Patronsuz Medya

Yeşil biber kokusu

Ahmet Faruk Yağcı - 14 Mart 2009  


Ergendik. Meraklıydık. Yerimizde duramazdık. Yalnızlıktan çok sıkılırdık. Yorulunca dinlenmeyi, acıkınca yemeyi bilmezdik. Yarım ekmeği, içine Allah ne verdiyse koyup gövdeye indirdikten sonra anlardık acıkmış olduğumuzu.

Ve yine musluk altına havuz yaptığımız iki avucumuzdan kana kana su içtikten sonra göbeğimiz şiştiğinde anlardık ne denli susamış olduğumuzu. Dinlemeye de doymazdık, öğrenmeye de… Kimi zaman acıklı bir tecrübe ile de olsa her gün bir şeyleri heybeye atar, bir önceki günden daha bilgili hale gelirdik. Yorulmaya dirençliydik.

Top oynardık. Çok top oynardık. Sabahın erken saatlerinden akşamın asık suratla işten dönen babalar vaktine kadar. Ve mahalleden güzel kızlar geçtiğinde atardık en güzel çalımları. Yine de bir türlü konuşamazdık bizden daha hızlı gelişen bu yaratıklarla. Oyun aralarında ergen oğlanların hal ve telâşından acıktıklarını anlayan tombul teyzelerin işvelice evlerinin önüne çağırması ile koşuşturur verdikleri yiyecekleri kapışırdık. Göz hakkı zamanlarıydı. Kul hakkı zamanlarıydı. Sıcaklar tam sıcak olur, kışın soğuğu burun direğimizi sızlatırdı. Kimimiz yorgan altına erkenden girmeye başlamış, kimimiz az daha bön bakan tüysüz delikanlılardık. Çok ama çok da çirkindik. Seslerimiz çatal, ellerimiz kocaman, burunlarımız girintili çıkıntılıydı. Bu görüntüye bakmadan güzel olacağımızı zanneder ve saçlarımızı limon suyu ile yatırırdık. Şah iken şahmerdan olurduk. Yaşıtımız kızlar askerlik çağındaki abilere bakıyor diye de uyuz olurduk. Salaktık.

İzmit Körfezinin ucundan hemen sonra başlayan balçık arazinin devamında briketten yapılmış tüpgaz depoları ve sonrasında da eskiden bataklık olan bu kısımda yapılmış mahallemiz göze çarpardı. Gezdiğimiz şehirlerde oturduğumuz mahalleler içinde en geniş sokaklar ve en güzel oyun yerleri buradaydı. Top sahası büyüklüğünde bir arsası vardı ki devamlı oyun alanımızdı. Mahallenin altından İzmit Körfezi'ne dökülen bulanık bir dere akardı. Derenin kenarları su baskınlarına karşı set şeklinde yükseltilmişti. Yorulduğumuzda mahalle tarafındaki setin üzerine çıkar. Sırtüstü yatarak hayallere dalardık. Gök maviydi. Bulutlar beyaz ve uzak.

* * *

Erken kalkmıştım. Bunaltıcı bir temmuz sabahına işe erken giden baba ve meymenetsiz bir anne ile başlamıştım. Kadınları henüz tanımıyordum. Annemin gelgitlerine ve aslında sert adam olan babamın neden ayın bazı günleri vitesi boşa aldığına akıl sır erdiremiyordum. Kahvaltıda sadece domates ve ekmek yemiş, bir tane kocaman domatesi de kapının önünde ısırarak yemek üzere sebze sepetinden kapmıştım. Üstelik o gün ben de nalet mi nalet, asık suratlı ve huysuzdum. Kavga etmeli, birilerini kızdırmalı, dayak yemeli, çok top oynamalı, çok çok koşmalı, kızların olduğu yerlerden kaçmalıydı.

Çıktım. Evin önünde ayakkabılarımı bağlarken elimi betona değdirdim. Kaldırım aile reislerinin evlerinden yeni çıktığı bu saatte dahi ılıktı. Ayaklarımı asfalta koyarak kaldırım kenarına oturdum. Bir gün önce eriyen asfalt kısımları biraz sertleşmişti. Yine de elimdeki demir parçası ile zifte iz bırakabiliyordum. Cebimde hiç bir şeye yetmeyecek bir ikibuçukluk, sakızdan hediye çıkan futbolcu ve ünlüler serisi resimleri (belki 100 adet) ve standard marka transistörlü radyom vardı. Bol ve büyük cepli kot pantolon, anneannemin inatla firenk gömleği dediği mavi-beyaz kareli poplin gömlek, Raf marka konçlu bez ayakkabılar. Kıyafetim buydu.

Sokakta kimseler yoktu. Benim de eve geri dönesim. Yürüdüm. Önce ana cadde dediğimiz geniş sokak boyunca güneye doğru yol aldım. Evlerin bittiği yerde altıya altı maç edilebilecek çayırlık bir alan vardı (dikenlerinden dolayı tercih edilmezdi ve yağmur sonralarında bataklaşırdı). Bu alandan sonra oldukca dik bir eğimle çıkılan dere kenarındaki set gelirdi.

Oniki yaş, insanın çok güçlü, bir o kadar da gücünün farkında olmadığı bir yaştır. Bu yaşın insanı, iki metreye yakın yükseklikteki toprak setin üzerine üç adımda kolayca zıplayabilir, kilometrelerce kâh koşarak, kâh yürüyerek yol alabilir. Ben de öyle yaptım. Set üzerine fırladım. Körfezin tersi istikamete doğru koşmaya başladım. Hayatımın sonraki otuzu aşkın senesinde de sıkıntılı günlerde az ya da çok koşup feraha ermeye çalışacaktım.

Rüzgâr tam karşıdan geliyordu. Koştukça nefesim açılıyor, ayaklarım ağrıyordu. Sağ ayakkabım solumdan daha mı genişti? İlerideki fabrikanın ismi neydi? Arkamdan gelen bir soluk sesi mi vardı? Vardı. O köpekti. Gülümseyen kahverengi-elâ gözleri ve ıslak siyah burnuyla arkamda koşan o boz renkli köpekti. İçim sevinçle doldu. Artık yanımdaydı. Birlikte koşuyorduk. Setin hemen yanındaki evde oturan Ünsal isimli arkadaşımın kendine alıştırdığı, birkaç kez kafasını okşayıp beslediğim sokak köpeği. Dili kocaman dışarıda kimi zaman önümde kimi zaman da arkamda koşuyordu.

Dere kenarındaki yükselti giderek alçaldı ve daraldı. Etrafta mısır ve fasulye ekilmiş alanlar, tek tük evler ve uzaktaki bir fabrikadan başka bir şey kalmadı. Hava ısındı. Alnımda ter damlaları belirdi ve susadım. Dere kenarındaki set bitmiş, derenin suyu biraz daha berraklaşmış ve aktığı daha bir belli olmaya başlamıştı. Şimdi insanların yürüyerek sertleştirdiği bir toprak zeminden dere yukarı köpeğimle beraber yürüyorduk. Soran olursa "o benim" diyecektim. Evimden çok uzaktaydım. Bir köpeğim vardı. Macera güzeldi.

Derken bir mısır tarlasının yanına dikilmiş bir sıra kavağın altına geldik. Oturdum. Gölge iyi geldi. Soluk soluğaydım. Heyecan çoktu. Arkamı dereye, yüzümü de çok uzakta kamyon ve otobüslerin işlediği Ankara-İstanbul yoluna döndüm. Gözümün gördüğü yerlerde tarlalar, arsalar, sayısı beş ya da altıyı geçmeyecek bahçeli ev ve bir noktada da otlayan sığırlar vardı.

1970'li senelerde evlerin önünde gelen geçen içsin diye yapılmış su muslukları olurdu. Köpeğimin kafasını tapaşladım ve ayağa kalktım. Yakındaki iki katlı evden su içmek niyeti ile yeniden koşmaya başladık.

Patika. Yer yer çatlamış, yamrı yumru. Koştukça ayağım burkulur gibi oluyor, acıtmadan toparlıyorum. Tahmin ettiğim gibi evin önünde musluk var. Köpek hemen yanımda arka ayaklarının üzerine kalkarak ellerini musluğun altındaki kurnaya doğru uzatıyor. Suyu açıyorum. Hayvanın ellerine yüzüne su serpiyorum. İki avucumu birleştirip bir su oluğu yapıyorum, akan suyu kana kana içiyor. Ellerimi yalıyor farketmeden. Kurnanın kenarındaki güneşten çatlamış ve esmerleşmiş, ufacık kalmış beyaz sabunu alıp ellerimi yıkıyorum. Sonra iki avucumu birleştirip ortada toplanan suyu kana kana içiyorum.

Kadın üst katın balkonundaydı. Çamaşır asmış olmalıydı. Oturduğumuz evdeki alt kat komşumuz Gürcü Hatice teyzenin ikizi gibiydi. "Suyunuzdan içtik" diye bağırdım. Sesim çatallı ve alt perdeden çıktı. Anlamadı. Tekrar ettim. Bu defa daha yüksek perdeden. "Helâl olsun yavrum" dedi. Gürcü aksanıyla.

Dereyi yeniden bulduk. Mahallemiz görünmeyecek kadar uzaklaşmış, derenin kıvrımlarına uyarak uzunca bir yol almıştık. Bacaklarım sabah kalktığımdan daha diriydi ve neşem yerine geliyordu. Sıcak ise iyiden iyiye hissediliyordu. Geldiğimiz yöne doğru yola çıktık. Güneş epeyce yükselmiş ve ensemi yakmaya başlamıştı. Yola çıkalı iki saat kadar süre geçmiş olmalıydı. Yürüdük. Aralarda koştuk. Yürüdük. Damağım dilime yapıştı. Dudaklarımın kenarlarında yoğun tükürük toplanmaya ve kollarım iyice kızarmaya başladı. Öğlen ezanıyla beraber mahallemizin sınırlarına girdik. Eve gitmeyecektim. Caminin arkasındaki arsada takılmaya niyetim vardı. Öyle de yaptım. Kocaman bir kayısı ağacının altına uzanmadan önce şadırvandan su içtim.

Ağacın gölgesine uzanırken köpek de sağ yanıma yattı. Ellerini bana doğru uzatıp çenesini ellerin üzerine koydu. Ela gözleri ile bana bakmaya başladı. Aramızdaki anlaşmayı o an imzaladık. Babamın tayini çıkıp da o mahalleden taşınıncaya kadar peşimi bırakmadı. Ne çok yakın, ne de uzak. Beni sürekli göz hapsinde tuttu. Yemek suyuna batırılmış kocaman Trabzon ekmeği dilimlerini de mütemadiyen yuttu.

Uyku bastırdı. Cemaatin camiden çıkıp evlerine dağılmalarını kısık gözlerle izledim. Köpeğe bir bakış attım ve uyudum. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Yüzümü bir rüzgar yalarken uyandım. Okşanır gibi bir histi. Gözlerimi açmadım. Serin ve iyileştirici bir rüzgar, körfez kokmayan temiz bir rüzgar firenk gömleğimin yakasından, pantolon paçalarımdan girdi. Kollarımı, ensemi ve kafamı okşadı. Kollarımın tüyleri dikildi. Ürperdim. Rüzgâr içime iyice işledi. Yarı uykulu olarak ilkokul aşkım Nevin'i hatırlattı. Yüzünü kapalı gözlerimin önüne getirdim. Ve rüzgarın içinde kızgın yağda kızartılan hamur kokusunu hissettim. Ve yeni toplanmış koyu yeşil sivri biberlerin tuza batırılıp ısırıldığı anda hissedilen kokuyu duydum. Ve rüzgarla bir türk sanat müziği şarkısı geldi.

"Benim gönlüm bir kelebek, dolaşıyor çiçek çiçek" .

Ankara yolundan geçen bir otobüsün şanzıman sesi tabloyu tamamladı. Göğsümde mutluluk, coşkunluk, sükunet ve huzurdan oluşan karma bir doluluk hissedip o anın hiç bitmemesini istedim. Bitti. Gözlerimi açtım. Gülümseyen elâ gözleri ile köpek halen bana bakıyordu.

Daha sonraki yıllarımda her depresyon dönemini takiben böyle bir ferahlama dakikası yaşamış olsam da hiç biri o anın yüksekliğini bana veremedi. Halen her aklıma geldiğinde "acaba aynı sahneyi bir kez daha tekrarlayabilir ve aynı keyfi yaşayabilir miyim?" diye düşünür ve yağda kızartılan hamur kokusuna yeşil biber kokusunun bir daha öyle yakışamayacağını anlarım. Hüzünlenirim.

Yorumlar

"Saklambaç oynayan kaleye mum dikerdi. Gazoz kapağı biriktirilirdi. Dört ortalı harita metot defterleri, kırmızı mavi pelür kâğıtlarla kaplanırdı. Demirbank iyi günler diler, televizyonda Uzay Yolu, Kaçak, Tatlı Cadı oynardı. Mandolin kurslarına gidilir, bahçelerde pikaplar çalınır, Türk filimlerinde çocuklar "Size baba diyebilir miyim amca?" derlerdi.

Çit'in ötesi artık "Vadim Kadar Yeşil" değil.

Zaten kimsenin artık, " Çit'in Ötesine" gidecek gücü de yok!

Kelimeleriniz için teşekkür ederim Sayın Yağcı.

Yasemin Aydınlı - 17 Mart 2009 (11:03)

Cocuklugunuzu bu denli güzel hatirlayabildiginiz icin size gipta etmemek imkânsiz, ya da cocuklukta bile olsa, olumsuzluklari olumluluga cevirebilme sanatiniza mi desem bilemiyorum. Satirlarinizdaki pozitif enerji, anlatiminizdaki ustalik, siz yeniden bir kez daha yasayamayacaginizi düsünseniz bile, bizlerde yesil biber kokulu umutlarin yesermesine neden oluyor.

Madonna - 18 Mart 2009 (10:49)

Khaled Hosseini (Halit Hüseyin olmalı bizim söyleyişimizle), Afgan asıllı önemli bir yazar. Filmi de çok ilgi görmüş olan Uçurtma Avcısı (The Kiterunner) kitabını yakınlarda okudum. Kitabın yakın tarih için gösterge olabilecek birçok yanı var. Yine de hepsinin önüne geçen bir his göze çarpıyor: Çocukluk ve ergenlik zamanlarında yaşanmış güzel anlar asla unutulmazlar. Bahsettiğim kitap anayurdundan on binlerce kilometre uzakta ve olgunluk yaşlarındaki kahramanın ergenliğindekine benzer bir uçurtma yarışında ip çekmesi ile bitiyor.

Bendeki hisler de buna çok benziyor. Sırf hatırlamak adına iki-üç senede bir çocukluğum İzmirinin, Adapazarının, İzmitinin, İstanbul Fatih semtinin sokaklarını arşınlıyorum. Henüz kat çıkılmamış bir ev, bir eski depo, kesilmemiş bir ağaç, değişmemiş bir bakkal dükkânı beni mutlu etmeye ve anıları canlandırmaya yetiyor.

Yeşil biberler plastik gibi bu aralar, domatesler de inadına bayrak kırmızısı ve kokusuz.

Ahmet Faruk Yağcı - 19 Mart 2009 (22:56)

Hocam, Hosseini acaba "Hüseynî" olabilir mi? Yazılışına bakılırsa Fransızca grameriyle şey edilmiş gibi. Hatırlarsın belki, biz çocukken Anjelik filmleri vardı. Anjelik'in kocasını da Robert Hossein diye margip kökenli bir aktör canlandırırdı.

Bu arada, hazır bu kadar enerji doluyken, zahmet olmazsa benim çocukluğumun geçtiği Tirebolu'ya da uğrayıp oraları da yazar mıydın akıcı dilinle?

Tirebolu dedim de, gençliğimizin dayanılmaz üftadelerinden Claudia Cardinale'nin de aslen Libya'nın Tripoli kentinden olduğunu biliyor muydunuz? Tripoli (ya da Tri Polis) günümüzde "Tirebolu" diye de tercüme edilebilir.

Yıllar önce televizyonda seyrettiğim bir serüven filminin bir sahnesinde Norveç'ten silâh yüklenen bir geminin "Tirebolu'ya gideceği" söyleniyordu. Sonra bakıyorduk ki, gittiği yer kum tepeleriyle dolu bir çöl. Kahramanlar bedevilerle savaşıyorlar. Bizim kültürlü çevirmen eli değmişken Tripoli'yi "Tirebolu" diye çevirmiş.

Akşam akşam gevezeliğim tuttu yine.

Büdütör - 19 Mart 2009 (23:43)

Tirebolu'yu kendimce gezdim. On sene kadar oluyor. Çok sevdim. O sahildeki diğer kasabalardan ayrı bir havası olduğunu söyleyebilirim. Yeni algı düzeyi ile bir kez daha gezip dolaşmak isterdim doğrusu. Ama üstad, neticede bu durum çocukluk hatıraları peşine düşme ise görev senin.

Ahmet Faruk Yağcı - 20 Mart 2009 (10:39)

Güzelim yeşil biber kokusu güzel avrat otu kokusuna dönmeden biz esas konuya dönelim derim.

Hocam, haklısın, herkesin çocukluk anıları kendi vazife ve salâhiyetleri kapsamına girer, ikinci ve üçüncü şahıslara ahzü kabz edilemez.

Özgür, köfte dudak mevzuunu çaktırmadan boğuntuya getirelim. Zira "yenge" sitenin her satırını didik didik okuyor, mazaallah, hesap sorabilir.

Büdütör - 20 Mart 2009 (12:39)

"Kaç yıl yaşarsan yaşa, ömrünün en uzun yarısı ilk yirmi yıldır" demiş birisi. Ben de ahmet bey gibi o yılları arıyorum bu aralar. Yaşımızın gereği midir yoksa kuşağımıza özgü bir şey midir bilmiyorum. Yazılarınızda adeta kendimi buluyorum.

Hüseyin Diz - 21 Mart 2009 (12:02)

Değerli hocam bizi çocukluk günlerimize götürdünüz. Yüreğinize sağlık.

Benim babam emekli asker. Benim de çocukluğum anadolunun değişik illerinde geçti. Babam en çok çankırıda görev yaptı. Anlattığınız gibi yorulduğumuzu acıktığımızı bilmezdik. Annemiz elimize içine gül reçeli sürülmüş ekmekler tutuştururdu. Hava kararana kadar oynardık. Babalarımız gelmeden içeri girmezdik. Yakan top, çelik çomak, saklambaç en gözde oyunlarımızdı. İp atlardık. Beştaş 30 taş oynardık. Çok güzel günlerdi.

O zamanlar televizyonlar siyah beyazdı. Ben en çok radyo dinlemeyi severdim. Yanımdan ayırmadığım küçük bir radyom vardı. Perşembe akşamları radyo tiyatrosu dinlerdim. Ayrıca her gün saat 3 te okul radyosu olurdu. Orda bir pınar abla vardı. O pınar ablaya hayrandım. Adımı pınar olarak değiştirmek, onun gibi olmak isterdim.

Evler dediğiniz gibi tek katlı ve müstakildi. Harçlıklarımızla bakkaldan aldımız gazozlar çok tatlı gelirdi.

Ah çocukluğum çocukluğum ne tatlıydın sen. Ağaçlara tırmanırdım tıpkı bir keçi gibi. Evimizin bahçesinde bir vişne ağacı vardı. O vişnelerden annem reçel ve eşki yapardı. Vişneleri toplamak benim görevimdi. Bir keçi gibi ağaca tırmanır saatlerce vişne yoplardım.

Melâhat Erdoğan - 6 Nisan 2011 (09:26)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

99
Derkenar'da     Google'da   ARA