler de dönmektedir… Dönemin iktidarları, diktatörler, bilumum karanlık tipler de futbolla hep içiçe olmuştur.

Biliyoruz yani, o kadar da saf değiliz. Herkes biliyor. Biliyor da, bu adamlar her yerde oldukları, parmakları her yere uzandığı halde, nedense en kolay bu spor suçlanıyor, diğerlerinin adı bile geçmiyor. Aynı karanlık tiplerin sponsırlık yaptığı sanat faaliyetlerine, futbolu bu bağlamda eleştirenler, övgüler düzüyor bir de…

Dediğim gibi; İstanbul'da atlı polo spor kulübü vardı da biz mi gitmedik? Daracık sokakta uygulayabileceğimiz tek spor futbol, aidiyet duygumuzu karşılayan tek "aktivite", taraftarlıktı. Şimdi bu sporun içine parmaklarını kurt şekline getiren tosunlar, tribünlerde tekbir getiren hırtlar, televoleler, fenerbaaze diyen garip yöneticiler sızdı diye, bana bunca keyif veren bir şeyden vazgeçecek değilim. Ve birileri bu sporu banal buluyor diye, tenisten, golftan anlarmış ve -utanmadan- hoşlanırmış gibi de yapmayacağım.

(Anna Kournikova ayrı mevzu; onun yüzünden tenisi sevebilirim meselâ. Ama bir zamanlar bir Martina Navratilova vardı ki… Neyse. Bu da ayrı mevzu.)

Türkiye'de futbol

Genellikle "fitbol" denir.

Bütün mevzu, üç takım arasında döner ve şampiyonluğu da aralarında paylaşırlar. Bu takımların en baba olanı, hiç kuşkusuz ve ben taraftarı olduğum için "Gassaray" şeklinde telafuz edilen Galatasaray takımıdır. Her ne kadar, Gassaray'ın ezeli rakibinin Fenerbahçe takımı olduğu söylense bile, Fenerbahçe'nin, özellikle Avrupa'da "adı neydi lan o takımın" gibi takımlara elenmesi yüzünden, Gassaray'ın ezeli rakibi Real Madrid olmuştur. Bunların dışında, "delikanlı adam renkli takım tutmaz" şiarına sarılmış, süresiz üçüncü sıfatına her bi hakkın lâyık, Beşiktaş takımı vardır. Ve "Üç Büyükler" denilen bu takımların üçü de İstanbul takımıdır.

Bunların dışında, yetmişli yıllarda fırtına gibi esip üst üste şampiyonluklar almış, İstanbul takımlarının saltanatını silkeleyip, uzun bir zaman "dördüncü büyük" sıfatını taşımış Trabzonspor vardır. Dönem dönem öne çıkan Bursa, Gaziantep, Gençlerbirliği (Ankara) gibi takımları da unutmamak gerekir. Ankara'nın bir diğer takımı da Ankaragücü denen takımdır ve Netekim Paşa'nın bir emriyle birinci ligde kalmaları, karizmalarını epey çizmiş, Gençlik parkı tarafında, "gecekondu" adı verilen tribün ahalisini yerle bir etmiştir. Paşa şefaati, gecekondu halkını bozar netekim.

Taraftar şeysi ve tezahürat

Bir sosyal sınıfın diğeri üstündeki tahakkümü, maalesef numaralı tribün ve kapalı tribün adı altında stadyumlarımızda da görülür. Sınıfsız, imtiyazsız bir millet düşü, stadyumlarımızda da fos çıkmıştır.

Ceplerinde tırnakla açılmış maltepe paketleri, çorapta "malbuş" tiryakiler; girişte alınmış ve sözünü ettiğim atların etinden yapılmış köfte ekmeklerle karınları şişmiş "sporseverler"; alna takımın renklerinden bir bant sarılmış; bayrak dertop edilip koltuk altına sıkıştırılmış; ses hâlâ bir hafta önceki maç yüzünden kısık; cıgara ağızda, eller cepte, omuzlar hafif kalkık, saatler öncesinden sıra beklenir…

Ve özellikle açık tribünde (ki, Ali Sami Yen'de "eski açık ve yeni açık" diye sınıflandırılmıştır) tezahürat saatler öncesinden başlar. Amaç "kapalıya" gaz vermek, oradakileri de harekete geçirmektir. Bu harekete geçirme de genellikle lâf sokma, iğneleme şeklinde olur. Ölmeye gidenlerin, daha "uygar" olanlarla gördüğü ufak bir hesaptır bu…

Üzerinde "die for you" veya gelinen semtin adının yazılı olduğu, meselâ "Soğuk Çeşmeli Fanatikler" şeklindeki pankartlar gerilir… Ufaktan ağız bozularak, ısınma turuna geçilir. (Bu mevzuyu uzatırsam 'vatan' hasretim şeydecek ve "ne günlerdi onlar beee!" moduna geçeceğim; bu yüzden kısa kesiyorum.)

Tezahürattaki çeşitlilik ve yaratıcılık konusunda, Türk futbol seyircisinin hakkını vermek gerekir. Sanırım dünyada benzeri az görülen bir yaratıcılık örneği sergilenmektedir bu konuda. Ve hiç kuşkusuz, Beşiktaş seyircisinin ağır bir yeri vardır yaratıcılık mevzuunda. Üst üste alınan başarısızlıklardan sonra futbolculara "milyarlık eşekler!" diye bağırmışlardır meselâ. Veya "en büyük taraftar - futbolcular sahtekâr!" harikası da onların başının altından çıkmıştır. Fakat hepsinin üstünde ve mutlaka tarihe geçecek bir şey yapmışlardır ki, futbola Bihruz Bey kıvamında yaklaşıp "çok küfür ediyorlar efeeem" diyenlerin dışındaki herkesi hayran bırakmıştır.

Önce, "futbolcular elele, hep beraber tribüne!" diye futbolcuları tribünlere çağırıp kendilerini selâmlayan sporcuları "hepiniz orospu çocuğusunuz!" diye gerisin geriye sahaya yollamışlardır.

Allah için, hepsi erkektir ve "erkek adam renkli takım tutmaz" sloganı da onların başının altından çıkmıştır.

Seyirciler arasında, bu işlere en meraklı olanlara ve kavgaya hemen dalmaya hazır tiplere "psikopat" denir ve en psikopat olan da en iyi taraftardır elbette… Psikopatlık konusunda Ankaragücü takımı taraftarlarının da "değerli" bir yeri vardır. "Şarabı da içeriz, esrarı da çekeriz; biz Ankaragüçlüyüz, ananızı…" şeklindeki sloganları ve Konyaspor maçı sırasında "Allahsız Konya, ibne Mevlana!" diye bağırmaları, hâlâ hafızalardadır.

Bir de maç boyunca sırtı sahaya dönük olarak maçı "izleyenler" vardır ki, bunlara "amigo" denir. En tanınmışları "Tecavüzcü Çoşkun" adıyla bilinen Çoşkun Göğen ve Karınca Ezmez Şevki'dir. Rahmetli Karınca Ezmez'e bu lakap, sarı kırmızı renklere boyadığı dolmuşu ile saatte 45 km'den fazla hız yapmaması yüzünden verilmiştir. Halvet olmadan önce, karısına Fenerbahçe forması giydirdiği rivayet olunur. Rahmetliyi, ölümünden önce bir kere görmüştüm. Efendiden, sesiz, sedasız bir adamdı… Çoşkun Göğen de çok sevdiği takımını bırakıp Antalya'ya taşındı ve sanırım Antalyaspor'un amigoluğunu yapıyor şimdi. Ayrıca Mustafa Denizli'ye uçarak kafa atan bir Beşiktaş amigosu da (bazı kesim arasında) epey sükse yapmıştı.

Spiiikır ne işe yarar?

Bilmiyorum.

Özellikle Türk televizyonlarında maç izlerken, sesini kapatmayı tercih ediyorum. En azından sinirlerim bozulmuyor. Meselâ, "evet sayın seyirciler…" ne demektir? Bi adam, neden böyle bir şey der? Hadi bi adam der ama neden hepsi söyler? Bilmiyorum.

Bunların dışında "muz orta, ellerini kullanmanın verdiği avantajla, topa yükseklik kazandırmak, ofsayttan doğan endirekt serbest vuruş (vallahi olmaz; bi vuruş ya serbesttir, ya endirekt), dokuz kusurlu hareket, kaçan yüzde yüz gol pozisyonu (yüzde yüzse niye kaçtı a hıyar?), fişmekân kaleyi düşündü, akıl dolu bir pas, bunlar sahalarımızda (veya tribünlerde) görmek istediğimiz hareketler sayın seyirciler ve yenildik ama ezilmedik" tarzı hiç değişmeyen geyikler vardır ki, bunları hatmeden ve yırtına yırtına maç anlatan herkes, spiker olabilir. Ayrıca bir eğitime, yeteneğe, birikime falana gerek yoktur.

Hagi'nin verdiği pasla Arif'in attığı golün, Hacı Arif Bey adını çağrıştırması gibi ucuzundan bir espri bile, hep aynı şeylerin tekrarlandığı maç anlatımında "orjinal" gibi görünebilir. Üstelik maçı anlatan mutlaka fanatik taraftardır ve gollerden sonra yırtınmasındaki desibel ölçüsünden, hangi takımı tuttuğu da kolayca anlaşılır.

Hele Galatasaray'ın galibiyetinden sonra "ağlamak istiyorum sayın seyirciler" diyen ama çoktan ağlamaya başlamış o spiker yüzünden, galibiyetten utandığım için, takımımın Avrupa şampiyonluğuna bile çomak sokulmuştu ve bunu hiç unutmayacağım.

Spikerleri böyle olan bir memlekette; aynı adamların ve futbol yazarlarının, küfür eden seyirciye neden böylesi tepki duyduklarını da hiç anlayabilmiş değilim. Üstelik o futbol yazarları ki, çoğu bir şekilde hâlâ o kulüple ilişki içinde, hatta doğrudan yönetimindedir ve utanmadan "tarafsız" olduklarını bile iddia eder, çekinmeden, köşelerinden reklam veya tetikçilik yaparlar. Mutlaka birilerinin adamı, hatta sesidirler. Çoğu, doğru dürüst yazmayı, Türkçe'yi bilmez ama ısrarla "spor yazarı" kalır. Bu meslek (birkaç örnek hariç) o kadar ayağa düşmüştür ki, bazı gazete yöneticilerinin şarkıcı, neo milliyetçi damatları bile, spor yazarı olur da diğerleriyle polemiğe bile girer. Düzey aynıdır nasıl olsa.

Düzey böyle olunca, futbolcuyken az kasaplık yapmamış, hakemken işine gelen her kasaplığa göz yummuş birileri, televizyonda maç yorumlar; tuvalet kâğıtlarından kale çizgisi yapıp hakem ipi çeker. Başka biri de on yıldır "tandem, adam eksiltme, bloklar arası bağlantı, skor avantajı, oyunu geride kabullenme, Hakan Şükür tipi çağdaş forvet, kontröllü oyun, v.s." gibi kavramlarla durumu idare eder, hatta Türk futboluna "alan daraltan yardımlaşmalı savunma kurgusu" gibi bir harikayı da armağan eder.

Çünkü (nasıl anlatsam?) fitbol, bütün kifayetsiz muhterislerin "taraftar" gazıyla "bir şey" olabildiği bir alandır. Ortalama seyircisinin ve okuyucusunun zekâ düzeyinin düşük olduğu varsayımından yola çıkılır. Kör alıcılara da topal satıcının yeterli olduğu düşünülür… "Ciddi" gazetelerin spor sayfalarında yapılan kulüp eyyamcılığına ve beynimizin izale edilmesine de "spor basını" denilir.

Bu "spor basını" yüzünden de çok sevdiğim bu spordan git gide soğumaya başladım. Yıllardır aynı şeyleri yazıp aynı şeyleri söyledikleri halde, hâlâ orada olmalarını da sanırım biraz kaz kafalı olduğumdan, anlayamıyorum.

Galatasaray'ın şampiyonluğu ve üçüncü yıldız kutlu olsun. Ama futboldan bu safraları ayıklayamadıktan sonra, kırk yıldız takılsa ne olur?

"1 Ekim 1905'de mektebin beşinci sınıfında edebiyat öğretmenimiz merhum Mehmet Ata Bey'in dersi esnasında, birkaç arkadaş başbaşa vererek, Galatasaray'da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik."

Oynatalım Uğur'cuğum! Pilottan verelim.

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

319
Derkenar'da     Google'da   ARA