Patronsuz Medya

Sesi güzeldi

Ali Türkan - 25 ocak 2007  


"Babam Allah'la konuşurdu" dedi.

Biliyordum. O da bildiğimi biliyordu. Gülümsedim yalnızca. Hüzünlenmeye başlamıştı, farkındaydım. Ne zaman babasıyla başlasa, bi şeylere fena takmış demekti. Kalkıp Müslüm Gürses'ten İstanbul Sokakları'nı açtım. Evde epey kanserojen şarkı vardı nasıl olsa ve nasıl olsa, o şarkıları isteyecekti birazdan. Çay bardağındaki tekilaya bakıp "fena değilmiş" dedi. Şarkıyı da kastetmişti aynı zamanda.

Başka içki yoktu evde. Almanya'dan getirdiğim bir şişe tekila, biraz da anlamı kalmamış bir acıbadem likörü. "Siktir et, içelim!" dedim ama konuşmak için yanıyordu, biliyorum. Az konuşurdu ve yalnız benimle konuşurdu bazı şeyleri.

Kırk yıldır tanıyorduk birbirimizi. Kaç kere kopmuş, uzaklaşmıştık ama ne zaman buralara gelsem, ilk aradığım o olurdu. En yakınlarının, karısının, sevgilisinin bile bilmediği her şeyi bilirdim hayatındaki. Çapkındır da eşş'oğlusu! Kendi tanımıyla, "bi halta benzemez ama ağzı lâf yapan" bir adamdır. Ben, arada doğru bi şeyler söyleyebilme umuduyla pasa konuşurken, o iki cümleyle benim saatlerce konuşup anlatmayı beceremediğim şeyleri özetleyiverir. Severim. Sevilmez mi? "Allah'la konuşurdu" dediği babasının duvarda gördüğü beyaz fareleri birlikte kovaladık kaç kere. Na şu kadar veletlerdik o zaman. Meyhane dönüşü aynı yerde, aynı taşa takılıp düşerdi adam geceleri ve biz toplardık parçalarını.

Çocukluk, delikanlılık arkadaşım… Bir keresinde, "bizim semtin mafya babası bozuntusumsu bir şeyi"nin kız kardeşine yeşillenmişti de, hayatımızın en unutulmaz dayaklarından birini yemiştik kızın dokuz ağabeyinden. Burnunun yamukluğu ve kaşındaki yarık o günden kalmadır. Buna muştayla çakmışlardı, benim yüzümü tekmelemişlerdi yalnızca. Kanka kontenjanından ara dayağı yemiştim bi güzel. Sopayı yedikten sonra sürünerek yanıma gelmiş "öldün mü lan!" diye sormuştu. Ben de o meşhur fıkraya galat "başımı bir çevirebilsem, sorcam sana!" demiştim. Hâlâ kulaklarımda o gün attığı kahkaha. Kahkaha da değil, bir garip çınlamaydı çıkardığı, kırılmış dişlerinin arasından. Sonra da bayılmıştı zaten. Ben de bayılmıştım ya, erkekliğe krem sürmemek için söylememiştim bunu.

- Biliyor musun, o gün ben de bayıldım.

- "Hangi gün?"

- "Hani sopa yemiştik ya birlikte."

- "Hangisi?"

- "Parktaki be! Neydi o kızın adı?"

- "Ha biliyorum."

- "Bok biliyorsun!"

- "Valla biliyorum oğlum! Söylediler."

- "Ee, niye sözünü etmedin hiç?"

Cevap yerine pis pis sırıttı yalnızca. Mizah anlayışına senin! Kıvranıp duruyordu, bi piçlik yapacaktı gene.

- "Söyle", dedim, "içinde kalmasın."

- "Babama söylemişler bayıldığını."

- "Kim söylemiş?"

- "Kimle konuşurdu harman kalınca, hatırlasana! Güvenilir kaynak oğlum."

Ben de sırıttım. "İyi adamdı Selim amca" falan diyecektim ama doğru olmazdı ki. O da yemezdi zaten. Pis herifin tekiydi babası. Her gece içip içip eve gelir, karısının, çocuklarının ağzını burnunu kırardı.

Arada içmeye tövbe edip evde oturunca da daha çekilmez olurdu. Altı ay kadar ağzına içki koymazdı ama daha ilk hafta, duvarda fareler görmeye, Allah'la konuşmaya veya birden yerinden kalkıp, Kıble ne tarafta bakmadan, namaz kılmaya başlardı. Tam "Kıblesini şaşırmış" denen cinstendi.

Sanki ne düşündüğümü biliyormuş gibi…

- "Sesi güzeldi ama", dedi.

Dayanamayıp bastım kahkahayı. O da güldü. Yalnız ikimizin bildiği ve yıllardır yaptığımız bir şakaydı bu.

İlkokuldayken, "babanızı neden sevdiğinizi yazın" diyerek kompozisyon ödevi vermişti öğretmen. Yan yana otururduk okulda. Uzanıp kâğıdına baktığımda, iki kelime vardı yalnızca: "Sesi güzel."

Öldür Allah, başka bir şey yazamamıştı. Fırça yemesin diye "eve ekmek getirir" gibisinden bir şeyler eklemiştim defterini alıp. İkimiz de karnenin sol tarafı baştan aşağı pekiyi, sağ tarafı da orta olan öğrencilerdendik. Aynı anda bitlenir, berbere birlikte giderdik saçları kazıtmaya. Sonra da gazyağını basarlardı kafamıza.

Aynı Kemâlettin Tuğcu romanlarıyla büyürdük işte. Elimize geçen her şeyi okurduk. Ben Marmeladov'u severdim, o Raskolnikof'u ama ikimiz de Sonja'ya hastaydık. En çok da mavi damarlı beyaz bileklerine o asil ruhlu orospunun.

Kalkıp sobanın küllerini eşeledi biraz; sonra kaseti değiştirdi, bir türkü kaseti koydu. Tekilaları çakıp "ölürüm sevdiğim zehirim sensin / evvelim sen oldun ahirim sensin" kısmını birlikte söyledik. Olmuyordu böyle tekilayla. Alışmamış kıçta don durmuyordu.

- "Rakı alalım mı?"

- "Alalım!"

Bendeki para yetmiyordu. O da çıkarttı cebindekileri. Onun İstanbul'a dönüş parasını ayırdık. Bir büyük alırdık işte. Tekila, likör karıştırdık mı, keşkül gibi olurduk sabaha doğru.

Giyindik.

Bayat ekmekleri büyükçe bir yoğurt kabına koyup, biraz patates yemeğinin suyundan, biraz da süt döktüm üstüne. "Cimrilik yapma lan!" deyip, dolaptaki peyniri de koydu.

- "Kahvaltıya zeytin yersin o zaman", dedim.

- "Yemediğimiz şey sanki. Bizi hovardalık batırdı oğlum!"

Çıktık, bir ayaz! İliğim dondu hemen. Köpeklerin mamasını verene kadar parmaklarımı oynatamayacak hâle gelivermiştim. Gene de, köpeklerle boğuştuk bir süre. Ben daha çok başlarını okşadım da o alt alta - üst üste yuvarlandı yerde. Bütün sürü havlamaya başladı. Bu da onlarla birlikte… Kucağındaki itin kulağını da ısırdı.

- "Bırak lan hayvanı, deve!" dedim.

Sırıtarak kalktı ayağa.

- "Avrupa bozmuş seni be! Yapmadığın şey sanki."

- "Bozdu anasını satayım! Kimi bozmuyor ki? Buradakileri bile bozuyor."

- "Vay, sosyal içerik ha!"

- "Asktirr lan!"

Kakara kikiri gittik bakkala kadar. Bakkalın kafasını, ton balığının kaç ton çektiği konusunda sütlaç gibi karıştırıp eve döndük gene. Kaseti değiştirip onun deyimiyle, "Müzeyyen gibi bir şey", bir Bülent Ersoy kaseti koyduk.

Alışkanlıkla, "bu çarkı döndüreni s.kelim!" deyip tokuşturduk kadehleri. Bu sefer ben sırıttım.

- "Ne var?"

- "Peynir…"

- "Git al köpeklerin midesinden, cimri herif."

- "Yok be, bir de kavun olacaktı yanına."

- "Fava da seversin sen."

- "Sevmem mi? Olmuşken, deniz börülcesi de olacak!"

- "Ben, sıcak midye dolması isterim baba! Şööle tereyağında kızarmış kalamar…"

- "Ortaya da bi salata yaptırcan!"

- "Ekmekleri de kızartsınlar anasını satayım! Parasıyla değil mi?"

- "Kalk patatesi ısıtalım."

- "Tamam lan, yanına da zeytin yaptık mı…"

- "Bitmiştir mesele. Zaten bu patates acayip bi şey; ne niyetine yersen o oluyor."

- "Muz değil miydi o?"

- "Muzdu. O zaman, patatesi muz niyetine yiyelim önce."

Bak, canım çekti şimdi. Midye çıkarırdık eskiden. Öyle, teneke üstünde pişeni en lezzetlisi olur. İyi yüzerdi bu hergele. Dünyanın her yerinde, mahalle çocuklarını yüzmelerinden tanır insan. Sudan sağ el yukarda, bir havalı çıkışı vardır kenar mahalle çocuklarının. Belki, her yazı deniz kenarında geçiren zengin çocuklarına ve onların "mektepli" yüzüşüne karşı uyarlanmış bir gösteriş şeklidir bu ama Brezilyalı bir serseride de görünce şaşırmıştım doğrusu.

Şu mayo ama her şeyden önce çıplaklık, güzel şeydir. Bir sınıfın diğeri üstündeki gösteriş tahakkümünü kaldırır ortadan. Kulacına güvenen, borazancı başı olur.

Saray Burnu'ndan suya atlar, avucunun içiyle "pat, pat!" diye sesler çıkartıp atardı kulaçlarını akıntıya karşı. "Hep akıntıya karşı yüzdün" gibisinden berbat ve ucuz bir felsefe yapacaktım az daha. Demek, tekila ve rakı karışımı, iyi bi şey değilmiş; toparlandım. Kalkıp kaseti değiştirdim gene. O da gözlerini kocaman açmış, bana bakıyordu. Nedenini ben de bilmiyorum ama gözlerimi kaçırıp…

- "Kızın nasıl?" diye sordum.

Birden kayboldu. Nereye gitmişti bu oğlan? Şimdi buradaydı be! Yalnızca bir kâğıt duruyordu az önce uzandığı yerde. Açtım kâğıdı. İki satır bir şey:

Ben beceremiyorum bu hayatı. İkimiz de pek tanıyamadık babalarımızı. Bir gün, büyüdüğünde, kızıma nasıl bir adam olduğumu sen anlat lütfen.

Kalkıp acı badem likörünü açtım. Teypte Kazancı Bedih, "Garip Bir Kuştu Gönlüm" türküsünü söylüyor, saçma sapan bir kasabada sabah oluyor.

Yorumlar

Gözlerim doldu okurken. Oysa ki duyguları doğuştan bağışlanmış biri sanır herkes beni. Ama söz konusu deli gibi bir tat veren dostluklar ve de babaysa… Ölüyorum… Ötesi yok

Asia - 19 Haziran 2008 (12:19)

Tanrım çok güzel yazıyorsunuz ağabey, klasiklerin çoğunu okudum bu yüzden yeni çıkan kitaplara yöneldim, fakat uzun zamandır şöyle gerçekten sevdiğim içimde hoş duygular uyandıran bir kitaba rastlamadım. Sizi daha bugün keşfettim, daha önce tanısaydım keşke, eski bir arkadaşı görmüş gibi duygulandım sevindim. Öyle esrik durumdayım ki anlatamam. Bu güzel makale ve hikayeleri yazdığınız için sonsuz teşekkür ederim. Acaba basılmış hiç kitabınız var mı, varsa beni bilgilendirirseniz çok sevinirim…

Uğur Kaya - 4 Eylül 2008 (23:05)

Sevgili Uğur, bu övgülerinizi keşke okuyabilseydi ama Ali Türkan artık hayatta değil. Basılmış bir kitabı da ne yazık ki henüz yok.

Dumur Abi - 5 Eylül 2008 (12:45)

Ali TÜRKAN yazılarına bende kapıldım, ama ne yazıkki artık yazmayacak, ilk okunduğu anda kendine çeken sihirli yazılarını artık okuyamıyoruz. Ancak bir şey sormak istiyorum değerli Derkenar, acaba Ali TÜRKAN yazıları kitap haline getirilemez mi? Ben şahsen kitaplığımda görmek isterim.

Ümit Bulut - 8 Eylül 2008 (22:42)

Ama olmadı ki şimdi sevgili Ali TÜRKAN, hikâyeyi en güzel yerinde bitirmişsin. Hikayelerinle bizleri alıp çok uzaklara götürüyorsun ve orada bırakmasını çok iyi biliyorsun, kendimize gelebilmek için yarım saatimiz geçiyor. Mekanın cennet olsun.

Ahmet Duranlı - 9 Ekim 2012 (17:45)

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

166
Derkenar'da     Google'da   ARA