Patronsuz Medya

Bakkala Giden Çocuk

Ahmet Faruk Yağcı - 19 Mayıs 2009  


Bakkala ilk defa yalnız yollanmam beş yaşımı idrak ettiğim günlerdedir. İstanbul'un Fatih semtidir mekân; sokağın adı da Ispanakçı sokak. Köşede yeşil mozaik dış cepheli bir apartmanın sizi karşıladığı, bitişik iki ya da üç katlı kâgir evlerin arasında içinde bizim oturduğumuz beş katlı apartman gibi daha yüksek binalar olan, çocuk gözlerinde gepgeniş, şimdilerde dapdar bir sokak.

Nişanca caddesinden girdiğinizde soldan üçüncü apartmanda oturuyorduk ve mesafe olarak iki bakkal dükkânının tam ortasındaydık. Evden çıkıp sağa döner ve Nişanca caddesine çıkıp sol tarafa biraz yürürsem Yusuf Bakkal'a varırdık. Karmakarışık dükkân içinde her aradığını anında bulabilen, ağır karadeniz aksanlı, kızıl saçlı, mavi gözlü Yusuf amca; her zaman büyük adam gibi bizi dinleyen, dersle ve dini konularla ilgili sorular soran, fazla para harcarsak babalarımıza gammazlayan, vakit namazlarını hemen karşısındaki Kumrulu Mescit'de kılan güzel bir adamdı. Ben otuzlu yaşlarıma gelmeden, ellili yaşlarının ortasında iken alemden sessizce göçüp giden bu adamı İstanbul dışında olduğum zaman dilimlerinde de her yıl en az bir kez ziyaret etmiş olmaktan memnunum.

Apartmanımızın kapısından çıktığımda sola doğru sokak boyunca yürürsem 50-60 metre kadar aşağıdaki "kazıkçı bakkal" a varmış olurdum. İsmini hatırlayamadığım bu kara kuru adama takma adını kim uygun görmüştü hatırlamıyorum ama onun lâkabı buydu. Böyle meşhurdu. Her şeyi az daha pahalı satardı. Hele de ilkokula başladığımız senede fiyatları başka bakkallarla kıyaslamayı öğrenmiş, ondan alışveriş edene "bak kazıkçı oğlum o işte" diyerek adamın ününe ün katmıştık.

Kazıkçı bakkal ın mekânı ferah bir dükkândı. Kocaman bir camekân tezgâhı vardı. Çenemizi dayayarak tezgâhın içindeki malzemeyi seyretmek hoşumuza giderdi. Çikolatalı gofretler, kâğıtlı sakızlar, lüks gömlekleri (yaa böyle de bir şey vardı), gazocağı iğneleri, paket kibritler, çeşitli kırtasiye malzemesi camekân ardından bize bakardı. Tezgâhın üzerinde ise bir sıra kavanoz vardı. Açık sakızlar, "emme şekeri" dediğimiz akide şekerleri, kuş lokumu, badem şekeri, beyaz bezeler kavanozlarda iştah açıcı şekilde dururdu. Pahalıydılar ve çekiciydiler. Boşuna kazıkçı bakkal demezdik adama. Sabahları kapıda bir teneke peynir açar, metal tepsiye kalıpları yerleştirirdi. Peynir tenekesindeki suyu da dökmez, peynir suyuna turşu kurmaya meraklı ev kadınlarına satardı. 40 sene sonrasından baktığım bu günlerde bahsedilen bakkalın tam bir homo economicus olduğunu farkediyorum.

Kazıkçı desek de onun sakin dükkânının çekiciliğine ve de yokuş aşağı koşarak gidilebilmesine kapılarak her iki bakkal ziyaretimizin birisini ona yapardık. Biz dediğim; evsahibimizin benden bir yaş büyük ve bir yaş küçük kızları (Fatma ve Halime) ile komşu çocuğu Yılmaz. Hangimiz "bakkala gidiyorum" diyerek önden koşmaya başlarsa, kalan kısmımız da peşine takılır, ağzımızdan garip sesler çıkartarak koşmaya ve ona yetişmeye çalışırdık. Sahi o zamanlarda çocuklar koşarken avuçlarını ağızlarına kapatıp açarak ambulans sesi cıkartmayı pek severlerdi. Ben de severdim bunu.

Yusuf bakkalın tezgâhı ne kadar yüksek ve kalabalık, rafları ne kadar doluysa, kazıkçı bakkalın tezgâhı çocuk boyuna uygun, rafları da o derece sakindi. Bir de o dönemde bakkalların kendine has kokusu vardı. Her iki bakkalımız da ağırlıklı olarak gofret kokardı. İkisinde de kapıdan girişte sağda bisküvi tezgâhı vardı. Ülker bisküvilerinin kare kutularından dokuz tanesinin oluşturduğu ve koli ağızlarının açılıp üzerine camdan ve metal çerçevesi menteşeli kapakların takılmış olduğu bir tezgâh. Kolilerin ağızları hafif yukarı bakacak şekilde metal yuvaları ayarlanmış ve demirden ayakları olan bir tezgâh. En üstte sade gofretler, finger bisküviler. Ortada pöti bör bisküviler. En alt sırada da bebe biskuvileri ve kremalı bisküviler. Bu sırayı tamamen hayalîmde yapıyor da olabilirim. Şurada anlaşalım: En üst sırada sade gofretlerin varlığı kesin.

1970'lerin başında kredi kartı nedir bilinmediği gibi çek kullanmak, ya da başka bir deyişle çek defteri olmak başlıbaşına zenginlik alâmetiydi. Alışveriş merkezinden toptan alışveriş yapmak da adetlerin arasına girmemişti. Köyü olanın köyünden kurubaklagiller ve bulgur gelmesi dışında stokçuluk adeti de yoktu. Az miktar cep harçlığı olan anneler eksiklerini gündelik olarak bakkaldan tamamlar, yarını yedeksiz beklerlerdi.

Bakın stok yok dediysem hemen her evde beyaz sabun stoku olurdu. Hacı Şakir ya da Komili marka beyaz sabunlar baba tarafından keskin ve ince ağızlı bir bıçakla ikiye bölünür ve evin direkt güneş ışığı görmeyen pencerelerinden birinin iç kısmına dizilirlerdi. İyice kuruduktan sonra çatlamasına izin vermeden bez bir torbaya konarak somyaların birinin altında saklanırlardı. Kurumuş yarım sabun, hele de lavaboda suyu iyi sızdıran bir sabunluk varsa haftalarca dayanırdı. Aklından sıvı sabun, duş jeli ve şampuan geçiren varsa hemen unutsun. Tamam bakkaldaki raflarda ince belli mavi şişelerde Blendax şampuanı bulunurdu ama sadece çok özel günler için alınırdı. Yalnızca sapsarı saçlı Aynur hep bu şampuandan kokardı. Defterleri de, atmalı pabuçları da, saç tokaları da çok güzeldi. Onlar zengindi.

Bakkala gidilirken çocuğun götürülmesi çok istenmese de götürülmeyenin merdivene oturup anne gelene kadar ağlayacağı ve ağlarken topraklı ellerini suratına sürüp kömürcü çırağına döneceği ve bu esnada sümükleri akarak ağzına gireceği kaide olduğundan bir nevi mecburiyetti. Sırtına bir hırka ya da pardesü almış, ev başörtüsünü değiştirmemiş anne elinde yumuşak vinileks cüzdanı ile kapıda belirince sokakta oynamakta olan ufaklık, gözleri parlayarak annesine yaklaşır ve "bakkala mı?" sorusunu patlatırdı. Cevabı beklemek adetten değildi ve gelenek annenin etrafında daireler cizerek bakkala kadar olan yolu katetmek ve dairenin annenin önüne gelen kısmında hareket halindeyken pazarlık etmekti. Anneler babalar kadar net değillerdi, isteklerinizi alacak ya da almayacak bilemeden bakkala kadar gelmiş olurdunuz. Dönüş yolunda kâğıdı yarıya kadar yırtılarak yenmeye başlamış bir gofret, nadiren bir çikolata, çoklukla da ağızda sesle çiğnenen bir sakız ganimetiniz olurdu.

Kazıkçı bakkalın tezgâhının arkasına düşen duvardaki raflarda dizili Tursil kutularını hiç unutmuyorum. Üzerinde çamaşır asan kadın resmî olanlar. Şimdinin kilolarca ağırlıktaki deterjanlarının yanında 400 gramlık bir deterjan kutusu nasıl da garip geliyor. Çamaşır günlerinde çocuğun avucunun içine sıkıştırılan buruşuk kâğıt banknot ile ısmarlanan çivit ve bir kutu Tursil standarttı. Para üstünü kaybetmeden getirmemiz istenir ve kalan paradan alacağımız tek bir cins abur cubura izin verilirdi. Aksi takdirde yerinden kalkıp, pijamanı çıkartıp, sokak pantolonunu giyip, arkasına basılmış sokak ayakkabısını ayağına geçirip bakkala koşturmanın ne cins bir cazibesi olabilirdi ki? Unutmadan yazayım; başka evleri bilmem ama bizim evimizde soda, tuz ruhu, çamaşır suyu gibi maddelerin alınması babanın vazifeleri arasındaydı. Bu kimyasallara dokunmak da biz çocuklara yasaktı.

Bakkala gitme ve hasarsız dönme işinde ustalaşmanın getirisi paranın kalanı üzerinde minimal bir tasarruf yetkisiydi. Beş liradan artan 50 kuruşun hesabını anne sormaz, bu miktar da anında harcanmayıp biriktirilir, kırtasiyecinin vitrinindeki helikopterin hayalî kurulurdu. Hasarsız eve dönme deyince orada durmak lâzım. En önemli hasar; kendini kaybeden ve bakkal tezgâhındaki malzemenin albenisine kapılan çocuğun paranın üzerinden kalan ciddi bir miktarı harcedip bitirmesiydi. Bir başka hasar da alınan açık yoğurdun elden düşürülüp kendisinin ziyan olması ve kabın emayesinin bozulmasıydı. Buna ceza olarak anne 10 dakika kadar çığlıklanır ve ne kadar işe yaramaz olduğunuzu yüzünüze defalarca söylerdi. Hele de yoğurt biraz da üzerinize döküldü ise nemli bezle elbisenizi silerken hafiften pataklardı da. Galiba…

Ve tabii ki mahallenizden olmayan çocukların tacizi ile eldeki para üstünü ya da çerezi kaptırmak, kaçarken düşüp dizleri kanatmak da önemli komplikasyonlardandı. Gerçi camdan dışarıyı seyreden şahin bakışlı komşu teyzeler mahalleliyi korur, yabancı çocukların ağzının payını verirler, hatta kovalamak için pencereden terlik fırlattıkları bile olurdu. Fırlatılan terliği koruyucu cam güzeli teyzeye götürme vazifesi tabii ki yabancı çocukların elinden kurtarılan kopile aitti…

Yeni yeni bakkala yollanmaya başlanan çocuk bin bir tenbih ile evden salevatlanırdı. "Avucunu açma! Parayı kaybetme! Çok koşma! Dönüşte mutlaka kaldırımdan gel! Elindekini düşürme! Yabancı çocuklara cevap verme! Hiç bir yerde oyalanma!" şeklinde giden bir anne tiradı vardı. Bu konuşmanın en önemli noktası da bakkal önünde gazoz kasalarını yan çevirerek üzerine oturan, babanın yorumu ile "ipsiz sapsız" takımıyla konuşmama uyarısıydı. Konuşurduk tabii ki.

Bu aralar fırsat bulup da çocukluğumun sokaklarını arşınladığımda bakkal önü dikilen delikanlıları görünce eski günlerden ufak bir esinti hissediyorum. Kendi zamanımın tipleri ile kıyaslayıp kendimce onların aile hikâyelerini yazıyorum. Onları gözlerken koşarak bakkala giren ilkokul çağlarındaki bir şortlu çocuk tabloyu tamamlarsa keyfim iki kat oluyor. Bakkala girip Kızılcahamam sodası soruyorum, yoksa olana razı olup alıyorum. Bakkalın dibindeki ilk apartmanın merdivenlerine oturup sodamı içiyorum. Delikanlıların muhabbetine kulak misafiri oluyorum. Genellikle beni umursamıyorlar. Kimseyle alıp veremediği olmayan kır saçlı bir adama ne diyebilecekler ki?

O daracık ve basit yaşamdaki gizli genişliği ve sevinebilme kolaylığını şimdilerde çok özlüyorum.

Yorumlar

Beni bu kez de fatih karadeniz caddesindeki anneannemlerin sokağına kadar götürdünüz. Köşedeki bakkalın önünde oturan gürültücü gençler ne konuşuyorlar öyle? Devam ahmet bey.

Hüseyin Diz - 20 Mayıs 2009 (14:53)

O kadar guzel olmus ki! O sokagi, cocuklari, bakkallari ve anneleri film gibi gozumun onune getirerek okudum yazinizi ve sonlarina doğru, bitmesini istemedigim bir kitabin son birkac sayfasini okurken kapildigim o tanidik bildik huzne kapilarak…

Ellerinize, yureginize saglik!

Sevgi ve saygilarimlâ…

Ebru Yurtsever - 20 Mayıs 2009 (17:02)

Akşam karanlığında bakkala gönderilen küçük erkek çocuğunun yolda korkuyla pıt pıt atan kalbini unutmayın. Apartmanın kapısından girilince korkular yok oluverir, çocuğun yüreği ferahlar. Tabii anneden bir sürpriz gelmezse: "Geldin mi oğlum? Söylemeyi unutmuşum, üç yumurta daha alınacaktı, hadi bi koşu gidip alıver bakayım…"

Seyit Balkuv - 20 Mayıs 2009 (17:26)

Kesinlikle "kollu facit" varsa orası zengin bir dükkân demekti. Bizim bakkal amcalar ambalaj kartonlarının beyaz iç kısımlarını hesap yapmada kullanırlardı. Bu arada veresiye defterini de hatırlayalım. Bakkal amca hem kendi defterine hem de cocuğun getirdiği küçük deftere yazardı. Ay başına evin reisi ile hesaplaşıp halleşmeye. Helalleşmeye…

Ahmet Faruk Yağcı - 20 Mayıs 2009 (23:56)

Benim çocukluğum 60'lı yıllarda Tirebolu'da geçti. Alışveriş ettiğimiz mahalle bakkalının adı Bismillâ Yakup'tu. Yaşlıca, dindar bir adam. Gazete kâğıdından kesekâğıdı yapılırdı. Babamın okuduğu Ulus gazetelerini biriktirip ona satmıştım. Ama kupür ve fotograf kesme huyum yüzünden delik deşikti çoğu; zavallı Bismillâ Yakup satın aldığı gazetenin yarısını çöpe atmak zorunda kalmıştı.

O günlerden anımsayabildiğim bazı ayrıntılar; ahşap doğramalı dükkân vitrini, bol bol karasinek, şemsiye çikolata, Golden jikleti, teneke bisküvi kutuları, tezgâhın önüne dizili bakliyat çuvalları ve her birinin içine saplanmış kısa saplı metal kürekler, terazi, boş kabın darasını almak için minik ağırlıklar, gaz lâmbası camı, gazyağı litresi, çıra, plastik düdük, sinek şaplağı, çivit, tahta mandal, açık damla sakızı, Komili zeytinyağı, Vita ve Ufa yağları, (keçi postundan yapılmış sahici tulumda) tulum peyniri, tavandan sarkan sucuklar, kestane, keçiboynuzu, duvarda İsmet Paşa ya da Yavuz Zırhlısı fotografı ve bakkalın kollarında bilekten dirseğe kadar uzanan uçları lastikli siyah kolluklar…

Bakkal defteri tabii ki Allah'ın emri. İçindeki kargacık burgacık yazıları da yalnızca bakkalın kendisi okuyabilirdi. Şimdi bile var bu defterler.

Necdettin Efendi - 21 Mayıs 2009 (10:55)

O cam çerçeveli bisküvi kutularında sade bisküvinin tanesi beş kuruş, "kaymaklı" ve gofretin tanesi ise sanırım on veya onbeş kuruştu. Tezgâhın üstündeki cam kavanozda parlak kâğıda sarılı hayat şekeri bulunurdu.

Kağıdından mani çıkardı. Hayat şekeri karamela şekeriydi. Şimdi bulabilir misiniz karamela şekerini? Yarım kiloluk sigara ambalajlarını bakkal amca atmaz, düzeltip üst üste koyarak istif eder, rakı sarardı.

Hüseyin Diz - 21 Mayıs 2009 (11:37)

Hüseyin Diz yazınca biraz daha hatırlayıverdim. Karamela 10 kuruştu. Şemsiye çikolata 35 kuruş.

Jikletlerin içinden futbolcu resimleri çıkardı: Lefter, Metin, Nedim, Selim, Turgay, Varol… Biriktirirdik. O zamanlar birinci ligde Feriköy, Altınordu, Altay gibi takımlar vardı.

Babam yassı Yenice sigarası, komşumuz Sevgi Hanım Yaka içerdi. Yenice 20 kuruş, Yaka 100 kuruştu. Karton kutuda olurdu bu sigaralar. Annemin arkadaşı Mükerrem Teyze İkinci (ya da Gelincik) içer, bitmeye yakın izmaritini söndürmeden ağzına atıp uzun süre orada tutardı.

Boşalan peynir tenekelerini bakkallar inşaatçılara satardı. Üst ortasına odundan bir sap yapılan bu tenekeler inşaatlara su taşımak için kullanılırdı.

Ve ben her bakkala gönderilişimde ne alacağımı unutur, anneme sormak için bir daha eve döner, yolda gene unuturdum. Sonunda kâğıda yazıp verirdi annem alınacakları. Bu sefer de bakkala gittiğimi unutur, kendimi Tirebolu'nun öbür ucundaki gazete bayiinin önünde bulurdum.

Necdettin Efendi - 21 Mayıs 2009 (12:51)

"O daracık ve basit yaşamdaki gizli genişliği ve sevinebilme kolaylığını bu aralar çok özlüyorum."

Ne doğru demişiniz… Kaleminize sağlık. Zevkle okudum…

Mina - 21 Mayıs 2009 (15:07)

Necdet Bey, yorumunuzu okurken "nasıl bu kadar ayrıntıları hatırlıyor diye aklımdan geçirirken", ne alacağınızı unutmanıza, hatta bakkala gitiğinizi unutmanıza çok güldüm…

Mina - 21 Mayıs 2009 (15:32)

O dönemler daha mı yavaş dönüşüyordu ne, sizlerin zamanından beri var olan bazı markalara ve ürünlere yetiştim sanıyorum. 'Mabel' sakız meselâ. 'Dandy' ya da 'Wrigley' "Almancılar" tarafından getirilirdi. Ama 'Stimorol' bulunurdu.

Sevgili Necdet, üzerinden 40 yıl geçtiği için bu devlet sırrını artık açıklayabilirim: "35 kuruşluk şemsiye çikolata" nızın maalesef çikolatayla pek alâkası yoktu. Onlar "Pralin" denilen sahte çikolataların bile taklidiydi. Gerçek çikolata kakao, süt ve bitkisel yağ ile yapılırken; pralin kakao yağı, içyağ ve peyniraltısuyu ile yapılırdı. Bu kandırmaca yakın tarihlere kadar ünlü bir markanın "hobby" adlı ürünüyle devam bile etti.

Ben de yedim o gümüş puanlı incecik kırmızı yaldız kâğıtlı şemsiyelerden. Ağzımda donan yağının tadı halen damağımda. Gerçek çikolatayı tatmamış bizler, ne bilecektik ki sahtesini?

Eğer size bir hayalkırıklığı yaşattıysam kusura bakmayın, şu malûmatfuruşluktan bir türlü vaz geçemiyorum.

Amaan ne olacak, biz demokrasinin bile sahtesiyle gül gibi yaşayıp gitmiyor muyuz yahu? Adımız tomas, bunlar bize komaz!

Ali Sedat Çetinkoz - 22 Mayıs 2009 (16:48)

Seksenli yılların başında bir "Arap Kızı" gofret vardı. Böyle kendi kâğıdı icinde, dörtgenimsi deseni olan kahverengi bir şey.

Ama bayramdam bayrama içtiğimiz CocaCola, Elvan ve Dimes meşrubatın yerini hiç bir sey tutmazdı. Bazen arkadaşlarla bu içeceklerden hangisinin daha iyi olduğuna dair uzun tartışmalara girdiğimiz bile olurdu.

Yalçın Sahin - 22 Mayıs 2009 (17:36)

Ricam, geldigimde mihmandarliginizda bir "roots" gezisi yapmamizdir İstanbulda (hatta belki Adapazari, Izmit?).

Medi Yastin - Amerikali - 22 Mayıs 2009 (21:14)

Sevgili Ahmet Bey, beni de çocukluğuma götürdünüz, zaten 50 li yaşlardan sonra nedense eskiye özlem ve geriye dönüşler sık oluyor, benim de çocukluğum Unkapanı ve Fatih semtlerinde geçti, anlattığınız bisküvi kutuları şu an bile gözümün önünde, kilo ile satılırdı, ayrıca 5 kuruşa alınan leblebi ununu ve keçi boynuzunu hatırlıyorum, yine sokak aralarında küçük çocukların "haydi 5 kuruşa niyet" diye sattıkları, altında kazınınca numara çıkan yuvarlak yaldızlarla dolu kartonları da hatırlıyorum, çoğu boş çıkardı ama…

Yine simitçi fırınından 5 kuruşa alınan kırık simit ve termosa doldurtulan çamlıca gazozu eşliğinde babamla gittiğimiz pazar gezmeleri geliyor aklıma… Fırına sürülen simitin tanesi o zaman 10 kuruştu ama türlü nedenlerle kırık çıktığında fiatı da yarıya iniyordu…

Mabel cikleti ve şemsiye çikolatalarından ben de yedim ama nedense gerçek çikolata olmadığını okuyucunuzun satırlarından öğrenerek hayal kırıklığı yaşamadım değil:)

Olsun, yine de güzeldi, ayrıca arabalarda satılan ve mahalle mahalle dolaşan satıcıları hatırlıyorum, horoz şeker ve koz helva satan…

Yine omuzlarında taşıdıkları sopanın ucunda sallanan tablalarda "kaymak gibi yoğurt ve taze balık satılırdı, uskumru balığı çok bol olsa gerek ki annem çok sık alırdı bu balıktan o zamanlar…

Unkapanı'nda sıra sıra dizilmiş kayıklarla Karaköy'e geçilirdi, dolmuş vazifesini görürdü bu kayıklar…

Ne çok anım varmış meğer, ardı ardına geldi hepsi:)

Ellerinize ve yüreğinize sağlık, sevgili doktor'cum…

İclal Arpınar - 29 Mayıs 2009 (19:14)

Sevgili Ahmet Bey, benim çocukluğum da Fatih'e pek uzakta olmayan Aksaray, Namık Kemal Cad. Manastırlı Rıfat sokakta geçti. Diğer kızkardeş sarışın ve ilk olması nedeniyle 'prenses' muamelesi gördüğünden ayak işleri bana kalmıştı!

Sizin bu 'Bakkala Giden Çocuk' öykünüz ve tasvirleriniz geçmişimle hayli kesişti.

Yüreğinize, fikirlerinize, klavyenize sağlık…

Şiyma Aksekili - 7 Haziran 2009 (20:40)

Süreyya Eczanesi, Koyunbaba Türbesi, Hayat Pastanesi, Hırka-i Şerif İlkokulu, tanıdığımız ilk meyve suyu Meysu (Üçgen prizma kâğıt ambalajda), Pat Patates Püresi (Yanılmıyorsam su ya da sütle o tozu karıştırınca patates püresi oluyordu), Vatan Caddesi'ndeki Lunapark, Lunapark'ta yenilen tostun güzelliği, Hayat Pastanesi'nin karşısındaki tuhafiyeci (adı aklımda değil, anneme bir kolye almıştım oradan)…

Nerelere götürdünüz bizi Ahmet Bey… Teşekkürler.

Knulp - 9 Haziran 2009 (20:39)

Doktor bey yani ne diyeyim siz yaşamamışsınız da yaşarken her bir şeyi fişlemişsiniz yani. Eh, doktoru böyle önüne gelen hadiseyi fişleyen bir toplumun albayı da cuntacı olur tabiatıynan. Ertuğrul Özkök (Enis Batur'un orta fikri ile) sizi ararsa kıvırmayın açık açık açıklayın açıklarınızı.

Temel Takip - 17 Haziran 2009 (23:44)

Bir çok yazınızı okudum. Her birisi harika. Bu da onlardan biri. Yaşım sizin kadar yok ama yaklaşık 10 yılda yani 70'lerin başı ile sonları arasında pek çok şey değişmemiş demek ki. Anlattığınız, tursil, vs O yıllarda benim de çok iyi hatırladığımız şeyler.

Ben çocukluğumu şehirde geçirmedim. Köydeydim. Komşu köydeki Bakkal Ali dayıya giderdik. Evin bir odasındaki tozlu rafları olan bakkalının kokusu raflardaki malzeme ile odanın rutubet kokusu karışığı bir şeydi. Memleketimiz karadeniz olunca rutubet Allah'ın emri artık.

Çocukluğuma, biraz kaçamaklarıma götürdünüz beni. Benim kaçamak dediğim şey, izmaritsiz birinci cığarası. Umumen 2-3 çocuk beraber bir dağı aşıp gider, dönüşte birincimizi tüttüre tüttüre aynı zamanda gözlerimizden yaş gelerek öksüre öksüre gelirdik. Zevk mevk yoktu canım. Kaçamak, macera ve dumanın savruluşunu izlemek güzel şeylerdi bizim için…

Sağolun var olun yazınız için.

Harun Arslan - 8 Şubat 2011 (01:08)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

100
Derkenar'da     Google'da   ARA