Patronsuz Medya

Evlenilecek Site

Ahmet Faruk Yağcı - 10 Temmuz 2009  


Elim tuşlara korka korka giderek yazdığım elektronik postayı tamamlamış, imlâ kurallarını birçok kez gözden geçirerek yazdığım mektubumla, bir nevi canlı organizma gibi algıladığım bu sitenin gözüne girmeye çalışmıştım. Kendisi de dikkatli ve ısrarlı bir Derkenar okuyucusu olan ustam vermişti ilk gazı, ben de Derkenar yazarı olacaktım.

Aslında önceleri bazı yazıların altında yorumlarım yayınlanmıştı. Bu siteye yorum yazıyorsam pekalâ yazı da yazabilirdim.

Uzatmayayım, bütün resmiyet ve nezaketimle, kibirli de olmadan, ama fazlaca alttan da almadan, normal şartlarda "abi ben de bir şeyler yazıyorum, bak şunlara da beğenirsen söyle," cümlesiyle ifade edilebilecek ana fikri bir sahifede sündüre sündüre anlattım.

Ertesi gün Büdütör'den cevap geldi: "Yazıların güzel, yarın gel işe başla…"

Sevindim tabiatıyla. Tamam, itiraf ediyorum, uzun zamandır takibimde olan Derkenar'da yazıyor olmak fikri keyiften havalara zıplattı. Kalkıp harmandalı oynadım.

Başladım yazmaya. Ve tabii internet vasıtası ile iletişim halinde bulunduğum ahaliye de haber verdim. "Dostlar, ben artık şurada yazıyorum, çok meşgul falanım artık, ilâveten de şan şöhret basamaklarına üçer beşer tırmanmaya başladım, ona göre…" dedim. Kimileri iştiyak ile destekledi, kimileri yarım ağızla aferinledi. Ustam; "Ben sana demiştim, sen çok kral yazıyorsun!" diyerek daha da havalara soktu.

Her yeni yazı girdiğimde, başta aile fertleri olmak üzere, adres listemdekilere bildirdim. Derkenar'ı her ziyaret edişimde de önce Yazarlar butonunu tıklayıp kendi ismimi buldum ve yazılarımın kaç tane olduğuna bakıp gururlandım. Hele de çok satan bir gazetede aşk meşk ve hissiyat yazıları yazan sakallı bir abi köşesinde Derkenar'a link verince pek bir mutlu oldum.

Her yazar gibi ben de yazılarımın altında kayda değer yorumlar görmek isterim. Fakat, bazı arkadaşlarım "Sizin site çok ciddi oğlum, ben korkarım oraya yorum yazmaya," şeklinde tepki verdiklerinde bir parça şaşırdım. Bana pek de böyle gelmiyordu -ki en azından neşesi dışına taşan birisi olarak benim orada olmam durumu kurtarmalıydı. Yine de içten içe hak vermedim değil. Zira yazarken ben de gergin oluyordum.

Büdütör ile önce elektronik posta, sonra telefon marifeti ile ve nihayet yüzyüze sohbetler yapma imkânı bulduk. Her defasında "Yok yavu, o kadar da tırsılacak biri değilmiş," diyen iç konuşmalarım oldu.

Peki, gelelim sorumuza: Ben bu siteye yazarken, yahut eski yazılarımdan birisini elden geçirip bu tarafa naklederken neden bu kadar helecan yapıyorum? Ülkede interneti kullanmaya başlayan ilk kişilerden birisi olarak yüzlerce yazı yazıp neşretmişim, mail gruplarında sabahlara kadar çata çat tartışma mailleri yazmışım, ülkenin köşe yazarlarının onlarcasına tepki ya da katkı yazıları döşenmişim, böyle gerilmemişim.

Bu sorunun cevabını da yine Büdütör ile konuşurken buldum.

Derkenar gayet terbiyeli, kültürlü ve formel bir sitedir. Kırıtmaz, yağ yakmaz, cilve yapmaz, fettan bakışları ile sizi yoldan çıkarmaz. İhtiyaç hasıl olduğu kadar konuşur. Sesini yükseltip cır cır etmez. Şuh kahkahalar atmaz. Saçlarını Farrah Fawcett gibi aslan yelesi yapmaz. Bir fön bir maşa, hepsi o kadar. Kılığına kıyafetine dikkat eder. Mini etek giyse bile otururken dizlerini birleştirip öyle oturur. Elin adamına frikik vermez. İmkânlarını ölçülü kullanır, israf etmez. Yoksulu korur. Apartmanda gürültü yapmaz. Alt katlardaki komşuların tepesine kilim paspas silkelemez. Kediseverdir. Kapı önlerine, bahçeye falan içi su dolu yoğurt kapları bırakır.

Yukarıdaki cümleler ile tanımladığımız Derkenar evlâdımız, eğlenilecek değil, evlenilecek bir sitedir. Lâkin böylesi ideal bir "hayat arkadaşı" namzetinin karşısında da kolay kolay rahat olunamıyor. Oturuşuna kalkışına dikkat edeceksin. Sözün sohbetin edepli olacak. Meramını hüsnü ifade ile anlatacaksın. Hırsın aklının ötesine geçmeyecek.

Ortalık eğlenilecek kız ve oğlanlarla doluyken bile evlenilecek niteliklere sahip bir insan bulmak ne kadar zorsa, şunca kuru gürültü arasında Derkenar gibi site bulmak da o kadar zor. İnsanların çoğunluğu eğlence derdinde iken ve hafifmeşrep sitelerde fink atarken buraya destursuz yaklaşılamaması pek şaşırtıcı değil.

Ve sevgili kardeşlerim, buranın nabzı -yazılardan da çok- yorumlarda atmaktadır. Yıllar önce yazılmış bir yazıya bile yorum yaptığınızda o gün sağ sütunda bu yazı gözükmekte, sizin inayetinizle okumayanlara okuma, okuyanlara tekrar gözden geçirme fırsatı sunmaktadır.

Ben derim ki, imlâ ve ifade berraklığını hafife almamak kaydı ile mutlaka fikirlerinizi yazın. Yazın ki karşı yamaçlardan yankısı gelsin. Fikirlerinizi Derkenar bostanında filizlendirin. Bu sayede öğrendiklerinizin çokluğuna ileride siz de şaşıracaksınız.

İç dökme ile başlayan ve nasihat ile nihayetlenen yazımızın zülfüyare dokunmadan derdini anlatmış olmasını ümid ederim.

Tövbe tövbee… "Nedir bu güven eksikliği be oğlum," diyorum şu an kendi kendime. "Kazık kadar adam olmuşsun, hâlâ zülfüyarden bahsediyorsun."

Yorumlar

Kadim zamanların ruhuna en uygun uğraş olsa gerek: İşini, severek ve saygı duyarak yapmak. İnsan kendini, ürettiklerini ve hayata kattıklarını neden tartmaz? Yaşamın dara'sını düşürmemekle incelikler edineceğimizi mi sanıyoruz? Telaşı olanların kaygıları ile kuruluyor soluk alınacak alanlar. Kıyısından geçiyoruz günün, ayların, mevsimlerin… İzi olmayanların bedbahtlığı şaşırtmasın bizi. Matbuat, onların vızırtıları ile dolu.

Gökhan Akçiçek - 12 Temmuz 2009 (11:19)

Bugünlerde benim de kafamı tam bu konu meşgul ediyordu. Son dönemde, yayınlanan yazıların, kimsenin itirazı olamayacak, insanî değerleri ön plana çıkaran birkaç konu etrafında döndüğünü fark ettim. Çoğu yazıyı okuduktan sonra, hayata karşı daha iyimser duygulara kapılıyorum ve "bak işte böyle insanlar da var, demek ki ümidi kesmemek lâzım" diyorum. S. Balkuv ve A.F. Yağcı favorilerim, onu da söylemeden geçmeyeyim.

Fakat bu durum, verimli ve öğretici olabilecek tartışma ve yorumları engelliyor bana göre. Bu "evlenilecek site" (daha iyi ifade edilemezdi) olma halinin, sitenin enerjisini aşağı çektiğini düşünüyorum.

Galiba, çok güzel bir ahenk yakalandı, herkes bunu bozmaktan çekiniyor. Farklı fikirler ve tartışma yaratacak konulardan özellikle uzak duruluyor. Belli ki bu sitenin, serin, ferah, itiş kakıştan, politikadan uzak, havadar, nefes alınacak bir alan olarak korunması üzerine sessiz bir mutabakat var.

Kendi kendime dedim ki; sen yaz o zaman ne şikâyet ediyorsun, bakalım ne tepki gelecek? Sonra fark ettim ki, herkes inci sakızından, karıncalardan, kedilerden filân bahsederken, meselâ Başbuğ paşaya girişmek pek yakışıksız olacak, mahallenin şirreti olacağım bir tür. Sanki, sema ayinin ortasına, çamurlu botlarla dalmak gibi, münasebetsizlik, edep bilmeme hali olacak, o yüzden uzak durmayı tercih ettiğimi fark ettim.

Fakat, suya sabuna dokunmamanın bu derecesi, kirlenmenin ta kendisi değil mi?

Elif Vural - 12 Temmuz 2009 (16:16)

Bu "suya sabuna dokunmama" ifadesine bayıldım. Kurutup defterimin arasında saklamayı düşünüyorum.

Suna Tanaltay - 13 Temmuz 2009 (08:19)

Öncelikle Büdütör'ün "ana akım fosseptiğinin gözünden ve gönlünden bin ışık yılı uzak olmak" cümlesini çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Bu ana akım denen illet -ki ben de dizlerime kadar içerisindeyim, gerçekten bir lâğım. Ne kadar uzak kalırsanız o kadar doğru duruşa ve isabetli teşhise sahip oluyorsunuz.

Suya sabuna dokunma konusunda konuşursak, burada suya sabuna dokunmanın dik alâsı var. Usulünce, kırmadan, yarmadan yapılınca belki dikkat çekici olmuyor. Açık oturum kakofonisinde olan heyecan düzeyi elbette yakalanamıyor ama öğrenilecek şey her zaman daha fazla oluyor. Ve cumhuriyet tarihinin en suya sabuna dokunan yazılarından birisi bu sitede yayınlandı. Köy ve Cumhuriyet yazısını tekraren okuduğunuzda bunu derinden hissedeceksiniz.

Son olarak Elif Hanım'a: İlk yazınızın altındaki yorumlara bir bakın. Hangi medyada bunca düzgün ifadenin, karşısındakini kırmamayı esas alarak ve fakat hiç de söyleyeceğinden geri durmadan yer aldığını görebilirsiniz?

Derkenar'ın özelliği bence burada. Aslında suya sabuna dokunuyor, bir güzel temizleniyorsunuz. Ancak keseleme olayına girmeden yapıldığı için canınız yanmıyor. Deriniz yüzülmüyor.

Ahmet Faruk Yağcı - 13 Temmuz 2009 (14:37)

Artık eskisi gibi saat saat olmasa da Derkenar'ı ilk zamanlarından beri takip ediyorum. Bir ara yazılarım dahi mevcuttu. Sonra ben biraz yok olmak zorunda kaldım, yazılarım da yok oldu. Mektubum duruyor ama halen, ne mutlu bana:-)

Her şey gibi burası da evriliyor. Farklı isimler, farklı konular, değişen zamanlar buranın ruhunu elbette değiştirecek, değiştiriyor.

Önceden renk cümbüşü gibi gördüğüm Derkenar'da bazı renkler ne yazık ki yok oldu gibime geliyor. Bazen kendimi Taraf gazetesi okur gibi hissediyorum. Evet suya ve sabuna dokunuluyor ancak hep aynı açıyla aynı noktalara dokunuluyor gibi hissediyorum.

Tabii ki öyle ya da böyle burası hem zarf hem mazruf olarak güzide, örnek bir yer ve öyle de kalacak. Yıllardır okuyor olmanın verdiği benimseme duygusuyla düşüncelerimi ifade ettim.

Önemli olan algılayan-algılanan ilişkisi ve bu ilişkinin ne hissettireceği, neye evrileceği kestirilemez olsa da galip ihtimal 'saygı' hep olacak.

Hatam olduysa affola.

Çağrı Coşkun - 13 Temmuz 2009 (18:58)

Derkenar'ı arada bir okuyorum. Elif Hanım'ın da dediği gibi, aynı düşünceler farklı üsluplarla dile getiriliyor. Aykırı düşünceleri olanlar bu "düşünce birliğini" görüp, fikir belirtmek yerine sadece izliyor olabilirler. Bu durum bana bu sitede okuduğum bir yazıyı hatırlattı; İlhan Abi'nin Cumhuriyeti

Hayata! - 13 Temmuz 2009 (19:14)

Sanıyorum sitenin şahısa ait bir site olduğu sürekli unutuluyor. Bu yoldan hareketle, kişisel tercihlerin ve yakınlaşmaların yeğlendiği belirli bir tarz söz konusu. Her ne kadar derginin son zaman yazılarının keyfiyeti suya sabuna dokunmuyorsa da, öylesi de bir yaşam biçimi.

Bu arada bahsi geçen tatil rehavetindeki milletin hangisi olduğunu merak ettim. Tatil ve bizim millet yan yanalığı, benim ortalama algıma integral problemlerinden zorlu geldi. Şahsi kanaatim yaz tatilinin çoğu bünye için, akşam iş dönüşü (eğer bir iş bulunabildiyse) iki ayağın sokulduğu naylon leğendeki su ile kısıtlı olduğu yönünde. Gerçi o mübarek leğenlerde ne kâğıttan gemiler yüzer ama, kese olayına girdikten sonrasının ehli keyfiden göz gözü pek seçilmiyor.

Galatasaray Hamamı Tellâkı - 13 Temmuz 2009 (20:10)

Dilâ Öğer nerede? Lâfın tam burasında ben bu Dilâ Öğer'den zehir zemberek bir yorumlar beklemekteyim ki yaman beklemekteyim.

Tahir Kemal - 13 Temmuz 2009 (20:52)

Derkenar'da "farklı görüşlere yer verilmediğini" düşünen arkadaşlarımıza bir sorum olacak: Bu "farklı" görüşlerinizi Derkenar'da ifade etmek istediniz de engel mi olundu? Ya da acaba "bunların hepsi aynı kafada, aykırı bir şeyler yazarsam her yandan saldırırlar" gibi bir önyargı mı söz konusu?

Benim görebildiğim kadarıyla bu sitede cemaatleşmeye karşı ciddi bir hassasiyet ve mesafe var. Yazarlarının da birbirlerini tanıdıklarından bile şüpheliyim. Şunca zamandır takip ettiğim halde şu ana kadar "Derkenar yazarları buluşuyor, pilav günü, döner günü" gibi bir duyuruya rastlamadım.

Necmi Ziya - 13 Temmuz 2009 (23:10)

Egosantrizm bir şeytan ayeti değildir. "İkra!" (oku) emri bahşedilen her Adem oğlu ve kızının rahmani bileşkesidir. Muhtaç olunan dik durabilme becerisinin damarlardaki ilk mevcudiyetidir. Farklı telden çalmayı sevenlere: Hem okuyan hem yazan hem de kafası basan homosapiens yolculuğunun, otobüs ücretidir. Bakmayın kitaplarda önce söz vardı dendiğine, önce ego vardı. Olmasaydı bu yaz rehavetinde değil okumak, asıl yazmak başa belâydı.

Her kim ki kendindeki de dahil olmak üzere, benlik coğrafyası üzerinde vuku bulan hareketlenmeleri (düşünme fantezisi gibi astronomik zihinsel bir lüksten değil, doğanın yedek parçalandırmadığı mecburi tekamül istikametinden bahsediyorum) porno egodan sayar, baca temizliğine yeltenir, ak kaşık sütlimanlığı yapar, hırçınlık sevgisizlik terbiyesizlik vb gibi izafi mineralleri avlama dedektörüne asılarak yaşar, okuyucusunu aslını ve dahi yolunu şaşar ise, çok hakiki bir biçimde kan dolaşımını bozuyor demektir.

Budur kavununu koklatmayan okuyucunun manifestosu.

Aforozeforuzede - 14 Temmuz 2009 (13:19)

Sayın Aforozeforuzede, affınıza sığınarak yazdığınız yorumun tek kelimesini bile anlamadığımı itiraf etmek zorundayım. Amacınız derin fikirlerinizi anlatmaksa da, bacak arasından lâf geçirmekse de, çabanız boşa gitmiş. Arapça dua gibi, melodik -ama anlaşılmaz lâf kalabalığı. Yazık emeğinize. Keşke Türkçe yazsaydınız. O kadar ıkındığınıza değerdi hiç değilse.

Zihni Kalın - 15 Temmuz 2009 (11:42)

Bence mesaj gayet açık: Manavdan aldığı kavun kelek çıkan bilinçli bir tüketicinin isyanı bu. Anladığım kadarıyla manav bir otobüs yolculuğu mesafesinde, EGO'dan falan bahsedildiğine göre olay Ankara'da geçiyor olmalı.

Yalçın Şahin - 15 Temmuz 2009 (14:12)

Sayın Kalın, moralinizi bozmayın. Söz konusu probleminiz eğer doğuştan değilse, alın yazınız olmak zorunda da değildir. Hayata yeni şanslar tanıyın. Ayrıca siz her yazılanın tercümanı dekoderi rayting ölçüm aleti olmak zorunda değilsiniz. Muhatabı olmak zorunda bile değilsiniz. Kendinizi kasmayın. Yorumlara doktora tezi muamelesi de yapmayın. Bu sizi görücü psikolojisinden kurtaracak, tarafınıza maddî manevî ekonomi kazandıracaktır.

Gerçi benim size naçizane tavsiyem, bir metinle karşılaşma durumunda yolunuzu değiştirmeniz yönünde olacaktır ama karşılaşma kaçınılmazsa, metnin ne dediğini hele ki derinliğini bacak aralarında değil, daha yukarılarda arayın. Bu tür vakalardaki derinlik, ima ettiğiniz nahiyelerdeki derinlik ile aynı anlama gelmediği gibi, uzaktan yakından tanışıklık göstermez. Her olan biteni ıkınma kıvamında anlamaya yatkınlığınız (eğer bu sizin özel tercihiniz değilse) yanlış yerde yanlış şeyi arıyor oluşunuzun sonucu olabilir. Büyük geçmiş olsun. Acil şifalar dilerim.

Aforozeforuzede - 15 Temmuz 2009 (18:23)

Teşekkür ederim sayın Afurtafurzade, ikinci yorumunuzdan sonra rahatsızlığım büyük ölçüde geçti, şimdi daha iyiyim. Kısmen de olsa anlayabileceğim dilde yazabildiğinizi görmek umut verici. Yanılmış olmayı dilerim ama gözünüzü kan bürümüş gibi bir haliniz var. Eğer öyleyse iyi doğramalar. Şu kıt aklımla bile savaş kabiliyetinizin gayet yüksek olduğunu algıladım, sizden korktum. Umarım sizinle cenk edecek birilerini bulamayınca akrep gibi kendinizi sokmaya kalkmazsınız.

Zihni Kalın - 15 Temmuz 2009 (23:07)

Afarozeforuzede kardeşimizin birinci ve ikinci metinlerine bende de bir türlü yakin hasıl olamadı. Aha yakaladım derken bakıyorum yine anlayamamışım. Özellikle birinci yazının ilk iki cümlesi ömrümü yedi bitirdi. "Rahmani bileşke" olayını çözersem kendimi çok mutlu addedeceğim. Topa girmeden duramadım.

Ahmet Faruk Yağcı - 15 Temmuz 2009 (23:32)

Sayın Kalın, sizin ölçeğinizde biri için bu denli ince saptamalar gerçekten hayranlık uyandırıyor. Hayvanlar alemi hakkındaki bilgileriniz ise takdire şayan. Keşke fobileriniz kadar hobileriniz de gelişkin olsaydı, memleketin sizinkinin değerinde zekâlara ihtiyacı var. Ben sizden korkmadım ama sizinle Hubble uydusu aracılığıyla naklen yakınlaşmayı da pek heyecan verici bulmadım. Kişisel bir şey değil. Gönülsüzlüğümün sizinle ilgisi yok. Yalnızca bu türden endoskopik ilişkilere güvenmiyor, insanların birbirlerinin ruhsal özelliklerini ağır çileli yollardan öğrendikleri atadan kalma usullere kendimi daha yakın hissediyorum. Aklınızın kıt olduğuna da katiyetle katılmıyorum. Tam tersine aşırı tevazu ve cesaret sahibi olduğunuzu düşünüyorum. Korkularınıza rağmen yürekliliğinizi, yanlışlarınıza rağmen aşırı güveninizi saygıdeğer buluyorum. Ama keşke savaşma takıntınız Don Kişot'unki ile bu denli akraba özellikler taşımasaydı. O zaman kan ihtiyacınızı belki bir yel değirmeni ile giderebilirdiniz. Bir de rica etsem siz de benim gibi yorumlardan ziyade yazılara, okuyuculardan çok yazarlara, zarftan fazla mazrufa odaklanabilir misiniz? Kendinize bu yönde vereceğiniz yeni bir ayar, kısmen değil tamamen iyileşmenize yarar. Eğer siz tamamen iyileşirseniz, önce beni, sonrasında ise boşa harcadığımız bunca su ve sabun sarfiyatının sona ermesini sabırla bekleyen tüm site sakinlerini, büyük bir sıkıntıdan kurtarırsınız. Çünkü eminim Derkenar, Derkenar olalı böyle zulüm görmedi.

Aforozeforuzede - 16 Temmuz 2009 (03:16)

Derkenar'a katkıda bulunanların kendince bir üslubu ve hayat görüşü var. Tüm bunlar bir araya gelince kendine has bir doku oluşuyor. Ben genel anlamda bu atmosferden memnunum. Fakat bu mozaiğin zenginleşmesini elbette arzu ederim.

Meselâ bir konuda uzmanlığı olan kişilerin bilgilerini deneyimlerini ile damıtarak oluşturacakları yazıları okumak isterdim Derkenar'da. Örneğin Masonluk deneyimi geçirmiş bir yazardan sadece illuminati örgütünün tarihçesini değil, onun yanında Masonlar arasındaki "al gülüm, ver gülüm" hesaplarını da dinlemek isterdim. Zurnanın zırt dediği yer orası çünkü, öteki bilgiler Wikipedia'da mevcut zaten.

Zamanında şöhret olmuş, az veya çok gündemde kalmış sonra bu uğultudan başı ağrıyıp inzivaya çekilmiş sanatçıların da bir merhaba demesini isterdim.

Gelen her yazıyı ne olduğuna bakmadan yayınlayan siteler bir hafta geçmeden çamura döner ve hiç okuru kalmaz her halde. Yani, bir siteyi sevilesi yapmak için yazıları elbette bir ayıklama işlemine tabi tutmak lâzım.

Fakat bu sitedeki mevcut eleme, ayıklama mekanizmasının neticesinde oluşan atmosfer yüzünden donanımlı olduğuna inanan yazarların kendilerini "Müslüman mahallesinde salyangoz satıyor" gibi hissetmelerini de yersiz bir kuruntu olarak görüyorum.

Söyleyecek sözü olan fakat yeterince donanımlı olmadığını veya Derkenar'a lâyık olmadığını düşünenlere de yok yere endişelenmemelerini tavsiye ederim. Merak etmeyin, bu sitede yazan birçok kişi ile aynı hamurdansınız, kulübe hoş geldiniz.

Seyit Balkuv - 16 Temmuz 2009 (11:42)

Pek muhterem Aforizmazede (yanlış yazdıysam mazur görün. Malûm anlayış kıt, tahta kalın.).

İkinci yorumunuzda geçen "görücü psikolojisi" terimini bir zahmet açıklayabilir misiniz? Nedir bu, yeni bir Psikoloji ekolü falan mı acaba?

Ayrıca "maddî, manevî ekonomi" kısmının "manevî" kısmını pek kavrayamadım. Acaba, üfürük, dua, muska falan gibi şeylerde dönen bir ekonomi de mi var bizim bilmediğimiz.

Lutfedip bizleri irşad ederseniz, bahtiyar oluruz.

Deruni hörmetler.

Kâmuran Kızlak - 16 Temmuz 2009 (14:24)

Sayın Yağcı, EGO hakkında yazdıklarıma insana yakışır medenî bir üslupla tavır alan ilk kişisiniz. Anlamadığınız, aynı fikirde olmadığınız ya da büsbütün karşı çıktığınız düşünceler ile aranıza mesafe koyarken kullanmayı tercih ettiğiniz dil ve anlamadığını sorabilme kalenderliğiniz ile az rastlanır bir örnek oluşturdunuz, size teşekkür ediyorum.

İnsanın ego gibi en karmaşık karanlık içsel varlık probleminin, her zaman ve her şartta dışarıdan fotograflanabilecek denli hızlı ucuz metotlarla görüntülenemeyeceğini, bu tür tarife sınıflandırmaya hatta aforoz etmeye varan girişimlerin, ilişkiler adına tehlikeler yaratabileceğini, velhasıl iyi niyet de taşımadıklarını düşünüyorum. İnsan davranışlarını hele ki ruhunu çözmeye yönelik her çabanın daha ciddi daha tarafsız çalışmaların veya tartışmaların işi olduğunu, her önümüze gelene EGO sopası çıkarmanın iletişim kurmanın yolu olmadığını savunuyorum.

Ben varlığın yaratıldığına, maymundan evrildiğimiz fikrinden daha fazla meyilliyim. Tarihsel döngü üzerinde maymunun maddî manevî evrimleşme sürecini izlemenin yanında, yaradılışın ayrıntıları ile daha çok ilgiliyim. Eğer bir yaradılış varsa, bir yaratan da vardır ve O'nun yaratabilmesi için bir gün bir yerlerde mutlaka BEN demiş olması gerekir diye düşünmekteyim. Latincede ego, Arapçada nefs dediğimiz ben kavramını bu sebeple rahmani bulup, O'ndan geldiğine inananların (maymundan değil) O'nun BEN'inden, EGO'sundan, NEFS'inden parçalar taşıdığını da idrak etmeleri gerektiğine inanmaktayım. Sorunuzu ancak bu kadar yanıtlayabilirim.

Aforozeforuzede - 16 Temmuz 2009 (16:31)

Sayın Balkuv, 'mozaik' gibi günümüz Türkçesinde pek çok kişinin kullanmaktan çekindiği ya da telâffuz etmeyi aklına getiremediği bir kelime ile 'tahammül' konusuna dikkat çekebildiğinizi umuyorum. Dilerim ki, insanın her türlü şartta tarafsızlığını koruma zarafetiyle ödüllendirilmiş bir varlık olduğunu, sayenizde yeniden hatırlamışızdır.

Aforozeforuzede - 16 Temmuz 2009 (16:32)

Şimdiye kadar okuduğum yazılarınızdan bayağı farklı bir yazı okudum bu sefer, eh ne demişler "hal böyle olunca yorumlar da haliyle değişik ve sıra dışı" olmuş…

İnanın yazınız kadar yapılan yorumlar da çok ilgimi çektiğinden hepsini tek tek okudum ama farklı söylemlerle de yapılmış olsa anlatılmak istenen ana fikir aynı diye düşündüm…

Her zaman yorumlarımda da yazdığım gibi tasvir yeteneğiniz gerçekten olağanüstü sevgili doktor'cum, ayrıca her ne kadar şaka ile karışık esprili bir dille aksini de yazsanız kendinize olan özgüveniniz tam ve kişiliğiniz çok kuvvetli, sırası gelmişken ne mutlu sizi tanımak şansına erişen bizlere lâfını etmeden de geçemeyeceğim doğrusu.

Benim de çok kullandığım bir sözü yazınızda görmek beni daha da mutlu etti, " hırsınız aklınızın önüne geçmesin" derim ben de her zaman, bu o kadar güzel ama bir o kadar da özlü ve anlamı öyle geniş bir sözcüktür ki…

Yüzünüzden tebessüm, kalbinizden sevgi ve huzur, ellerinizden şifa, kaleminizden ise güzel ve hoş yazılarınız eksik olmasın hiç bir zaman:)

İclal Arpınar - 5 Ağustos 2009 (16:30)

Yazının başlığı celbedince dikkatimi, açtım yazıyı. (Zaten altında A.F. Yağcı imzasını gördüğüm her yazı dikkatimi çeker o ayrı.) Yazıyı ve bu yazıya yapılan yorumları okurken kendimi aşina bir duygunun içinde buldum.

Mahallemizde boş bir arazi vardı ve mahallenin adamları gençleri hafta sonları orada futbol oynarlardı. Babam ve o sıralar liseye giden amcamlar da dedemin kendilerine verdiği işten kaçarak (buna, 'arazi' olmak derlerdi) oraya futbol oynamaya giderler, dedem de her defasında beni göndererek onları çağırtırdı.

Babamlar, "dedem sizi çağrıyor" dememe hiç kulak asmaz ama beni de dedem yeniden çağırtmasın diye maçları bitene kadar eve bırakmazlardı. Çimlerin üstüne oturur, öylece onları seyrederdim, arada bir de gazoz almaya gönderirlerdi.

Yüzlerine bakardım, koşmaktan kıpkırmızı olurlar ve soluk soluğa konuşurlardı. Birbirlerine anlamadığım terimlerle sürekli itiraz ederlerdi.

İşte kendimi tıpkı o zamanki gibi hissettim. Yalnız bu sefer konuşulanları anlamış ama, kendimi gazoz almaya gönderilen ufaklık gibi hissetmekten alamamıştım. O zaman avazımın çıktığı kadar bağırsam da, beni görene kadar duymazlardı.

Burda her yazılanın bir yankı bulduğunu görünce, A. F. Yağcı'dan cesareti de alınca hissettiklerimi paylaşmak istedim. İsterseniz size de gazoz alıp gelirim, ama ben gelene kadar konuşmak yok, ki bi şey kaçırmayayım:)

Zeynep Sultan Özden - 3 Kasım 2009 (01:13)

Sayın doktorumun burada yazdığını duyunca hızlı takipçileri arasına girdiğim bu site, evliliğin tek kişiyle sınırlı kaldığı kalın çizgiyi ortadan kaldırıp, ince ve hassas bir noktadan ibaret çok eşliliği de kaldırabiliyor olmasını ispatlamasındandır… Biliyorum, girizgâh olarak karmaşık ve uzun bir cümle oldu. Doktorumun yazılarını değil, öteki yazıları da şiddetle okuyanlardanım. Ayrıca blog'umda da 'patronsuz medya derkenar' diye takip edilesice sitelerin başında geliyor. Eğer 'ben de entel dantelim'demek isteyen varsa, sitedeki tüm yazıları okumakla başlasın, daha sonra da yazılanlar hakkında yorumlarını teker teker yazsın. Bulunamayacak bir hazine zira burası… Sevgilerle…

İrfan Atasoy - 23 Ocak 2011 (01:59)

Merhabalar. Sanki biraz abartmışsınız gibime geldi, zira bu sitede çok argo kullanımı gözlemliyorum argo sever birisiyle evlenirsek şayet sinirler zamanla gevşeyebilir benden söylemesi.

Bir Garip - 4 Ağustos 2011 (14:35)

Bir arkadaşımın ısrarlı tavsiyeleri sonucunda bu siteyi ziyaret ettim, bu yazının başlığı ilgimi çekti okudum fakat ben de yazılan yorumları ve yazıyı abartılı buldum. Bu yazılanlar bana biraz entel görünme çabası gibi geldi, inşallah yanılıyorumdur. Bir de "aman canım şekerim" diyaloğu havası uyandırdı bende. Herkes birbirini yağlayıp yıkamış gibi sanki.

Yurdagül Kebapçı - 3 Nisan 2013 (20:33)

Sayın Kebapçı, bendeniz derginin nispeten kıdemsizlerindenim. Bu nedenle umarım haddimi aşmadan bir kaç şey söylemek isterim.

Okumaya yeni başladığınızı buyurduğunuz bu derginin, öyle bir yazı ve altındaki yorumları okuyunca hakkında karar verebileceğiniz bir dergi olmadığını söyleyerek söze başlayacağım.

Şöyle söyleyeyim: Bu dergiyi 2009'dan beri takip ediyorum. Henüz "Artık tamam! Yazılanların alayını kıraat ettim, ne var ne yok biliyorum!" diyebilmiş değilim.

Bu yazının yazarının tüm yazılarını okudum ben. Evet tamamını. Hem de bir kaç defa. "Entel görünme çabası" ve "abartılı" tanımlamaları için acele etmişsiniz sevgili okuyucu.

Biraz daha okuyunuz efenim, biraz daha…

Herkesin birbirini yıkayıp yağlaması konusuna gelince, "aman dikkat!" diyorum.

Okumaya devam edin efenim, okumaya devam edin!

Bu dergi bir derya! Hoş geldiniz. Bazen sakin, sessiz bir denizdir burası; bazen fırtınalar, rüzgârlar, dalgalar ortalığı birbirine katar.

Gördüğünüz gibi yazarları eleştirmek de serbest, övmek de. Elbette yorumcular da hazırlıklı olmalılar diye düşünüyorum.

Bir bakmışınız sizi de yağlayıp yıkamışlar.

Bir de bakmışsınız…

Mustafa Muammer Elöz - 3 Nisan 2013 (21:33)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

95
Derkenar'da     Google'da   ARA