Patronsuz Medya

Konuş yavrum konuş

Ahmet Faruk Yağcı - 21 Kasım 2009  


Bugünlerde duygularım karmakarışık. Haber seyretmeye de, ciddi ciddi gazete okumaya da mecalim yok. Mecalsizliğimde domuz gribi salgını sebebi ile gece gündüz çalışıyor olmam da sebeptir mutlaka.

Bununla birlikte, akşamlara kadar saniye durmadan hasta baksam dahi fazlaca yorulmadığımı, akşam haberlerini seyrederken yahut internet ortamında gazete okurken mefluç olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.

Küfürbaz bir ihtiyara dönüşmekte olduğumu da.

* * *

Cerrahpaşa'nın karşısında üç katlı bir kıraathane vardı. En koyu solcular en alt katta, orta halli solcular orta katta, sağa sola karışmayan şehirli elemanlar da üst katta takılırlardı. Fazla bir farkı da yoktu bu mekân dağılımının. Neticede Cerrahpaşalı olmak kavramı "kâğıt oyunlarında ehildir" muhayyel sertifikasını da içerdiği için her katta alabildiğine oyun oynanırdı. Kendini sağcı olarak tanımlayan benim gibiler ise arka sokaktaki kıraathaneye takılırdı.

Arka kahvenin müdavimleri arasında mahallede mukim, fötr şapkalı, emekli amcalar da vardı. Bunlardan birisi bir kez görüldüğünde asla unutulmayacak tipe ve giyinişe sahipti. İçinin yeleğini asla ihmal etmediği kol ağızları yağ bağlamış kahverengi takımı, Ecevit mavisi gömlekleri ve çözülmeden çıkartıldığından kördüğüm olmuş kırçıllı kravatları, üç dört günlük sakalı ve bardak dibi gözlükleri ile nerede görseniz tanırdınız.

Yetmişlerinin sonunda olmalıydı. Sabahın erken saatinde kahveye gelir. Sırası ile, alınan bütün gazeteleri okur, dişsiz ağzını değişik şekillere sokar, sık sık gözlüğünü düzeltir ve zaman zaman ağzından hayret, beğenmeme, kızma gibi hisleri ifade eden sesler çıkartırdı. Tam bir huysuz ihtiyardı.

Rahmetli Oğuz Aral kabrinde rahatsız olmasın isterim, lâkin huysuz ihtiyar dediğin böyle olurdu.

Daha geç kalkan amcalar geldiklerinde bizimkisi elinin altındaki gazeteleri vermekte nazlanır ya da homurdanarak verirdi. Muhabbetler ve lâf atmalar başlar, gazete okuyanlar diğerlerine okuduklarından bahsederek konu açarlardı. Gün ilerledikçe diğer yaşlılar aralarında siyasi tartışmalar yapmaya başlarlar, sesler yükselirdi. Bu sıralarda kadim CHP'lileriden birisi, içinde "Atatürk, tertip, nizam, vatan, millet, Kore, eğitim" geçen ve giderek yüksek perdeye ulaşan bir nutka başlardı. Enikonu kızgın anlatırdı üstelik. Hiç bir siyasiyi beğenmeyen, çözümleri sert tedbirler başlığı altında özetleyen bir kıraathane konuşması irad edilirdi. Kenardakilerin müdahalesi ile ses yükselirdi ve bilmeyenler kavga çıktı-çıkacak gerilimine itilirdi.

Biz kenar masanın gençleri malûm zamanın geldiğini hissedip birbirimize göz kaş ederdik. Konuşmanın en tepe noktasında bizim huysuz ihtiyar konuşana doğru "konuş y_rağım!" diye ünlerdi. Biz yerlere yatarken ihtiyarlar daha şiddetli bir tartışmanın içine doğru girerlerdi. Huysuz ihtiyarın dudak kenarlarında biriken tükürükler yerlerinden ayrılarak uçmaya başlarlar, camdan uygun ışık gelirse masaya doğru süzülen inci tanelerine dönüşürlerdi.

12 Eylül 1980 darbesine sadece dört gün kala kayıt yaptırdığım ve darbeyi müteakiben eğitime başladığım Cerrahpaşa Tıp Fakültesindeki altı senelik tahsilim boyunca bu sahne mütemadiyen tekrarlandı. Kahvehane bizim olmazsa olmazımızdı. Ders de çalışırdık, tavla da oynardık, maç da seyrederdik. Sabah dersinin olmadığı, yahut kaytarıldığı zamanlarda da ihtiyarlar tarafından icra edilen tuluat tiyatrosunu. Bizim amca az ama etkili konuşur, başkası nutuk çekerken de bir boşluk anını yakalar "konuş y_rağım" derdi. Her defasında deliler gibi gülerdik. Çocuktuk.

* * *

Ağzımda dişler şimdilik sağlam. İki eksik, üç de dolgu ile ellili yaşların kapısına geldik. Eh gıdık sarkmadı, saçlar da pek dökülmedi, sadece beyaza döndü. Kılık kıyafete de gereken önemi verince sağlam orta yaşlı rolü bünyeye tam oturuyor. Gel gör ki ortam beni her geçen gün huysuz ihtiyara dönüştürmekte. Televizyon seyrederken alt çenem öne doğru çıkmış, gözlerim nefretle dolmuş, elim kolum tehditkar şekilde ileri doğru hareketlenmiş halde ve "konuş y_rağım" derken buluyorum kendimi.

Adam çıkmış ekrana göz göre göre yalan söylüyor. Vatan, evlâtlarımız, şehitlerimiz, kanla sulanmış topraklar diyor. Üniter devlet diyor. Irak'ın toprak bütünlüğünden, dış düşmanlardan, tek dil ve tek yürekten bahsediyor. Adam vatan söz konusu ise gerisi teferruattır diyor. Tam bu sırada patlıyorum.

"Konuş ulan konuş! Elalemin çocukları üzerinden vatan ve teferruat konuşmaları yapmak kolay!" diye bağırıyorum. "Az vatan, az misak-ı milli, az kurtuluş savaşı, ortaya karışık Nutuk, bolca Atatürk ver. Tatlı olarak dış düşman, üzerine de dahili bedhahlardan koydun muydu senden iyisi yok!"

* * *

Tarihe kayıt düşmek adına söylemem gerekir ki bu yazının yazılmasında ana amil Onur Öymen'in yaptığı talihsiz konuşmadır. Aklımız erdiğinden beri bilirdik o kibar faşistlerin böyle düşündüğünü de kimseye anlatamadık yıllar yılı. Yaradanın takdiri, adam ağzından çıkanlara mani olamadı. Malûm, kendinizi ne kadar tutarsanız tutun bazen ağzınızdan çıkanlara mani olamazsınız. Akım demeye çalışırken ağzınız kömür karasıyım diye bağırıverir.

Haydi bunu da geçtim. Daha evvelki bir zamanda terörü önlemek için "Sri-Lanka Yöntemi" ile müdahale öneren birisinden adam kesmeyi güzellemek dışında bir tavsiye beklemek saflık olurdu. Peki, onu mazur göstermeye çalışan koroya ne diyecektik?

Bu kadar efendi adama nasıl "faşist" dediğimizi soruyorlar. Sonra da ekliyorlar: "Bunca dili bilen, ülkemizi yurtdışı platformlarda temsil etmiş olan, bunca Atatürkçü, bunca vatanperver birisi faşist olabilir mi?"

"Olur olur, mis gibi olur" diyorum içimden yüzlerine karşı.

Cumhuriyetimizin kurucu kadroları da böyleydiler. Güzel giyinilirdi Ata'nın huzurunda. Güzel konuşulurdu. Erkekler jilet gibi kıyafetli, sinekkaydı tıraşlıydı. Kadınlar modaya uygun saçları, kelebekmişçesine elbiseleri, moda dansları bilmeleri ile öne çıkarlardı. Hani Aşık Veysel'in gerisin geri memleketine postalandığı, nezaketin doruk yaptığı zamanlardı. Kavaklıdere'deki büyükelçiliklerin civarına çıplak ayaklı köylülerin sokulmadığı tertip düzen timsali asr-ı saadet zamanları…

İstiklâl mahkemeleri nizamın tesisi için darağaçlarını kurduğu zamanlardan kalan bir geleneğin temsilcisidir Onur Öymen. Dili güzel kullanan, güzel giyinen, temsil yeteneğine sahip bir adam olabilir ama yine de konformisttir, ölümün ve kan dökülmesinin çare olduğunu içselleştirmiştir.

Mesele anlamaksa, onu anlarım. Onu savunanları da anlarım. Ama birileri çıkıp da "siz Onur Bey'in faşizan eğilimlerinden bahsediyorsunuz. Peki, Atatürk de faşist miydi? Celal Bayar faşist miydi? İsmet inönü faşist miydi?" şeklinde konudan saptırıcı mugalâta yapmaya başlarsa ben de kantindeki o çocuklar gibi "konuş yavrum konuş!" derim. Darılmaca yok.

Yorumlar

Az önce grup toplantısında konuşma yapan sayın Baykal'ı büyük bir inkisar-ı hayale uğrayarak dinledim. Maalesef geçmişle yüzleşebilme cesaretini gösteremeden sehil olan unutma, bilinç altına atma yolunu intihab emiştir. Ki allah ömür versin, 62 yıl daha beklemeden biriken bu psikoz CHP' gillerin çok daha sık diline geliverecektir. Benim ulvi hasletlere sahip anadolu halkım incinse de incittiğini belli etmemiş, ancak bu son seferde öyle bir incinmiş ki ekmek derdine düşen Baykal'ın şirinlik yapacam derken 3 ismi yan yana koyarak zırvalamasına neden olmuştur. Muhalefetteki ak sakallı dinozorlar ölmedikçe bu ülkede demokrasi adına güzel şeyler olmaz. Baykal bunu anlayamadı…

Hendese - 24 Kasım 2009 (17:12)

Konu hakkındaki haklı şikâyetler dikkate alınarak 1500 vuruşluk limitin 2000 vuruşa çıkartıldığını bildirir, fikri hür cümlesi bol Türk milletine en derin saygılarımı sunarım.

Büdütör - 24 Kasım 2009 (17:39)

Bazı yazılar insanın hayal dünyasında sahne kurar ve orada canlanır, ya olduğu gibi ya da gönlünüze göre değiştirerek izler eğlenir, güler, ağlar duygulanırsınız.

Doktor'un bu yazısı da öyleydi. Kendi hikâyesi çok eğlenceli olduğu halde; bana kurgulattığı meclis oturumunda Dersim bağımsız milletvekili huysuz ihtiyarı, Onur Öymen'i dinlerken düşledim; ihtiyar en terbiyeli tavrını takınmış, ağzını açmamak için, dudaklarını ısırıyor, ıkınıyor, sıkınıyor olmuyor. Disiplin soruşturmasını göze alıp kürsüye sesleniyor. Konuş y… M konuş…

Saygılarımla.

Mazhar Candan - 28 Kasım 2009 (20:16)

Halil Berktay Taraf'taki yazısında Onur Öymen'in gafını taşları yerli yerine oturtarak yorumlamış.

"Tarihî bakımdan yok olmaya yaklaşan bütün hakim sınıflar, son bir çırpınışla olağanüstü bir direnç ortaya koyarlar."

"Gericiler son tahlilde kaldırdıkları taşı kendi ayaklarına düşürürler. Bu, onların ortak kaderidir."

Bir zamanların (Mao'nun) Küçük Kızıl Kitap'ındaki alıntılardan ikisi, aklımda aşağı yukarı böyle kalmış. Ne kadar basit ve yalın olursa olsun, bence bunlar şu Onur Öymen olayına esaslı surette ışık tutuyor.

Gerçekten de Onur Öymen'in yaptığı tam budur; zar zor kaldırdığı bir taşı kendi ayağına düşürmek. Atatürk'ü öne sürerse herkesin zınk diye duracağını; Dersim'in zaten süren ve pekişecek tartışılmazlığının ise Kürt açılımına set çekebileceğini sandı.

Öymen bugün toplumda özgür düşünme cesaretinin nerelere varmış olduğunu hiç ama hiç tartamamış. Zira tam tersi oldu: Herkes ansızın Dersim vahşetini hatırlayıverdi. Hava bombardımanının, katliamların, mağaralara zehirli gaz atılmasının on yıllar boyu birikmiş, unutulmayan anıları püskürüp satha çıktı. Ve Atatürk kültünde ilk ciddî hasara yol açtı. Yeni bir de-sakralizasyon dalgasının, şimdiye kadar ulaşmadığı yerlere ulaşmasını sağladı."

Dersim ve Tiananmen (Halil Berktay - Taraf)

Kim İl Sung - 12 Aralık 2009 (15:19)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

90
Derkenar'da     Google'da   ARA