Patronsuz Medya

Kent Dönüşürken

Ahmet Faruk Yağcı - 18 Kasım 2012  


Sur içinde kadim mahallelerden birinde hayatımın ilk seneleri geçti. Çocuk gözlerimin doymayan bir açlıkla gördüğü her şeyi kayda aldığı yıllar. Zor yıllar. Süleyman Demirel'in yarı kapalı patlak gözleri ile Tercüman gazetesinin ilk sayfasından bize baktığı, siyah fötr salladığı, barajlar kralı adını aldığı seneler. İsmet İnönü hayatta, babam onu sevmiyor, evde Menderes'e yazık edildiği konuşuluyor. Demokrat aileden geldik ya mecburen Demirelciyiz. İstanbul belediye başkanı Fahri Atabey o yıllarda.

Mahalleler inşaat alanı. Boş arsalar sırayla apartman doluyor. Mahallenin çocukları yapılan işleri takip etmekten çok zevk alıyor. Amele mangası bir arsanın başında belirince anlıyoruz inşaata başlanacağını. Kazma kürekle temel kazılıyor. Bazen bir kaya parçası çıkıyor, o zaman bir alet getiriyorlar motosikletten daha gürültülü. Kayayı kırıyor. Temel toprağını götürmeye damperli bir kamyon geliyor. Bildiğin kürekle kamyona toprak atılıyor. Aynı kamyon kum getiriyor, çimento getiriyor. Kumu arkasına tahta dayayarak 60 derece açı ile koydukları bir eleğe kürekle atarak eliyorlar. Sonra harç karılıyor. Temel çukuruna yerleştirilen demirler üzerine el arabası marifeti ile dökülüyor. Bir gün boyunca süren bu işten sonra temel atılmış oluyor. Köşelerinden demir filizler fışkıran bir beton. Bir hafta süre ile sulanıyor. Çatlamadan sertleşip donuyor. Üzerine çimentolu şerbet döküyorlar. Sağlamlaşıyor.

Belli bir bekleme süresi sonunda demir filizleri başka demirlerle bağlanıp etrafına kalıplar çakılıyor. Taban için de demirlerden bir ağ yapılıp altına tahtalar çakılıp hazırlanıyor. Bir gün süren bir beton hazırlama ve kalıpların içini betonla doldurma seansı daha. Ayda bir kat çıkılacak şekilde ağır ağır apartman yükseliyor. Üst katlara betonu çıkarmak daha müşkül; ancak bir caraskal sistemi ile ve kol gücü ya da çelik halatlı bir makine ile yapılabiliyor. Kaba inşaat bittikten sonra ustaların seyri biraz daha zevksiz. Tuğla kamyonundan delikli tuğlaları ikişer ikişer üst kattaki ustaya atmaları, camların takılması, sıva yapılması ve betebe ile kaplanması. Yine de seyrediyoruz. Bu arada anlatmadan geçmeyelim, duvarlar ve tabanlar nasıl düz oluyor: Elbette su terazisi ve şakül kullanarak.

* * *

Bu sahnelerin üzerinden 40-45 yıl geçmiş. O zaman yapılan binalardan bazıları dimdik ayakta dururken bir kısmı harabe. Üzerinden iki küçük bir büyük deprem geçmiş yapılardan mebzul miktardaki 'şakülü kaymış'lara ilâve 'taklaya gelmesine' az kalmış olanlar da az değil. Kentsel dönüşüm imdadımıza yetişiyor hemen. Buralar yıkılacak. Yıktık efendim. Yeni binalar yapılacak. Yaptık efendim. Eski ahaliye de daire verilecek. Verdik efendim. Arada biraz fark oluştu, almayı unutmayın. Taksitlendirdik, acıtmadan alıyoruz efendim.

Muhtasarın muhtasarı bir kentsel dönüşüm hikâyesi anlattım. Bitti. Gidenler memnun ki yerinden/çok seneler geçti dönen yok seferinden. Diye düşünecek olursanız yanılırsınız. Gidenler ayrıldıkları yerlere hasret ki yakın mahallere dönmenin planını yapıyorlar. Bir kısmı döndü bile. Eski evlerinin olduğu sokaklardaki güvenlikli villaların yanından geçip nerede oturuyor olduklarını kestirmeye çalışıyorlar. Buruk.

* * *

Bu yazdıklarımdan kentsel dönüşüme karşı olduğum falan anlaşılmasın. Bu yazıyı yazmama sebep olan sabah gezisinde öyle yerler gördüm ki, ahaliye 'eşyanızı alın çıkın, az sonra burayı bombalayacağız, buna mecburuz' demek lâzım.

* * *

Kasım ayının onsekizi pazar sabahı toplu taşıma (otobüs ve banliyö treni) ve yürüyüş karışık bir kent turu attım. İçinde Bomonti, Kasımpaşa, Aksaray, Yenikapı, Samatya, Yedikule, Kazlıçeşme, Zeytinburnu, Bakırköy, Ataköy, Yeşilyurt, Yeşilköy, Florya ve Küçükçekmece olan bir turdu. Şehre kentsel dönüşüm gözü ile bakmaya çalıştım. Piyalepaşa bulvarından itibaren binalara bakıp yapılma zamanlarını ve yıkılma zamanlarının gelip gelmediğini tahmine çalıştım. Bakışıma mümkün olduğunca çocukluk hatıralarımı, estetik kaygımı ve oralarda yaşayanların sıhhat-selametini katmaya çalıştım.

Öncelikle Bomonti'deki dönüşüm herkese örnek olacak özellikte. Şehrin en kötü gecekondularından oluşan o yapı adası şimdi Fransız balkonlu 5-7 katlı apartmanlarla dolmuş. Üç seviye halinde yükselen bu apartmanlar tertemiz yüzeyleri, kirlenmemiş kiremitlerle kaplı çatıları ile hemen dikkat çekiyorlar. O kadar itici ve estetikten ve planlamadan yoksunlar ki midem bulanıyor. Böyle dönüşüm olacağına bırakın olmasın, kapısının önüne dut ve incir çıkaran insanlardan alışverişe devam edelim. Nedir ki?

Konuyu dağıtmadan devam edelim: Binalarda en kötü durumda olanlar benim çocukluk çağımda yapımını seyrettiklerim. Onlardan önceki dönemde hele de Osmanlı'nın son yılları ile Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan apartmanlar estetik ve teknik açıdan oldukça iyi durumdalar. Minimal bir altyapı iyileştirmesi ve az masrafla hayatlarına devam edebilirler. Gecekondulardan bir kısmı gerçekten kümesten hallice ve oradan başka herhangi bir yerde yaşamak kesinlikle daha iyi. Bir kısmı ise adeta villa. Zevk sahibi insanların oluşturduğu, bugün gidip içinde yaşayabileceğim mekânlar.

Bazı yapı adacıkları var ki yapıların hemen hepsi yıkılmalı dedirtiyor. Bazıları ise sağlam görünümlü ancak ruha işkence binalar. Bazı mahaller oraya dönüşüm kazması girmeden kendiliklerinden değerlenip yapılar yenileniyor. Aslında kendi haline bıraksanız da kent dönüşüyor. 'Mega kentlerin kuralları kendiliğinden oluşur' diyenler belki de doğru söylüyor.

* * *

Hislerim karmakarışık. Bu şehirde yıkılması gereken ve korunması gereken o kadar çok bina var ki. Bu binalar o kadar iç içe geçmiş ki. Ellili yıllardan kalan geniş girişli, büyük pencereli bir apartmanın önünde meftun bakarken, yanındaki sıvaları dökülmüş, pimapenli korkunç bina içimi kaldırabiliyor.

Beni en çok rahatsız edenler geniş tabanlı, betonarme, hiç bir özelliği olmayan apartmanlar. Betonu kötü kalitede olmayan, depreme dayanıklı, içinde yirmi aile oturan, estetiği berbat, insan yaşamasına değil 'sığınmasına' uygun yapılmış, ustadan devşirme müteahhitlerin yaptığı binalar. Bunlardan şehrin her yanında o kadar çok var ki. Yıkması ayrı dert, molozu götürecek kamyonların girip çıkması ayrı dert. Çoğu da büyük iş makinesi giremeyecek dar sokaklarda.

* * *

Bu yazı hiç bir yere gitmiyor. Şehrin görsel hafızamıza inat hızla değişmesi belki biz orta yaşlıları yoruyor: Kim bilir?

Geçenlerde mimarlık tahsili yapan oğlum dönüşüm düşünülen az katlı mahalleler için bir plan yaptığını söyledi. Özellikle gecekondu mahalleleri için uygulanabilirliğinden bahsetti. Mahalleyi planlayıp tek katlı evleri iki katlı hale getiren ve plana uygun olarak insanların kendilerinin de evlerinin yapımında bedenen çalıştıkları bir sistem. Yapı, beton, tuğla, boya firmalarının belli alanlarda devamlı reklamının kalması ile de finans açıklarının tamamlanmasını düşünmüş. Her ev başına kazanılan ikinci kat daire ya da dükkân olarak satışa konacak, yine de fark oluşursa bu firmalar tarafından karşılanacak imiş. İşçiye verecek para bulan evini daha hızlı yapacak, ancak sonra para bulamayan komşusuna bedenen yardıma gidecekmiş. İlk yapılan evlerde geçici olarak ikişer aile kalabilirmiş.

Ben ne yaptım? 'Komünist mi oldun başıma lan?' deyip kapattım çenesini. Büyüklerimizden daha iyi bilecek sanki. Peh…

Yorumlar

Sevgili Ahmet Faruk, yazıyı öğlen arasında, kahvemi içerken keyifle okudum.

Sana bir haberim var: Evet senin oğlan komünist olmuş abi!

Ne yapacağız bu çocukları bilemiyorum?

Melih Özel - 19 Kasım 2012 (12:03)

Melih üstadıma teşekkür ederken bir konuyu açıklığa kavuşturmak istiyorum. Son paragrafta anlatılan proje gerçektir. Özellikle tek katlı gecekondu alanları için yapılmış bir projedir. Park, okul, sağlık merkezi, postane dahil tüm kullanım alanlarının da planlandığı, beton ve diğer kullanılacak malzemenin standardının belirlendiği ayakları yere basan bir projedir. Özellikle aynı köyden gelen, çoğu akraba olan insanların bir arada yaşadığı bölgeler için düşünülmüştür. Finans açıklarını kapatmada devletten altyapı hizmeti ve uzun vadeli kredi dışında herhangi bir beklenmemiştir. Proje kent sorunları ile alâkalı bir yarışmada yer de almıştır. Hani büyüklerimizden ilgilenen olursa diye yazıyorum.

Ahmet Faruk Yağcı - 19 Kasım 2012 (13:55)

Şahsen, mahdum beyin procesi benim ilgimi çekti (içinde komonistlik olduğundan olabilir). Eğer "hizmete özel" değilse, burada daha ayrıntılı bir halini yayınlamak hoşuma gider.

Hem, belli mi olur, belki sağır kulaklara ulaşır, maksat hasıl olur. Ne demişler, "yaz bir proce, internete at, encümen bilmezse ercüment bilir."

En olmadı, üzerinde tartışır, fikir cimlastiği eyleriz, ilham perisi fazla mesai yapar.

Büdütör - 19 Kasım 2012 (18:36)

Mimar olup ta komünist, sosyalist olmamak mümkün mü?

Hayatı boyunca plan, proje, program yapmak üzere yetiştirilmiş biri bu kentlerin plansızlığını gördükçe nasıl kahrolur? Ama gerçekler acıdır, kapitalist bir ülkede plan, proje, program yapılamaz, daha doğrusu rant sağlamak dışında amaçlarla, ütopik mimari hayallerle, ideal kent hayalleriyle kapitalizmin çirkin gerçekliği, yani toprağın özel mülk olması ve sahibine rant sağlama işlevi görmesi, tüm mimari ütopyaları çöp sepetine attırır, komünist-sosyalist toplumlarda mülkiyet kutsal değildir, kentler kamu yararı neyse ona göre planlanır, yani falan inşaat şirketinin, filân müteahhitin köşeyi dönmesi, falan toprak sahibinin bir gecede karun kadar zengin olması değildir amaçlanan, kapitalizmde ise mülkiyet kutsaldır, rant kutsaldır, kar kutsaldır, her şey rant içindir, her şey kar içindir, planlar da rant ve kar için yapılır, sosyalistlerin ekonomiyi ve kentleri planlamakta ısrar etmesi boşuna değildi, plansız bir ekonomi ve plansız kentler, uçsuz bucaksız gecekondu mahalleleri, neredeyse yapı stokunun yarısından fazlasının kaçak, ruhsatsız, plansız olduğu kentlerin akıbetini depremlerde görüyoruz.

Ne yazık ki kapitalist bir ülkede mimar olma hatasına düşmüş gençler bu mülkiyet ve rant engeline toslayan hayalleri tuzla buz olduğunda kapitalizmde planlama yapılamayacağı gerçeğini anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacak.

Bu gün kapitalist ülkelerde plan sadece büyük sermayenin karına kar katmak amacına hizmet ediyorsa yapılabilir, bunun dışında kent halkına yaşanılır bir çevre, sağlıklı, planlı, düzenli bir kent sağlamak gibi toplumsal amaçlarla yapılan planlar, projeler, programlar ise meşhur müteahhitimizin elinin tersiyle masadan süpürülüp atılır, plan yapmak serbesttir ama uygulamak yasaktır, mimarlar, şehirciler bol bol planlar yapmaya devam ederler, ama belediyenin bodrumlarına, tozlu küflü arşivlerine inip baksınlar, orada kendilerinden önce yapılmış tonlarca planın nasıl küflendiğini görebilirler.

Bunak Moruk - 20 Kasım 2012 (17:05)

Netice-i kelâm; köylü geldiği gibi köyüne geri dönerse belki rantiyenin zaptiyesinden kurtulacak. Ama köylerin akıbetinin bunlardan beri olmayacağını kim söyleyebilir. Rant olması için illa mimari biçimin olması şart mı yani? Mimarlar "hes"lerden hisselerini alabilir de. Köylerin bile tadı kalmayacak bu gidişte. Ama yakında ay için seferler başlıyor! Ya da bir avuç toprak gözlere, gözlere…

Şükrü Er - 20 Kasım 2012 (19:45)

Bunak Moruk'un yazdıklarını bir kaç kez okudum ve (umarım) anladım ya da anladığımı sanıyorum.

Bir kaç itirazım var.

ABD'nin ve Macaristan'ın başkentlerini görme imkânım oldu. Birisini kapitalizmin, diğerini de komünizmin (!) inşa ettiğini varsayarsak, yukarıdaki üçüncü ve beşinci cümlenin (paragrafın) içeriğini doğru saymakta zorlanırız.

Washington DC genel olarak, yorumcumuzun ifadesi ile "kent halkına yaşanılır bir çevre, sağlıklı, planlı, düzenli bir kent sağlamak gibi toplumsal amaçlarla yapılan planlar, projeler, programlar" çerçevesinde inşa edilmiş gibime geldi benim.

Öte yandan Budapeşte'de Sovyet etkisi taşıyan öyle çirkin binalar gördüm ki, amanın!

"Kapitalist bir ülkede plan, proje, program yapılamaz, daha doğrusu, (…) Kapitalizmin çirkin gerçekliği, (…) Tüm mimari ütopyaları çöp sepetine attırır" çıkarımlarının biraz fazla genelleme içerdiğini düşünüyorum.

Hiç şüphesiz mimari, estetik üretimdeki değişikliklerin en dramatik ölçüde göze çarptığı alanlardan birisi. Buna dair teorik sorunlar da en çok mimaride dile getirilmiş, ifade edilmiş.

Modernizme ait en önemli eleştiri, ütopik modernizmin "yapı" kavramını adeta bir heykele, anıtsal bir "hantallığa" dönüştürmesi üzerinedir. Bu eleştiri, kentleşme düzeyi ve estetiğin yeniden gözden geçirilmesini bekler. Modernizm, geleneksel kent dokusunu ve eski çevreye ait kültürü tahrip etmekle suçlanır.

Allah için genelde ülkemizde, özelde İstanbul'da, eleştirdiğimiz çirkin yapılaşma ile modernizmin (ya da yorumcumuzun eleştirdiği kapitalist yaklaşımların) ne ilişkisi var. Yazarımızın sözünü ettiği, bizdeki çirkinlikleri tanımlayan en sözcük bence "sakil" .

Ahmet Faruk ustanın dile getirdiği çirkin yapılaşmaya ait eleştirilerin, yorumcumuzun eleştirilerinden farklı olduğunu düşünüyorum. Yazarımız çok pratik, yaşama dair, çirkin, çıkarcı, acul yapılaşmadan söz ederken; yorumcumuz daha teorik, daha küresel bir yaklaşımla eleştiride bulunmuş.

Ya da ben öyle anladım.

Belki de anlamadım, ne bileyim?

Melih Özel - 20 Kasım 2012 (21:51)

Doğal dönüşüm anlamındaki ifadeler bana daha sıcak geldi. Ha yıkıldı yıkılacaklar istisna olmak koşuluyla kent kültürü zaten kenti dönüştürüyor.

Roman vatandaşlar için yapılmış 2'şer 3'er katlı rengârenk sevimli binalar görmüştüm bir yerde, uzaktan çok şirin sevimli, etkileyici görünmekle birlikte yaklaştıkça bildiğimiz cingen mahallesi olduğunu anladım. Atlar, sokakta ayıklanmış kâğıt yığınları, şişeler, plastikler, köpek, tavuk, binalara acaip ekler, çıkıntılar vs.

Velhasıl muhitte kentsel dönüşüm yapılmış ama insanlar onu da dönüştürmüş görünüyordu.

Ali Akkuş - 21 Kasım 2012 (15:55)

Mülkiyet, Rant, Kent…

Bu üç sözcükle özetlenebilir kentlerimiz, her mimarlık-şehircilik eğitiminde biraz komünistlik olacaktır, çünkü mühendisler ve mimarlar plan-proje program yapmanın eğitimini alırlar, önlerine koca paftaları serip hayallerindeki ütopyaları kâğıda dökerler, oradan da betona dökerler, planlama, plan, proje çizme komünistçe bir eylemdir, komünistler ekonominin planlı olmasını savunurlar, mimarlar, şehirciler ise kentlerin planlı olmasını.

Ama kapitalist bir ülkede mimar olma bahtsızlığına uğramış kişiler hayallerindeki planların kâğıt üzerinde kalacağını anladıklarında iş işten geçmiştir, kapitalist bir ülkede kentler planlanmaz, kent kendiliğinden doğaçlama ürer, bir bakarsınız kentin çeperlerinde yeni yeni mahalleler peydahlanmıştır, bir gecede konduruluveren o iki-üç gözlü derme çatma evcikler yavaş yavaş betonlaşır, kat üstüne kat çıkılır, her seçim öncesi belediye başkanı adayları gecekondu mahallelerine tapu dağıtacaklarını, kaçak inşaatların affedileceğini, mevcut binaların üstüne 2-3 kat daha çıkma izini vereceklerini vaad ederek oy kapma yarışına girerler, kent gittikçe yayılan bir yağ lekesi gibi kendi iç dinamikleriyle, hiç bir bilinçli, bilimsel, teknik plan-proje olmadan yayılmaya başlar, bu kanserdir, kanserli hücreler de böyle bütün bedene yayılırlar, bir iki kanserli hücre derken bir de bakmışsınız ki her organınıza atlamış, istilâ ediyor sinsice, komünistler plan, proje, program diye yırtınadursun kent kendi kapitalist kanserinin kurallarına göre gelişir, büyüdükçe büyür, azmanlaşır, megalopolis olur, çünkü plan yapmak komünizmin işidir, kapitalizmde plan yapmak mastürbasyondur, yapılan planlar kâğıt üzerinde kalır, belediyeler her Allah'ın günü plan tadilatı yaparak birilerine rant sağlamakla görevlidir, şu mahalleye ilâve 2 kat daha verelim de bizim kayınço köşeyi dönsün, şu yeşil alanı imara açalım ki kaç aydır boş oturan feşmekan müteahhit kardeşimize iş yaratalım değil mi?

Toprak özel mülk olunca böyle olacak elbette.

Bunak Moruk - 21 Kasım 2012 (16:06)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

76
Derkenar'da     Google'da   ARA