Patronsuz Medya

Yazı nasıl yazılır?

Ali Türkan - 1 Ekim 2001, Berlin  


Üstüne afiyet, gene işsiz kaldım. Bu sefer "suç" bende sanırım. İşsiz kalmak, ille işe yaramamak değil tabii. Evde ufak tefek tamir işlerini yapıyor, çocuklara istediğim gibi zaman ayırıyor, onları okula yolladıktan sonra da bilgisayarın başına oturuyorum.

(Sahi, sonunda bilgisayarıma, kitaplarıma, notlarıma kavuştum.)

Bu sabah da öyle yaptım. Saat şu anda tam 07:33. Masamda iki sayfa duruyor. Ahkâm keseceğim konuları liste halinde not ettiğim iki sayfa. Başlıklar halinde alt alta sıraladığım kimi gazete, kitap okurken, televizyon seyrederken, kimi sokakta yürürken, sırt üstü yatıp dalga geçerken, ya da öylesine kafama takılan şeyler.

Başlıklardan biri Rafine Zevk. Neden yazmışım acaba? Yani hangi olay bunu yazmama neden olmuş, hatırlamıyorum. Ama başka bir yere bir şeyler not etmiştim o konuda.

(15 dakikalık bir aramadan sonra)

Buldum. Tarih 24 Ağustos 2001. Şunları yazmışım: "Son yıllarda moda olan "rafine zevkler" mevzuuyla da ilgisi yok bunun. Herifler rafine zevk adıyla ne kadar paralı olduklarını göstermek istiyorlar yalnızca. Su Evian, soda Pellegrino, mobilyada Toskana stili (ki modası geçti, benden söylemesi), araba 60'lı yıllardan kalma Volvo, giysilerde Don Corleone havası. Basar parayı alır ve 'ayyy ne zevkli adam' olursun."

Diğer bir başlık da, Ön Sevişme ve Neskafe.

Bunu neden yazdığımı hatırlıyorum. Özel mevzu. Ama bir karar aldım. Beni "kahve içmeye" çağırıp neskafe ikram eden hatunlarla hemen mevzua gireceğim. Sen hem kadın dergilerine sayfalar dolusu mektuplar yollayıp erkeklerin "şıpınişi" olmasından yakın, hem de kahve taklidinin üstüne sıcak suyu boca edip nefis körlet.

Tabi yalnızca böyle "hafif" konulara takılmıyor insanın kafası. Konu başlıklarının arasında Heidegger var mesela. Hem bu herifin hakkında sayfalar dolusu not da almışım uzun zamandır. Varoluşçu mu? Faşist mi? Faşist, faşist. Azıcık da varoluşçu. Ama bu konularda fikir beyan etmek de Berlinli bir taksi şoförüne düşmez. Bu işi yapan ağır abiler var yeteri kadar.

Bak şimdi, durduk yerde bir başlık daha ekledik notların arasına: Devlet Memuru Devrimci Sanatçı. Şimdi bu abilerden biri hem TRT'ye senaryolar yazıyor, hem de ne biçim marksist ya, ona galat. Bu da Yeşilçam koşullanması sanırım. Hani pavyonda namusuyla çalışan "esas kız" gibi bir şey. Yalnızca bedeninin muayyen kısımları (ki, erbabı onların hangi kısımlar olduğunu bilir) yıkmaya çalıştığı düzenin emrinde; ruhu cillop gibi.

Gene hafif olmayan başka bir konu da, şu malum çeviri konusu. Hani konunun uzmanı olmayanların yaptıkları çevirilere, konuyu bilmedikleri için, meselâ "brüt sosyal gelir" türünden hilkat garibi kavramlar yaratmalarına, yabancı dil kadar Türkçe'yi de bilmemelerine falan alıştık ama çeviri yaparken bir de tahrifat yapmaları iyice canımı sıkmaya başladı. Elimde "eski tüfek" bir ağabeyimizin eşinin çevirdiği bir kitap var. Marx'ın bir kitabı. Abimiz, herhalde "durduk yerde Türkiye İşçi Sınıfını Marx'a düşman etmeyelim" diye düşünmüş olacak ki, Marx'ın Türkler hakkında yazdığı birkaç paragrafı çevirme gereği duymamış. Adamcağız, barbar halklara örnek verirken, diğerlerinin yanında Türkler'i de sıralıyor ama bu da kitaba girmemiş nedense. Kemalist devrimci tipinden, devlet memuru devrimciden sonra, bir de milli konularda aşırı hassas devrimci olduğunu öğrenmiş bulunuyorum böylece.

"Milli konularda aşırı hassas" deyince aklıma geldi. 7 Aralık (2001) tarihli Hürriyet gazetesinde, Emin Çölaşan'ın futbolla ilgili bir yazısı var. Bu sporu seven herkesin çerçeveletip, evinin baş köşesine asması gereken bir yazı bu. Ben en çok "Sahada "Avrupalı" gibi top oynayanlar, iş hakeme itiraza gelince nasıl böyle "bilinçsiz vahşi" oluyorlar?" kısmını tuttum. İşte bu kadar basit her şey. İnsan ya Avrupalı'dır, ya da bilinçsiz vahşi.

Yapmayın çocuklar, turiste ayıp oluyor.

* * *

Buraya kadar yazdıklarımdan sonra, kendiliğinden yeni bir yazı konusu çıkıyor ortaya. Bunca yıldır Berlin'de yaşayan, üstelik bu ülkenin dilini çok az insanın bildiği kadar, argosuyla birlikte bilen, bu kentin her köşesini hatmetmiş bir adamın, hâlâ Türkiye ile uğraşmasının altında yatan nedenler nelerdir mesela? Yazacak şey yok mudur Berlin ve Almanlar hakkında? "Şehir" neden bırakmaz insanı?

Oysa metro kültürü hakkında bir şeyler yazabilirim. Sabahın köründe tam karşında oturan insanların meymenetsiz suratları, moda deyimle negatif enerjileri, onların yüzlerine bakmamak için geliştirilen "ayakkabıdan kişilik tahlili" oyunu, endüstri toplumunun acımasızlığı, insanların yalnızlığı, yaklaşan Noel bayramı, kusturmaya başlayan "Jingle Bells" şarkısı, daha bana özel Noel baba dövme isteği. Dünyada bu kadar edepsizlik, hayasızlık, kıyım, ölüm varken, o herifin kan damlayan yanakları, yüzündeki mutluluk ifadesi.

Yok, Almanya'yı yazmayacağım bugün. Yeteri kadar depresif değilim sanırım. Almanya'yı yazmak, harman kalanların göğüslerine faça atması gibi bir şey benim için; son çare yani. Hani dişin çok ağırır da, başka bir yerini acıtıp o ağrıyı örtmek için kafanı duvarlara vurursun ya, öyle bir şey.

2000 yılının Eylül ayında, Sultan Ahmet'te muhabbet ettiğim o sokak itini yazabilirim bugün. Hem sarhoştum, hem de bozuk çalıyordum o gece. Kapıyı çarpıp taaa oraya kadar yürümüştüm. Nereden yürüdüğümün önemi yok; onun yanı olmayan her yer "taaa orasıydı" o zamanlar. Yorulunca bir banka oturdum. O it de geldi. Gecenin bir vakti beni seçmişti dost olarak. Birkaç metre ötede durup şöyle bir yokladı ne yapacağımı. Çağırdım, sokuldu. Hem de ne sokulma; çenesini bacağımın üstüne koydu. Buydu işte. Kimbilir kaç kişiden sopa yemişti sokaklarda, ne biçim itilip kakılmıştı ama sesini sertleştirmeyen birine çenesini dayıyordu hemen. Hamileydi zilli. Kucağıma aldım, o da sırt üstü yatıverdi. Hem anlattım, hem karnını kaşıdım. Dinledi çaresiz.

Böyle tatlı tatlı muhabbet ederken, yüksek sesle küfür eden iki bitirim geçti yanımızdan. Belâ arıyordum zaten, sert sert baktım. Dedim ya bitirim, "pardon abi yengeyi görmedim" diye yerleştirdi hemen. Ne öfke kaldı, ne hüzün. "Yok be birader, bende üç çocuk, onda altı tane, sonumuz yok bizim" diye kontratağa kalktım. İçmeye gidiyorlarmış, benim hamile iti yüzüstü bırakıp onlara takıldım. Yahu biz insanlar ne kötüyüz be! Hep duymak istediğimiz sözleri ediyoruz başkalarına. Karnımız kaşınsın diye kaşıyor, ısınmak için sokuluyoruz. Daha iyi kaşıyan, daha iyi ısıtan birine yamanınca da, yallaaaah!

Şimdi buradan don lastiği gibi çeker de çekerim bu konuyu ama bugün oralı değilim. Notlarım arasında kafama takılanlara şöyle bir dokundum işte. Sabah keyfi gibi bir şey oldu benim için. "Yazı nasıl yazılır?" diye ukalâlık yapacaktım, en azından nasıl yazılmayacağını anlatabildim sanırım.

Böyle yazılmaz işte.

Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öper, sual edenlere bahusus selâm ederim.

Yorumlar

Yılmaz Özdil gibi yazı yazabilir miyim diye deneme yaptım, bakın bakalım olmuş mu?

Derkenar okurlarının hoşgörüsüne sığınarak;

Yazarlık falan
Yoruyor aslında…
Ikınıyorum, sıkınıyorum…
I ıhh…
Olmuyor, yazamıyorum…

Ama olsun…
Okuyan var, hasta oluyorlar bana…
Bir ölçek milliyetçilik, iki pınçık Atatürk…
Biraz nefret biraz alaycılık…
Ucundan İzmir, iktidara saldır…
İşte sana amiral battı yazısı…

Ohh…

Gelsin paralar…
Şeriat falan…
Postal falan…
Demagoji falan…
Kurnazlık falan…
Vicdan yalan…

Erdem Abaka - 3 Aralık 2009 (12:03)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

536
Derkenar'da     Google'da   ARA