Patronsuz Medya

Kozmik Deprem Senaryosu

Ahmet Faruk Yağcı - 9 Mart 2010  


1969 sonbaharı olmalı. Babamla birlikte Fatih Caddesi'nin Malta çarşısına yakın kısmında Pirinççi Sinan Camii'nin karşısındaki sakallı berberdeydik. Devamlı berberimiz her zamanki gibi kolçaklar üzerine çocuk tahtasını koyup, koltuk altlarımdan kavrayarak üzerine oturtmuş, beyaz örtüyü boynumda dikkatlice iğnelemiş ve saçlarımı kesmeye başlamıştı.

Şalvarlı, yakasız gömlekli ve uzun sakallı, yuvarlak gözlüklü, sohbeti bol bir amcaydı. Canımı en çok sıkan "büyüyünce ne olacaksın?" sorusunu sorup cevap beklemeden "doktor ol, doktor!" diyen yetişkinlerdendi.

Yine de ona gitmeyi severdim, makineleri saçımı çekerek canımı acıtmaz, kafamı eliyle iterek öne eğdirmez, emir kipli sözlerle yönlendirirdi. O gün de alışılageldiği gibi ensemi makine ile almış, tepedeki kıvırcıklarımı ıslatıp makasla kısaltmaya başlamıştı.

Amerikalıların aya çıktığına inanmıyordu. Babam ısrar edince "çıksalardı zulmet olurdu, bakın kamerin ziyasına nasıl da nurlu parlıyor" diyor, babamı gülümsetiyordu. Babamın elinde patates baskılı bir gazete (muhtemelen Bugün) vardı. Aynadan berberin aslında sağ olan ama sol görünen elinin hareketlerine bakarak eğleniyordum.

Anlatmakta zorluk çekeceğim, ancak içimden buz gibi bir sıvının aktığını hissettiren bir uğultu duydum. O anda aynada berberin dehşet içindekini yüzünü gördüm. Tezgâha makası atışını, hızla dışarı çıkışını, kulağımda patlayan "Allahuekber!" sadasını, koltukta dalgalı denizde gibi sallanışımı, ayağa kalkan babamın koltuk altlarımdan tutup göğsüne bastırarak beni dışarı alışını, evlerden fırlayan insanların o zaman henüz restore edilmemiş olan yıkık camii önünde diz çöküp yüksek sesle dua edişlerini bugün gibi hatırlıyorum.

Ortalık bir anda mahşer yerine dönmüştü. Kadınlar ağlıyorlar, çocuklar çığlıklar atıyorlardı. Babamın eline sımsıkı sarılmış bacaklarının dibinde bu sahneyi seyrediyordum. Beyaz berber örtüsü halen boynumda iğneliydi ve ıslak başım üşüyordu.

Ne kadar vakit geçti bilmiyorum, dükkâna geri döndük. Koltuğa tekrar oturtuldum. Babama doğru dönen berber amca "çok büyük zelzeleydi" dedi. Babamın halen dudakları kıpırdıyordu. Ses çıkartmadı.

Traşım bitti. Eve doğru yola çıktık. Evimiz hepi topu altıyüz metre mesafede, Çarşamba'daydı. Yürüdüğümüz sokaklar insan seliydi. Hava kararıyordu. Evlerde radyolar son sesinde açılmıştı. Açık camların önünde küçük gruplar halinde insanlar haberleri bekliyordu.

Annem başında beyaz mermerşahiden namaz örtüsü ile kapıda karşıladı. Rengi kireç gibiydi. Bana sarılıp ağlamaya başladı. Babam evin odalarını gezerek duvarlara, köşelere, pencere kenarlarına baktı. Bir kaç kere "maşallah!" dedi. Sofranın hazır olup olmadığını sordu. Annem kafasını olumlu şekilde salladı.

* * *

Aradan ilköğrenim, ortaöğrenim geçti. Berber ve cümle ahalinin isteği gerçekleşme yoluna girdi ve Tıp Fakültesi'ne gitmeye hak kazandım. İlk üç sene güzel geçti. Çalışkan sayılırım. Okulumdan memnunum. Üçüncü sınıfın final döneminde Mikrobiyoloji sınavındayız. 1983 yılı Haziranı. Nasıl lokum bir sınav. Soruların tamamına yakınını yapmışım. Köşegenimde oturan, şimdilerde aynı fakültede profesör olan arkadaşım Fehmi Tabak'a elimle "mis… mis!" manasına gelen işareti çakmışım. O da göz kırparak karşılık vermiş. Keyifler gıcır.

Birden anfinin blok halindeki sıraları sallanmaya başladı. Binanın birinci bodrum katındaki küçük anfideyiz. Bir nevi yerin dibi. Derken duvarlar çatırdayarak hareket etmeye başladı. Kısık sesle besmelemi çektim. Kendimi sallantıya bıraktım. Yumuşak salınım hareketleri sert bir vurma ile doruğa ulaştı ve yavaşlayarak durdu. Ellerim titreyerek son soruları da yaptım. Gözetmenimiz de çıkmamıştı. Hemen kâğıdımı verip fırladım. Merdivenleri koşarak çıktım. Önce zemin seviyesine, sonra da cümle kapısından dışarıya.

Dışarıda o tanıdık kalabalık karşıladı beni. Gülümsemeye çalışan insanlar. Gözlerde bulutlu bakışlar. İlle de depremden konuşarak korkuyu atma isteği. Eve gidiş. Yatarken duvarlarda göz gezdirme ve içe yerleşen, günlerce sürecek olan o korku…

* * *

Ortak hafızamızda yer eden son büyük felâket 17 Ağustos depremi. Gece yarısı dipten gelen o uğultu ve itme hissi ile uyanmak. Bir ömür uzunluğunda süren o sarsıntı. Sekizinci katta olmanın teslimiyetçi hisleri. Sonra yaşadığına sevinmek. Şehrimizdeki kabul edilebilir hasar. Çevreden alınan korkunç haberler. Günlerce uyku uyuyamama. Her seste irkilme. Aylarca süren tedirginlik.

* * *

Son aylarda dünyanın birçok yerinde şiddetli depremler oluyor. Haiti, Şili, Sumatra derken bu günlerde Elazığ-Karakoçan'da deprem yaşandı. Kerpiç evler yıkıldı. İnsanlar öldü. Tatbikat gibi hızla müdahale edildi. Enkaz kaldırmasından sağlık yardımlarına kadar olabildiğince hızlı bir çalışma gözlendi.

Buraya kadar güzel. Ya daha büyük şehirlerde çok şiddetli depremler olursa ne olacak? Konuyla ilgili sayısız gazete haberi okuduk. Neymiş? Japonların 7.5 Richter büyüklüğündeki İstanbul depremi senaryolarına göre şu kadar bin insan ölecekmiş, şu kadar insan evsiz kalacakmış, şu kadar yangın olacakmış. Su borularının yüzde bilmem kaçı çalışmaz hale gelirken, doğal gaz hatlarında yüzde filân kopma yaşanacakmış. 7.0 Richter şiddetindeki depremde ise…

Her sabah penceremden şehre bakarken yıkık olmadığına şükrediyorum ve olası bir depremde ölenler, hastanelik olanlar dışında sağlam kalanlar için ne tedbirler planlandığını merak ediyorum.

* * *

Büyük yıkımlarda en önemli problemlerden birisi de sonrasındaki asayiş zaafı. 19 Ağustos depremi sonrasında devletin müdahalesi gecikmişti hatırlarsanız. Bu dönemde bölgedeki yıkıntıların kötü niyetli insanlar tarafından dolaşıldığını ve -kendilerince- ölenlerin işine yaramayacağını düşündükleri malzemelere el koyduklarını hepimiz biliyoruz. Şansımız, iyi niyetli insanımızın çokluğunda. Ölümcül olabilecek yağma ve el koyma hadiseleri fazla yaşanmadı. İnsanlar yakınlarını korudular. Bir şekilde güvenlik sağlandı. Sosyal bir felâketin kıyısından dönüldü. Yine de anlatılan korkunç tanıklıklar var. Yukarıda ismi geçen sınıf arkadaşım Fehmi Tabak'ın yıkılmış, elektriksiz Adapazarı'nda bir gece vakti enkazları sessizce dolaşan gölgeleri anlatması ve yaşadığı korkuyu betimlemesi, dinlediğim anda benim de kanımı dondurmuştu.

Yukarıdaki deprem senaryolarının en kötüsünde tertip ve düzenin nasıl sağlanacağını çok merak ediyorum. Sağ kalırsam günlerce ailemden uzakta kalıp, gece gündüz insanlara yardım etmeye çalışmam gerekecek. Bu esnada belki görece güvenli bir ortamda olacağım ama ailem, yakınlarım, mahallem, evim nasıl bir tehdit altında olacak düşüncesinden kendimi alamıyorum.

Kozmik bürolarda mutlaka büyük İstanbul depremi müdahale senaryosu da olmalı. Hangi birlik hangi yolları tutacak, hangi bölük hangi mahallenin güvenliğini sağlayacak? Seyyar hastane ve fırınlar nerelere kurulacak? Oluşabilecek "suç mangaları" nasıl engellenecek?

Afet koordinasyon merkezleri ile askeri merkezler nasıl eşgüdüm halinde olacaklar? Halka yapılacak duyurular hangi elden ve hangi yollarla yapılacak? Kısacası akla gelebilecek onlarca soru ve bunların cevaplarını bilme isteği.

Bir afet planı mutlaka var. İşte bunun ana hatlarını bilmek, afet esnasında vazife alacaklar, koruyacaklar ve korunacaklar ile korunulacakların bilinmesi demek. Elbette kamuoyuna detayları açıklanmasın ama bu esnada uygulanacak detaylı bir planın varlığı da ilan edilsin.

Örnek verecek olursak, bir tıp mensubu olarak bana "olası bir afet halinde şu kadar saat içinde hastanenizin acilinde olacaksınız" şeklinde bir tebligat ulaşsa gönlüm daha bir rahat olacak. Bu tebligatın benzerlerinin memurinin cebinde, garnizon komutanında, emniyet müdüründe, mülkî erkânda, diğer doktorların ceplerinde olduğunu bilmek de beni ferahlatacak.

Afet anında ilk şoktan sonra hayatta kalan kritik personelin hemen kozmik plandaki yerini alacağını bilmek istiyorum. Hadımköy'den kalkan ZPT'lerin köşe başlarını tutacağını bilmek, mahallemde muhtarın polis ve site güvenlikleri ile eşgüdüm halinde çalışacağını düşünmek benim için çok önemli. Yararı tartışmasız bir kriz planı yapılırsa ancak bu konuda yapılır.

Muhtemel ciddi afet halinde karadüzen davranılmayacağını büyüklerimiz ilan etsinler istiyorum. Ve gecelerini bu senaryolarla uykusuz geçiren büyüklerimiz olduğunu umuyorum.

Yorumlar

17 Ağustos depreminden sonra 2 hafta kadar Adapazarı'nda kalıp gönüllü olarak işin bir ucundan tutmaya çalışmıştım.

O günlerde depremzedelerle ve yardıma gelenlerle rastgele sokak röportajları yapan bir Japon gazeteci (tipim Japon'a benzediğim için kan çekmiş olmalı:) benimle de ayak üstü bir söyleşi yapmıştı.

O zaman gazetecinin "Japon halkına bir mesajınız var mı?" sorusuna cevaben demiştim ki:

"Depremden sonra insani duygularla yardıma koşan herkes gibi sizin halkınıza da teşekkür ederim. Ama kişisel görüşüm şu ki, buradaki insanların ve Türkiye'nin en çok ihtiyaç duyduğu şey, para-pul, çadır, gıda gibi maddî yardımlar değil, onu kendimiz de sağlayabiliriz, Japon halkının deprem sonrası kriz ve kargaşa ortamını nasıl aştığına dair bilgi birikiminiz (know-how). Bizimle asıl bu bilgiyi paylaşırsanız büyük bir iyilik yapmış olursunuz."

Yaklaşık 11 yıl sonra bile deprem konusunda en çok ihtiyaç duyacağımız şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Sadece can kayıpları değil, o depremi yaşamış olan insanların yaşayacağı "post-stres sendromu" da hesaba katılmalı ve çorbada tuzu olabilecek herkese bu konuda şimdiden eğitimler verilmeye başlanmalı.

Oradaki 2 haftalık gözlemlerimin (10 buçuk senedir "yazmalıyım, yazmalıyım" deyip ertelediğim, novella uzunluğundaki anılar) bana öğrettiği ilk şey, deprem şokunu yaşamış insanların -çoğunun- en basit günlük ihtiyaçlarını karşılamakta bile aciz kalabildikleri yönünde.

Necdet Şen - 10 Mart 2010 (17:09)

Sevgili Faruk, gene bir solukta okunan, akıcı bir yazı yazmışsın.

Son 4 paragrafında belirttiğin kaygılarla ilgili olarak, seni rahatlatabilecek bilgilere sahibim, malûm nedenlerle. Ama bunları burada dile getirebilmek olası değil. İki nedenden dolayı: Birincisi, yerim dar. Neredeyse bir ansiklopedi cildi kalınlığında planlar bunlar. İkincisi, bunları buraya şöyle bir "çıtlatacak" şekilde yazsam, "vaaaay, planlara bak planlara!" muhabbeti işten bile olmaz.

Ama bunların ilin mülkî idaresi tarafından, bilgilendirme broşürleri seklinde mi olur yoksa belgesel televizyon programları şeklinde mi, mutlaka halka duyurulması gerekir derim. Dedim de! Dinlediler mi? Cık!

Özetle, inanamayacağın detaylarda deprem planı var İstanbul ili AKOM (afet koordinasyon merkezi) yapılanmasının.

Belki de vilâyete müracaat edip bilgi edinme yasası kapsamında bu bilgiler talep edilebilir, kimbilir.

Ya da bir masanın çevresinde oturup, iki lâfın belini kırmak güzel olur ne dersin!

Melih Özel - 10 Mart 2010 (20:51)

Önce müthiş bir gözlemleme yeteneğiniz olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim, sevgili doktorcum, aramızda 10 sene kadar küçük (!) bir zaman farkı olsa da, tesadüfen aynı semtlerden geçmemiz, çocukken benim yaşadıklarımı sanki bir de sizden dinlemiş gibi oluyorum.

Yine Fatih'in ara sokaklarındaki bir berbere (o zamanlar daha kuaför sözcüğü bilinmiyordu) annem de beni götürür ve koltuğun üstüne konan tahta rafa oturtulduktan sonra saçımı her defasında da "aligarson" modeli kestirtirdi, arkası uzun bırakılan buna mukabil yanları kısacık kesilen bir saç stili…

O gün bugündür sadece arkası uzun bırakılmış saçtan nefret ederim, bu günün gençlerine yaşadığım o günleri anlatmakta ve inandırmakta hayli zorluk çektiği de itiraf etmeliyim:)

Gelelim deprem konusuna; sayın yorumcunun belirttiği gibi ben de bu konuda gerekli hazırlıkların ve çalışmaların yapıldığına inanıyorum, apartmanımızın iç duvarına birkaç ay önce bir tabelâ konuldu, şunlar yazıyor, "afet anında bu binadakilerin toplanma merkezi… Parkıdır."

Ben de yaşadığım Şehr-i İstanbul'umuzda büyüklü küçüklü çok deprem gördüm. Bir defasında çalıştığım iş yerindeki odamın karşı binanın duvarına gidip gidip geldiğine, bir defasında da yürüdüğüm caddenin gözümün önünde yarıldığına şahit oldum…

19 Ağustos depremini ise o tarihte İstanbul'da olmayıp tatilde olduğumdan yaşamadım, halbuki 18 veya 19 Ağustos'ta dönmek için çok çaba sarfetmiş günlerce beklemiş ve bir türlü bu tarihlere uçak bileti bulamamıştım, dönüş biletimi mecburen 20 ağustos gününe istemeye istemeye almak zorunda kalmıştım…

Nereden bilebilirdim ki o günlerde beni çok üzen bu olayın henüz 11 yaşında olan oğlumu depremin getireceği endişe ve korkudan uzak tuttuğunu.

İclal Arpınar - 29 Mart 2010 (22:30)

Deprem = İstanbul Depremi. Ufku İstanbul'daki kendi tatlı hayatıyla sınırlı memleket medyasının deprem olgusuna bakış açısı bu.

Meselâ, şöyle bir sorunun cevabının arandığına ben şahsen hiç tanık olmadım:

Dünyanın her yerindeki irili ufaklı depremlerde günlerce enkaz altında -susuz- kalan ve kurtarıldıktan sonra hayatının geri kalanını kronik böbrek hastası olarak geçiren kaç kişi var?

Bunun istatistiği tutuluyor mudur acaba bir yerlerde?

Ya da diğer organlarından birini yitiren ya da hayat boyu devam eden sağlık sorunlarıyla yaşamak zorunda kalan insanların sayısı?

Galiba şunu idrak etmemiz gerekiyor: Deprem, sadece gelecekte olacak olan ve çok can alacağı tahmin edilen bir olgu değil, olup bittikten sonra da etkilerin devam ettiren bir şeydir. Yani, anlık değildir; süreçtir.

Medyanın histerik yayıncılık anlayışı yüzünden, kendi başına gelecek olan küçük kıyameti bekleye bekleye zihnen sakatlanmış olan insanlar da bu sürecin bir parçası sayılmalı.

Selim Atak - 5 Aralık 2010 (20:54)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

90
Derkenar'da     Google'da   ARA