Patronsuz Medya

Sessizlik Suikastı

Ali Türkan ve necdet - 22-23 Ocak 2002  


Bunların derdi medya eleştirisi falan değil

Merhaba Necdet…

"Deksiotera Tis Deksias" adında bir Yunan filmi izlemiştim yıllar önce. Yunanistan'daki faşizmi CIA'ya bağlayan bir filmdi. Film önemli değil ama adı kalmış aklımda. "Sağcılardan daha sağda" gibi bir anlamı var.

Çok şaşıran bir adamım. Meselâ çocukların bir oyuncağı olur, diyelim ki bezden bir maymun, taklalar atar falan, ööle bakar kalırım. Ama birisi Çevik Bir ve İlhan Selçuk'un "ilişkisinden" söz edince, kirpiğim oynamıyor. Her şey eşyanın tabiatına uygun yani. Mutlaka "Atatürkçülük" gibi bir asgarî müşterekleri vardır. Neler yapılmaz ki bu vatan uğruna?

Öfkeni o kadar iyi anlamaya başladım ki. Adının bir solukta bir takım zevatla birlikte anılması, eğer bu zevat bunlardan oluşuyorsa, fena koyar insana.

Bak, medya etiği siteleri, bilmem neler…

Emin Çölaşan yellense, Ertuğrul Özkök hacet giderse haber oluyor ama DKM'deki olaylar hakkında, yorumdan vazgeçtim, tek satır haber yok. Meselâ Jurnal Net'te bile, "Arsan ve Duran DKM'den ayrıldı" gibi bir haber çıkmadı. Bağışla, belki fesat bir adamım ama bunların derdi "başarısızlık" gibi geliyor bana. Şahısları ısırıp kısa yoldan isim yapma. Kartvizite göre muamele. "Eleştirdiğin" ne kadar tanınmışsa, adının bir yerlerde duyulma olasılığı da o kadar yüksek.

Dediğim gibi, belki de çok fesat bir adamım ama gazeteci denilen insanların büyük çoğunluğunu meslek ilkelerinin, insanlara haber vermenin ilgilendirdiğine inanmıyorum. Birbirlerinin yazdıklarını okuyup sürekli "benim hakkımda ne çıkmış" tribinde yığınla cıfıtlıktan başka bir şey de üretmiyor çoğu. Yoksa aynı katta çalıştıkları meslakdaşlarına, köşelerinden niye cevap yetiştirsinler ki? Kapıyı açar kalaylar.

Pek anlatamıyorum derdimi. Bir örnekle anlatayım. Sitede çıkan yazılarını, Hürriyet ya da Cumhuriyet gazetelerinde yazmış olsaydın, gündemi bile değiştirirdin Türkiye'de. Sözlerin bomba gibi düşerdi aleme. Şimdi, adet yerini bulsun diye "çok şaşırtıcı" mealinde birkaç tebrik mail'i almışsındır en fazla. Totem ve Tabu yazın Hürriyet'te yayımlansaydı meselâ, şöyle başlıklar olurdu sanırım. "Yazar mı okur için, okur mu yazar için" tabii spotta da "Necdet Şen, Hürriyet'teki köşesinde…" diye devam eder, "bu sözler önümüzdeki günlerde çok dartışılacak." diye de noktalanırdı.

Gene anlatamadım. Anlattıklarımı senin bildiğini biliyorum ama rahatlamam gerek abiciğim. Çoğu oynuyor ibnelerin. Hah! Bu işte anlatmak istediğim. Oyunları, bi köşe kapana kadar sürecek.

Gene de yanıldığımı gösterirsen bana, belki biraz rahatlarım.

Bundan sonra şahıs adı koymayacağım yazdıklarıma. Çünkü "ötekilere" söverken, "bizimkilerden" emin değilim. Her sokak kavgasına karışan bir adam için en zoru da bu sanırım.

(Küçük kızım Ayşe geldi şimdi yanıma. Büyüyünce yazar ya da marangoz olacakmış. Keşke marangöz olsa. Yaptığı işin ne işe yaradığını bilir.)

Ben anlamam bu işlerden. Bu kadar karışıklık da yoruyor beni.

Ağzımı fazla bozmadan bitireyim.

Ali - 22 Ocak

Necdet diyor ki: Vay sen misin sübyancılık konusunu kurcalayan!

Bizim Ali, merhaba…

Ben de büyüyünce marangoz olmayı arzuluyorum.

Valla şaka değil, hayallerimi süsleyen bir zanaat marangozluk.

Adı bile peygamberliği çağrıştırıyor bana. Düşünsene, hangi köşe pezevengi yüz yıl sonra bile hayranlık uyandırabilecek bir tavan süslemesi yapmayı becerebilir?

Senin taa Berlin'den sezgilerinle ve zekânla keşfettiğin şu gerçeği saçlarını gazete koridorlarında ağartmış sürüyle dangalak hiç fark edemeden geçip gidiyor bu dünyadan. İzleri bile kalmıyor. En fazla Gazeteciler Cemiyeti'nin en yaşlı üyeleri hatırlıyor yılda bir kez.

Meseleyi benim bir türlü beceremediğim bir kıvraklıkta açıkladın. Hani şu Ertuğrul Özkök'e takmış götler var ya, bilseler ki günün birinde onun odasına yerleşme fırsatını ele geçirecekler, Fatih Ürek'in sahurda gizlice yediklerine öğle yemeğinde, kasaba meydanında fit olurlar.

İnsanları en çok azgınlaştıran, kör nefisleri ve kendi arzuladıkları şeylere kendilerinden daha yüzsüz birilerinin daha evvel çöreklenmiş olması.

Bugünlerde o çirkin çekik gözlü köşe bilgiçi kadını ve kel kocasını -"sübyancılık serbest olmalı" falan dedikleri için- hep birlikte aynı nedenle linç edecekler.

Çünkü o iki sersem, büyük bir patavatsızlık yapıp, herkesin arzuladığı, ama maçası sıktığı için itiraf.com'a bile itiraf edemediği şeyin adını koydular. Kendi iplerini çektiler böylece.

Neden sübyancılar linç edilir adliye önlerinde, hemi de sokakta ve zindanda?

Çünkü her namus bekçisi, aslında gizli bir sübyancıdır.

Neden hırsızlar lânetlenir?

Çünkü imrendiğimiz, ama cezalandırılma korkusuyla uzanıp alamadığımız şeyleri ellerini uzatıp alabilecek cesarete sahiptirler.

Vaktiyle (20 yıl evvel) benzer nedenden dolayı Çetin Alp'i dövmek gelirdi içimden.

Suna Yıldızoğlu da ne kadındı o zamanlar ama! Değil Çetin Alp, Cemal Kamacı'yı bile döverdim 20 yıl önce onun için.

Şimdi dövmem. Uslandım: -)

Necdet - 23 Ocak

* * *

Suna Yıldızoğlu

Şu Suna Yıldızoğlu'nun sırrını çözemedim bi türlü. Hayatta iki kadına çatır çatır girişmek istedim; biri Suna Yıldızoğlu, öteki Silvia Kristel. (Bir de bi puştun karısı vardı ama ona "giriştim", kıymeti kalmadı yani.)

Kızımın marangoz olmayı istemesi tesadüf değil tabii. Taksicilikten her yakınışımda, "keşke marangoz olabilseydim" derim. Hatta kareli kâğıtlara mobilya resimleri yaparım sıkıldıkça.

Peygamberliği çağrıştırması da doğal. Zaten İsa da marangozdu. (Hoş, yaşadığı bile şüpheli ya. Geçen yıl çok yoğun bir tartışma vardı bu konuda ve her iki taraf da ilâhiyâtçılardan oluşuyordu.)

Aslında bu mektuba, bana bunca zaman sonra Suna Yıldızoğlu'nu hatırlattığından olsa gerek, "karı muhabbeti" yapmak niyetiyle başlamıştım ama maço hikâyeleri tekst düzeyinde olmuyor.

Bugün de serdim işi. Bu yorgunluk ve bu bezginlik sürerse, yakında nasıl olsa on sekiz ay şap yiyeceğim. Kökten çözüm anasını satayım. En çok korktuğum, sülâlenin bütün erkeklerinin altmış yaşından sonra çocuğu olmuş. Soya çekmişsem ayvayı yedim.

Sırasıyla önce çocukları, sonra annelerini uyuttum. Kürt Memet gene nöbette.

Bunları (karı, kız mevzuu değil de diğerlerini) konuştukça, bir şeylere inanmak gitgide daha zor oluyor benim için. Aklıma gelen tek yöntem de eline tüfengi alıp dağlara çıkmak oluyor. En azından böyle sessiz sedasız değil, vuruşa vuruşa geri çekilir insan. Aklıma da "haydaman da haydamaaan, şu dağlarda geyik kalmadı!" türküsü geliyor.

Bu gece Correy Harris dinliyorum.

Benim babam var ya benim babam!

Babamı anlatmadım sana pek. İlginç herifti. Ben onun kadar farklı özellikleri olan bir adama daha rastlamadım.

En bitiriminden İstanbul delikanlısı, oturur Alevî dedeleriyle çatır çatır saz çalar. Evde bir Hohner armonikası var, B.B. King'den blues döktürür onunla, annemi denize sokmaz ama birlikte dans yarışmalarına katılırlar…

Mesleği berberlik, bahşiş verenin "ulan sen bana bahşiş verecek adam mısın!" diye kulağını keser.

İlkokulu zor bitirmiş ama çatır çatır İngilizce, Grekçe, İtalyanca konuşur. Allah'a inanmaz, gece yarısı cami açtırıp turistleri zorla Müslüman yapar.

Görünürde bir işi yok, altında şevrole nova, esrarı tabakadan kırar.

Bir gelir, kont gibi. Bira iki buçuk lira, elli lira verir "üstü kalsın", hem de on kere. Kafayı bulunca bardak yer. Sırtındaki deve tüyü paltoyu garibanlara verir. Aradan iki hafta geçer, bi ortadan kaybolur, karlı havada naylon terliklerle eve gelir. Sigara alacak parası yok.

Sürekli vukuat. Nereye gitse sevilir, saygı görür.

Bunlar benim gördüklerim. Bir de anlatılanlar var. Efsane olmuş bir adam. Sopa attıkları dahil kimse kötü konuşmaz hakkında. Ortak kanı: Rahmetli dünyanın en iyi adamıydı.

Hay ben senin baba gibi!: -) Tanıyamadım ki doğru dürüst. Herkes, "iyi ki tanımadın, ya o seni öldürürdü, ya sen onu." der.

Müthiş severdi beni. "Hayatta becerebildiğim tek düzgün iş, senin varlığın" demişti bir keresinde. On yaşında falandım her halde. Ama çok kötü sopa atardı. Didişmeye de o zaman başlamıştık daha. Pişmiş soğan yemezdim meselâ. Duvardan duvara vurmuş, yedirememişti yahniyi. Yorulup bırakınca da suratına dik dik bakarak ve domuzuna sırf soğanları yemiştim.

Herifi roman kahramanı yapsan kimse inanmaz.

Biraz meyhane muhabbeti gibi oldu. Yalnızlık zor zanaat.

Şimdi öteki mail geldi. Daha bakmadım siteye. Bi bakayım, şeyderim.

Neticeten…

Yalçın Küçük'ün kitaplarından birinde bi şey okumuştum. O da Marx'dan araklamış, "killing by bilmem ne" diye bir şey sokmuş siyasî terminolojiye. Yalçın Küçük de "sessizlik suikastı" olarak çevirmiş. Hangi ciltte olduğunu bir türlü bulamadığım için, babaya güvenmek zorundayım.

Bazı adamları sessizlikle öldürüyorlar. Konspirasyon bu abiciğim. Ne mal olduklarını ortaya çıkaracak her yazı, her adam gözardı ediliyor.

Ali - 23 Ocak

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

177
Derkenar'da     Google'da   ARA