Patronsuz Medya

İsmail

Ahmet Faruk Yağcı - 10 Nisan 2012  


Kupkuru İsmail. Çenesi incelmiş. Avurtlar çökük. Alnı da ağzı da kulakları da kafasına büyük geliyor. Dişleri bembeyaz, kocaman gülüyor. Kirpikleri uzun. Gram yağ barındırmayan vücudu ve boyu ilkokul beş tahmini yaptırıyor. Ortaokul üçte. Kürt. İstanbul doğumlu. Berber çırağı. Üvey anne sahibi. Üvey kardeşleri çok. Yemek az, doyacak boğaz çok bir ortamdan geliyor.

Bir önceki berber ziyaretinde benden indirdiği beş kâğıdın heyecanı ile kapımı açıyor. 'Hocam' diyerek konuşuyor. Elleri örümcek ayakları gibi, öyle incecik parmakları var, öyle esmer, öyle simsiyah gözlü İsmail. Gözlerini kaçırıyor. Utangaç. Ben kapıdan girerken ustasına unutmuş olma ihtimalimi sormuş. Çekingen bakıyor. Çarpım tablosunu halen bilmiyor. Son geldiğimde altıları sormuştum. Teklemişti. Utanmıştı. Kaşlarımı çatıp, sonraki ziyaretimde sınav yapacağımı söylemiştim.

Koltuğa oturuyorum. Sol omuzum üzerinden aynadaki yüzüme bakıyor. Öyle küçük, öyle üçgenimsi bir kafası var. Aynada kafalarımız dünya ve uydusu ay modelleri gibi duruyor. Göz kırpıyorum. Utanıyor. İçecek alıp almayacağımı soruyor. İstemiyorum.

Sonra eline bez alıp diğer iki ünitenin temizliğini yapıyor. Enikonu ustalaşmış. Bir senesini dolduruyor bu dükkânda. Elleri motor gibi çalışıyor. Toz alıyor. Aynalara su sıkıp kuru bezle silip parlatıyor. Yan gözle bana bakıyor. Okuldaki ikinci dönemin nasıl gittiğini soruyorum. 'Matematik hariç iyi hocam!' diyor. Biraz sesimi yükseltip 'yediler?' diye sual ediyorum. Ustası cevaplıyor: 'Yok hocam, yedileri daha bitiremedik.'

* * *

Bu dükkânı seviyorum. Kapısında koskocaman "kuaför salonu" yazsa da, neonlu üzerinde yanıp sönen bir makas olan levhası olsa da burası gerçek bir dükkân. Tek bir sahibi var. Kalfa yok, ortak yok. Çırak var. İsmail var. Üç tane berber koltuğu, üç lavabo, güzel deri koltukları, iç bölümde mutfak tezgâhı olsa da asla bir kuaför salonu falan değil burası. Berber dükkânı. LCD TV, telsiz internet bağlantısı ve klima asla burayı lüks bir kuaföre değiştiremiyor. Dükkân olma hali devam ediyor.

Burada İsmail var, burada insaf sahibi bir usta var. Kısmetin ne olduğunu müşahhas olarak görebildiğiniz bir usta-çırak ilişkisi var. Psikolog arkadaşım 'çocuk canlısı tatlı sert otorite ister' demişti. Buradaki ilişkide tam da bunu görüyorum. İsmail göze girmeye çalışıyor. Sürekli hareket ediyor. Az konuşuyor. Hep bakıyor. Sessizce dinliyor. İsmail andımızı ezbere bilmiyor.

* * *

Her gelişimde beş kâğıdı cebe indiren İsmail bana hem sevecen hem de mesafeli. Muhtemelen 'güzel bahşiş veriyor ama soruları olmasa daha iyi olacak' diye düşünüyor. Aramızda bir boş berber koltuğu bırakarak güzel güzel gülümsüyor. Ultraviyole cihazından temiz makas ve tarak çıkartıyor, ustasına uzatıyor. Usta ile muhabbetimizi dinliyor. Hastalıktan, sağlıktan, insanlıktan, vicdandan bahsediyoruz. Boy uzaması için gelişme çağında süt ve yoğurt tüketmenin öneminden bahsediyorum.

İsmail lafa karışıyor: 'Hocam ben büyür müyüm? Dörde mi gidiyorsun diye soranlar oluyor, gıcık oluyorum' diyor. Ben de onun çıraklığa başladığı günlerde ilkokul beş tahmininde bulunmuştum. 'Büyürsün İsmail, yeter ki iyi ye, sütünü iç' diyorum.

Ustası, alemde az kalmış güzel insanlardan. Bastırıyor tekliği ve gidip süt alıp yanımızda içmesini söylüyor. İsmail uçuyor. Yarım litrelik günlük sütle dükkâna dönüyor. Temiz bir bardak alıp oturuyor ve doldurduğu bardağa baka baka, dudaklarını yalayarak şişeyi bitiriyor. Aynadan çaktırmadan seyrediyorum. İkimiz de onun tarafına açıktan bakmıyoruz.

Yüzü gülen İsmail az daha yaklaşıyor. 'Sen ne biçim Türksün oğlum, andımızı bilmiyorsun' diyorum ciddileşerek. Ustası ülkücü, üzerine gidiyor. Ben de ona katılıyorum. İsmail bilmem kaçıncı kez andımızı okumaya başlıyor. 'Ülküm: Yükselmektir' diyor ve orada takılıyor. Arkası gelmiyor. Bana sevimli bir şekilde yaklaşıp 'Hocam üç sene oldu, ortaokulda unuttum' diyor.

Kızıyorum. Sesini kısıyor ve fısıldıyor. 'Biz kürdüz hocam.'

Sessiz kalıyorum. Ustası lafa karışıp 'Ya bu andımız saçma bir şey ya!' diyor. Kognitif yöntemlerin başarılı olduğuna güzel bir örnek. Buruk gülümsüyorum. Konuşmanın devamında, Van'a en son ne zaman gittiklerinden, üvey kardeşlerinden, babasından, sevdiği oyunlardan bahsediyoruz. Öz annesini hiç hatırlamıyor. Sınırlı sayılabilecek bir algısı olsa da hayata karşı olabildiğine açık ve öğrenmeye o derece istekli. Siyah zeytin gözleri fırıl fırıl dönüyor.

Kapının önünü süpürmeye gittiğinde ustası 'Okuyacağı yok keratanın ama sanat öğrenirse hayatı kurtulur' diyor. Başımı sallıyorum. İsmail, süpürgesi elinde neşeyle iş yapıyor, biraz da riyakâr. Yan gözle içeri bakıyor. Andımızı bilmese de olur. Üstelik kürt de. Çarpım tablosunu önünde sonunda ezberler. Onun zamanına askerlik de mecburi olmaktan çıkarsa iki kat kaymaklı ekmek kadayıfı.

Bu yaz boy atma zamanı. Büyü İsmail. Yürü İsmail…

Yorumlar

Doktor Bey, kaleminize sağlık… Uzun zamandır kontrol ediyordum, yoktu yazılarınız. Bu kadar ara vermeyin…

Meryem Özdemir - 11 Nisan 2012 (09:18)

Yazılarının tadını, söyleminin lezzetini özlemişiz sevgili Ahmet Faruk. Ne zamandır yeni yazılarını görmüyor, eski yazılarını tekrar okuyordum. Ağzına sağlık.

"Varlığım Türk varlığına armağan olsun!"

(Bak benim hâlâ ezberimde, ilk görüşmemizde harçlığımı isterim!)

Melih Özel - 11 Nisan 2012 (10:03)

Ta iktibastaki yazıları dahil beri okuyorum. Hoca her zamanki gibi. Çok güzel. Çok güzel hissettiriyor.

Harun Arslan - 7 Temmuz 2012 (13:43)

Harikasınız hocam. Yine gönlümüzün ve vicdanımızın bamteline dokundunuz. Yazınızdaki samimiyeti o kadar rahat hisettiriyorsunuz ki. Yüreğinize sağlık hocam…

Hasan Seyyitoğlu - 13 Temmuz 2012 (11:44)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

87
Derkenar'da     Google'da   ARA