Patronsuz Medya

Korku

Ahmet Faruk Yağcı - 2 Ocak 2010  


Annem çok şeyden korkan bir insandı. Halen de cesurlar arasında adı ön sıralarda değildir. Babam ise meslek icabı olacak ailemizin en korkusuzu gibi görünüyordu. Ülkeyi düşmana karşı savunacak meslekten olması, üniforması, silâhı, postalları ve duruşu kendisine herhangi bir dünyevi şeyden korkmasını imkânsız kılacak bir hava veriyordu.

İşin kötü tarafı ailemizin korkan büyüğü biz çocuklar korkunca koşup ona sarılmamıza izin verirdi de korkusuz büyük kızardı.

Evlerin korunmasız, hatta bir çoğunun sıvalarının bile eksik olduğu, bahçe duvarlarının bir işe yaramadığı dönemlerdi. Babam en az haftada bir gün kıtada kalır, büyük çocuk olarak ben ve iki küçüğüm annemle başbaşa gece geçirirdik. O günlerde gök gürültüsünden, dışarıdaki tıkırtılardan, köpek ulumalarından, sokaktaki karaltılardan dehşet korkardım.

Gece geç vakitlerdeki bekçi düdükleri rahatlatır, tavana bakarken sızıp kaldıktan sonra karanlığa değil de gün ışığına uyanmak hoşuma giderdi. Gün doğunca bütün tehlikeler bitecek gibi gelirdi. Gecenin karanlıklardan gelecek bilinmeyenlerden oluşan korkunç buğusu dağılmış olurdu bu sabahlarda…

Annemin ev havalansın diye açtığı mutfak camından dışarının kokusu gelir, okul zamanıysa okula, oyun zamanıysa oyuna gecikmemek gerektiğini hissettirirdi. Okul demek top oynamak, biraz da derslerle ilgilenmek demekti. Teneffüs zamanları on dakikada kaleleri kurup iki devreli maç yapıp sınıfa dönmeyi sanat haline getirmiştik.

Ergenliğin kapıda olduğunu farkettigimde on iki yaşındaydım. Eskiden çata çat çene yarıştırdığım kızlardan uzaklaşmıştım. Kendi cinsimden elemanlarla beraber olmayı tercih ediyordum. Daha utangaçtım. Galiba kendi bedenime karşı uyanan ilgimin herkes tarafından bilindiğini düşünüyordum.

Zaten bildiklerini, onların da bu basamaklardan geçtiğini ise çok sonra çozdüm. Bu dönemde sesimden utandığım, ellerimin hızla büyümesinden, memelerimin sertleşip ağrımasından, bacak kemiklerimin ağrısıyla uyanmaktan da dehşete düştüğüm olurdu.

Korkular ise çenemin altında giderek artan ve kalınlaşan tüylerle beraber aynen devam ediyordu. Işıksız odada yatmaktan çekiniyor, evde gündüzleri dahi yalnız kalamıyordum. Gün içinde evden uzağa gitme isteğim oluyordu. Her gün daha daha uzağa gitmek, evi merkezinde bulunduran dairenin yarıçapını giderek genişletmek hoşuma gidiyordu.

Bir de geri döndüğümde, karşımda merakla kaşları inmiş ve başıma bir şey gelmiş olacağından korkmuş bir anne bulmak fena değildi.

Ergen bünyesi varoluşsal problemlerini, aileyi merakta bırakarak çözüm yoluna koyuyordu.

* * *

Ortaokulu bitirdiğim sene, her sene olduğu gibi yaz tatilinde memleketimiz olan Kırşehir'in Mucur kazasına gittik. Buradaki yaşantım bağ ve bahçe işlerinden, akşamüzerleri kasabanın havuzlu parkında çekirdek çitlemekten, ilkokul öncesindeki zamanlarımdan beri tutkum olan radyo dinlemekten ibaretti. Hava karardıktan sonra evimizin önündeki eski bir ağaç kütüğünden yapılmış sehpaya birkaç çeşit meyve ya da çerez koyar, transistörlü Grundig radyo eşliğinde hayallere dalardım.

Radyo tiyatrosuna bayılırdım. Türk Sanat Müziği Dinleyici İstekleri programını kaçırmazdım. Bunları dinlerken lacivert gökyüzünde yıldızlar giderek belirginleşir, fazla ışık kirliliği olmadığından yatsı ezanı sonrasında samanuğrusu seçilmeye başlardı. Bu yazlardan birinde, 1976 haziranı olmalı, yine aynı kilimin üzerinde oturup kütük sehpamın üzerindeki çekirdekleri çitleterek Montreal olimpiyatlarından haberler dinliyordum.

23.00 haberlerini müteakiben yatmak üzere içeri girecektim. Gün içinde bisikletle iki kez bağa dedemin yanına gitmiş, çapa yapıp ot kesmiş, pınardan su getirmiş, kısacası epey iş yapmış ve çok yorulmuştum. Yattığım yeri beğeneceğim kesindi.

Birden kasabanın ışıkları söndü. Zifiri karanlıkta yalnız kaldım. Korkmaya başladım. Kasaba cok sakindi. Hilal birkaç günlük olmalıydı incecik haliyle tepeden gülümsüyordu. İçeriden kardeşime hatıra anlatan babaannemin sesi geliyordu. Bahçe kapısından girip karanlıkta iki adım atsam eve ulaşabilirdim.

Yerimden kalktım ve içeri girmeyip karanlık sokak boyunca yürümeye başladım. Şehrin ana cadde denebilecek -lâkin halen toprak olan- uzun sokağı boyunca devam edip Ankara-Kayseri yoluna ulaştım. Yolun kıyısında durup bir dakika kadar bekledim. Kayseri tarafından yokuş aşağıya titrek farlı bir kamyon geliyordu. Onun geçmesini bekledim ve bir kaç saniyede bir çıkarttığı kompresör sesinden BMC marka olduğunu anladım. Yolun karşısında bağlar ve tarlalar vardı. Kalbim dehşetli bir hızda atıyordu, kendi soluk sesimi duyabiliyordum.

Yolu geçip tarlaların arasına daldım. Bozkırda yürürken hep olan şey, arkamdan birisi geliyormuş gibi adımlarımın yankısını duymak, durumu daha da korkunç hale getiriyordu.

Bir süre düz gidip, sonra doğuya, geniş tarlaların olduğu kısma saptım. Tarlalar arasındaki, "sırt" denen sert topraktan patika üzerinde yürümeye devam ettim.

Ekinler neredeyse yetişmişti. Hafif esen rüzgârda dalgalanıyor, birden fazla kişinin arkamdan takip ettiği hissini veriyorlardı.

Nadasa bırakılmış çok büyük bir tarlaya geldim. Gözlerim karanlığa tamamen alışmıştı. Kendime yola çıktığım andan daha fazla güveniyordum.

Galiba…

Tarlanın ortasına doğru yürüdüm. Sürülmüş topraktaki, kalıp halindeki parçalar yüzünden birkaç kez ayak bileğim burkuldu. Devam ettim. Tam ortasında durup ayağımla toprağı ezerek görece daha düz hale getirdim. Ve sırtüstü uzandım. Gökyüzünü seyretmeye başladım.

O yaşa kadar Kemalettin Tuğcu kitaplarından, Jules Verne külliyatına, Enid Blyton'un Afacan Beşler serisinden, Milliyet cocuk kitaplarına kadar onlarca kitabı okumuştum. İki Sene Mektep Tatili ve Define Adası ile günlerce denizaşırı hayaller kurmuştum. İlâveten Kur'an kursuna gitmiş, okumayı ilk söken talebe olarak Hattat Osman Efendi hattı bir Kur'an-ı Kerim hediye almıştım. Kafamdan okuduklarım sırasıyla geçerken yattığım yerden evren üzerine düşüncelere daldım. Allah'ı, yaradılışı, gaz ve toz bulutundan öncesinde ne olduğunu, samanyolundaki onlarca güneş sistemini, ayın karanlık yüzünü, evrenin dengesini, dalgalanan başakların hışırtısı eşliğinde düşündüm. Daha sonradan çok yaşayacağım varoluşsal yolculukların ve zihinsel gelgitlerin hatırlayabildiğim ilkiydi.

Yıldızlar neredeyse bütün gökyüzünü kaplamışlardı. Gök kubbe denmesinin sebebini gayet iyi anlayabiliyordum. Samanyolunun gerçekten upuzun bir yol gibi uzandığını, kitaplarda bahsedilen yıldız gruplarını ve binlerce, on binlerce yanıp sönen yıldızı görüyordum.

Epeyce uzağımda kalmış olan ana yoldan geçen arabaların seyreldiği ve mutlak bir sessizliğin olduğu bir anda sırtüstü yattığım hissi değişmeye başladı. Sırtımdan zemine yapıştırılmış gibiydim. Gökkubbe yukarıda değil aşağıdaydı.

Ellerimle toprağı avuçladım. Biraz gerçeklik hissim arttı ama üst ve alt kavramlarımın altüst olması geçmedi.

Aynı düşüncelerle ve uzay boşluğuna her an düşme korkusuyla muhtemelen bir çeyrek saat daha geçirdim. Boncuk boncuk terledim, korktum ve tanımlaması zor bir zevk aldım.

Sonra yavaşça doğruldum. Ayaklarım titriyordu. Ana yola doğru önce yavaş sonra hızlı bir tempoyla yürümeye başladım. Korkularımın hemen tamamından kurtulduğumu hissediyordum. Bir evin ahırından gelen sığır böğürmesi, mezarlık tarafından gelen köpek ulumaları meskun mahalde olduğumu hatırlattı.

Yolu geçip evlerin arasına girdiğimde kendimi o kasabada yaşayan insanlardan çok farklı, daha üstün hissediyordum. Artık korkusuzdum.

Evimizin önüne geldiğimde radyom kısık sesle çalmaya devam ediyor, 23.00 haberleri sonrasında o zamanlar "Türkçe Sözlü Hafif Müzik" denen cinsten bir şarkı geçiyordu.

Tam o sırada elektrik kesintisi bitti ve ortalık aydınlandı. Radyoyu, ayçiçeği tabağımı ve kilimi alıp içeri girdim.

O gece hayatımın en derin ve en rahat uykularından birisini çektim. Sonra güneşin odaya dolduğu mükemmel bir sabaha uyandım.

Sarman kedim ayak ucumda yalanıyordu.

Yorumlar

Muhteşem deneyim. Bir o kadar güzel yazı. Hepsi bu kadar.

Ümmü Nuran - 5 Ocak 2010 (19:14)

Son derece içtenlikle kaleme alınmış güzel yazınızı okurken şöyle bir düşünce geçti aklımdan…

Böyle bir yazı lise yıllarında edebiyat dersinde okutulsaydı ve "yazının ana fikri nedir" diye sorulsaydı cevabım ne olurdu acaba…

"Geçmişe duyulan özlem mi" derdim yoksa "her ne olursa olsun korkularımızın üzerine gitmek mi" ?

Benim cevabım "geçmişe duyulan özlem" olurdu herhalde.

Neden derseniz, gün geçtikçe daha da karışan ve yüreğimi acıtan içinde yaşadığımız ortamı gördükçe, duydukça, çocukluğumu ve genç olduğum yılları ve o zamanları öyle arıyor ve öyle sık düşünüyorum ki.

O zaman üzüldüğüm ve beni çok mutsuz ettiğini sandığım konuların aslında incir kabuğunu doldurmayan şeyler olduğunu malesef geç de olsa anladım.

Teknoloji bugüne göre kıyaslanacak olursa yok sayılırdı ama çocuklar olsun, gençler ve yetişkinler olsun mutluydu, en azından benim ailem, yakın veya uzak çevrem mutluydu…

Tek eğlencemiz olan radyoda perşembe günleri akşam 9'da yayınlanan "radyo tiyatrosu", gündüzleri sabah 10'da başlayan "arkası yarın", yine "Orhan Boran ve Yuki" programları unutulabilir mi?

Neyse satırlarımı fazla uzatmayayım korkular falan derken bu sefer de fazla derinlere dalıp çıkamamaktan korkarım da:)

Elleriniz dert görmesin sevgili doktor'cum; buruk bir tebessümle de olsa yine bana hoş bir nostalji yaşattınız, kaleminize ve o güzel gönlünüze sağlık.

İclal Arpınar - 6 Ocak 2010 (20:15)

Sanırım 6 yaşındaydım. İstediği kazağı giymediğim için annem tarafından cezalandırılmış düğüne götürülmemiştim. Kazağı kaşındırdığı için giymek istememiştim (hâlâ da yünlü kıyafetler kaşındırır) annem ise kazağı giymemek için haklı bir sebebim olacağını düşünmemişti. Nihayetinde gaz lambasının titrek ışığında evde tek başınaydım. Bir süre sonra lambadaki gaz yağı bitti ve titrek ışık yerini, hayallerimde bir sürü cin peri hikâyesine mekân olmuş bir eve bıraktı.

Karanlıkta oturup beklemek ile yaklaşık 1,5 km lik yolu yalnız başıma gidip düğüne katılmak arasında tercih yapmak durumundaydım. İkinci alternatif yolun karanlık ve köyde çok fazla başıboş köpek olması nedeni ile daha tehlikeliydi ama yine de onu tercih ettim. Her bir taşını ezbere bildiğim yoldan düğünün olduğu meydana kadar belki bir nefes kadar kısa, belki de son nefes kadar sonsuz bir sürede koştum. Ulaştığımda; titreyen bacaklarımın yanında şartlara yenilmemenin verdiği mutluluk vardı. (Kuyruğu dik tutmayı başarmıştım). Bu duygunun tadını aldıktan sonra korkularımın yapmak istediklerime engel olmasına izin vermedim bazen de veremedim.

Yorucu bir iş gününün ardından güzel yazınızla bana o günü hatırlattığınız için teşekkür ederim.

Neşe Taşkır - 6 Ocak 2010 (00:00)

Hüsniye'den Vizite'ye başlıklı son yazınızı, bir hekim ağabeyimin önerisi ile okudum, ardından diğer yazdıklarınızdan dokuzuna baktım, her birini birer solukta okurken, bir yandan da tekrar dönüp sindire sindire okumam gerektiğini düşündüğümü farkettim. Hayatını proglamlamayı becerebilen, dış dünyayı kendi tercihlerine göre hizaya sokmayı başarabilen güçlü insanlardan biri olduğunuzu zannetmeye başlayınca, Zat-ı Âli'nize hayranlığım daha da arttı… Google'da isminizi yazınca cemalinizi de temaşa eyledim…

"Çalıştığınız kurumda sizden başka haftanın beşinci günü mesaisini 09-12 ile sınırlayan birisi daha var mı?" diye bakınca, bir pediatrist ağabeyin de 11:30'da mesaisini sonlandırdığını gördüm bayrama hürmeten… 89 İst Tıp mezunuyum, Zile'de doğmuşum, Sarıkamış-Karakurt'ta mecburi hizmetimi yaptım 90 -91'de…

Facebook da isminizi yazdım ama mail adresinizi bilmediğim için detaylı arama yapamadım… Belirgin bir konu başlığım yok ama sizinle tanışmak bilişmek halleşmek dostunuz olmak isterim… Arzederim…

Yaradan, sevdiği kulları hatırına, bizleri de sevdiği kulları arasına alsın. S Selamile Ali Adil.

Not: Mail adresime kısa bir selâmınızı dört gözle beklemekteyim.

Dr Ali Adil Güneren - 9 Şubat 2010 (23:56)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

75
Derkenar'da     Google'da   ARA