Patronsuz Medya

Sinek

Ahmet Faruk Yağcı - 18 Haziran 2009  


Evin kapısından girdiğim anda havayı koklamış ve "ecza kokusu" diye düşünmüştüm. Çocukluğumdan hafızamda kalan bir kokuydu. Revir, dispanser, hastane gibi yerlere girdiğimde duyduğum o koku. Dezenfektanlar, ilâçlar ve insanlardan karışarak gelen bir kokuydu bu aslında.

Babama her defasında "Burası ne kokuyor?" diye sorardım, o da "Ecza kokusu çocuğum" diye cevaplardı.

Anadolu yakasının sakin bir semtindeki genişçe sokağın bakımlı apartmanlarından birinin son katına girdiğimde işte bu koku beni karşılamıştı. Karagümrük semtindeki verem savaş dispanserinde mikrofilm çekilme sahnesi gözümde canlanmıştı. 1969 du. Okul duvarlarında veremle nasıl mücadele edileceğine dair çirkin afişler vardı. Okuldaki karma aşı günlerinde de ortalıkta benzer bir koku gezerdi.

Hastanın odası koridorun sonundaydı. Bu mesafeyi babası ile beraber yürüdük. Karşılaşacağım tabloyu az çok biliyordum. Hali vakti yerinde bir ailenin ilk çocuğu, onyedi yaşında geçirdiği bir kaza neticesinde omurilik hasarına uğrayarak boyundan aşağısı felç olmuştu. 34 yaşındaydı ve o zamandan beri annesi ve babası hayatlarını ona vakfetmişlerdi.

Benzer vakalarla karşılaşmıştım ve böylesi aileler doktora hasta götürmektense doktoru eve çağırmayı tercih ederlerdi. Bakıma muhtaç hastanın hayatı yatak çevresinde geçerdi. Buna aile de hastanın kendisi de yıllar içinde alışırdı.

Oda hem doğuya hem de güneye bakan iki büyük pencereden gelen ışıkla aydınlanıyordu. Güneye bakandan bir miktar Marmara denizi ile Kınalıada görünüyordu. Her iki pencereyi de görecek konumda karşı duvara yaslanmış modern bir hasta yatağında yatıyordu Abi. Ona Abi adını daha sonraki senelerde takmıştım. Her cümlesine "abi" diyerek başlar, başka bir hitap kullanmazdı. Benimle yaşıttı. Ev ve eşyalar temiz ve kaliteliydi. Bulunduğumuz odanın açılan camları ince teller ile sineklere karşı kapatılmıştı.

Uzun boyluydu. Yatağa muhtaç kaldığı bu 17 sene içinde kolları ve bacakları birer süpürge sapı gibi incelmiş, gövdesi inadına kalınlaşmış, karnı da şiştikçe şişmişti. Kocaman kafası ve ince boynu ile alışık olmayanlar için bakılması zor bir tablo oluşturmaktaydı. İslâmî usulde kesilmiş ince bıyıkları, kocaman bir karadenizli burnu, öne doğru çıkık çenesi ve kafasında bir beyaz dantelden namaz takkesi ilk göze çarpanlardı. Konuşmaya başladığında uzun seneler İstanbulda yaşamış Doğu Karadenizlilerde olan hafif bir aksan farkediliyordu. Omuzlarından daha alt kısımlarını hareket ettiremiyordu. Sol kolundaki çok az hareket ile sadece TV uzaktan kumandasının ileri ve geri tuşlarını kullanabiliyordu. Tam karşısındaki duvarda da geniş ekranlı bir televizyon vardı. Odanın kalan eşyaları; üzerinde ilâç dizili bir sehpa, bir masa ve bir de ikili kanepe idi. İlaç sehpasında bir de tuğla duruyordu. Bildiğimiz tuğla, ki sonraki ziyaretlerimde bunun ne manaya geldiğini öğrenecektim.

İlk ziyaretimde bronşit olmuştu… Balgam çıkartmakta zorlanıyordu. Diyaframını kullanma konusunda önerilerde bulundum. Reçete düzenledim. Verdiğim antibiyotiklerden çok fayda gördü. Kontrol muayenesine gittiğimde neşesi yerindeydi. Benim gelme saatlerimde hazır olacak şekilde annesine börek yaptırmıştı. Taze demlenmiş çayla beraber böreklerimizi yedik. Annesi onu beslemede çok ustalaşmıştı. Orta boy lokmaları ağzına çatalla veriyor, dudaklarını ve çenesini diğer elinde tuttuğu kâğıt havlu ile siliyordu. Aralarda da az soğutulmuş çayını pipet ile içmesini sağlıyordu. Akça pakça, tombul, başı yemenili, yemyeşil gözleri her daim hüzünlü bir kadındı.

Bu ikram esnasında Abi bana gündelik hayatından, seyrettiği belgesellerden, Yaradanın büyüklüğünden bahsetti. Dehşet bir hafızası ve ona uyan güzel bir hitabeti vardı. İnsana ve konuşmaya hasreti çok belli oluyordu. Orada geçen bir saat boyunca hiç sıkılmadım. İlk bakışta zor dayanılacak olan görüntüsü giderek sevimli bir hal aldı, siyasi yorumları, belgesellerden bahsetmesi, dini açıdan anlattıkları çok hoşuma gitti. Gerçek bir mümindi. Sehpanın üzerindeki tuğla ile teyemmüm ediyor ve beş vakit namazını baş hareketleri ile eda ediyordu. Sonraki hayatım boyunca rastladığım sahtekârca ibadet eden birçok kişiyi zihnimde Abi ile karşılaştırdım ve her seferinde umutsuzca kafamı iki yana salladım.

Bir ziyaretimde "abi var ya insanın sineğini kovalamak için yardıma muhtaç olması ne demek bilemezsin" dedi. "Bu evin bütün camlarını tellerle kapattırdım, yine de bir yerde sinek vızıltısı duysam çıldırıyorum."

Durumunun bundan daha iyi ifadesi olamazdı. Omurilik felçlisi hastalarından şikâyet edenlere daima bunu anlattım. Sineğini yardımsız kovamayan adamın agresif olmasından daha doğal ne olabilirdi?

Daha sonraki senelerde ortalama altı ay arayla ve çeşitli vesileler ile muayeneye gittim. Her ziyareti serbest zamanlara denk getirerek sohbete zaman ayırdım. İnsan vücudu ile alâkalı bilgisi de gayet iyiydi. Kendi durumu hakkında tahminde bulunuyor ve umumiyetle tahminleri çıkıyordu.

Bir kış akşamında biraz telâşlı olarak eve çağrıldığımda ciddi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu hissettim. Son üç günde titremeler ile yükselen ateşi ve aşırı halsizliği vardı. Ağrı hissi olmadığından önemsenmesi gereken bir durumdu. Yarım saat içinde evine ulaştım. Aynı pozisyonda yatıyordu. Yanakları kıpkırmızıydı. Alnında terler boncuklanmıştı. Kocaman göbeği inip kalkıyordu.

"Abi bende iltihap var" diye söze başladı. Soluk soluğaydı. "Neremde bilemeyeceğim ama bir yerimde bir abse olması lâzım, yoksa bu şekil titreme yapmaz."

Sistemik muayenesini yaptım. Göze görünen bir rahatsızlık saptamadım. Sonra annesinin yardımı ile sol yanına çevirdik. Ellerimi arka tarafında ne çok bastıracak ne de yüzeyden geçecek şekilde orta şiddette bir baskı ile gezdirdim. İkinci turda kuyruk sokumunda ele gelen bir şişlik saptadım. Dikkatle muayene edince bunun derin dokular arasında gelişmiş bir abse olduğunu anladım. Abi haklıydı.

Kendisini hastaneye götürmemiz gerektiğini söyledim. Hemen ve gülerek itiraz etti. "Abi hastanede bunu açmak için anastezi parası da alacaklar, ben zaten anastezi halindeyim, ne olursun sen boşalt" dedi. İtirazlarım kâr etmedi. Paradan kaçmıyor, bildiğinden gayrı insanların sorularından ve bakışlarından kaçıyordu. İnadını kavradığımda ben de orada işlem yapma planlarına başlamıştım.

Evde tıbbî malzeme eksik değildi. İnce uçlu bir bistüri dahi buldum. Steril değildi. Bir tabağa epeyce dezenfektan koyup bistüri ile serum hortumundan kestiğim 20 santimlik bir parçayı içine attım. Ellerime eldiven giyerek hastayı annesi ve babasının yan çevirmesini istedim. Abseli kısmı dezenfekte edip bistüri ucu ile cilt ve ciltaltını geçtim. Birden koyu renkli ve kıvamlı bir sıvı fışkırdı. O anda da hayatımda hissettiğim en kötü koku odayı doldurdu. Adeta odaya sıvaştı ve soluk almayı engellemeye başladı. Keseceğim yerin altına bol miktarda gaz bezi koymuştum, abseyi ellerimle de sıvazlayarak boşaltmaya başladım. Koku daha da dayanılmaz hal aldı ve camları açtırmama rağmen odadan çıkmamakta direndi. İrin tamama yakın boşaldı. Delikten serum hortumunu sokarak güzel bir dren yaptım ve kalın gaz bezlerinin içine gömdüm. Flasterledim.

Sabitledikten sonra ayağa kalkarken gözlerimin önüne bir sis tabakası geldi. "Duman mı girdi acaba evin içine?" diyerek gözlerimi kıstım. Elimi gayrıihtiyari alnıma ve boynuma götürdüm, ter içindeydim ve gözlerim hiç görmüyordu.

Sonraki sahnede gözümün önünde tayf ışıkları vardı. Dikkatimi topladım. Aşağıdan yukarı doğru bir avizeye bakıyordum. Kristallerin arasından sızan ışıklar renklere ayrılıyordu ve garip bir mutluluk hali ile gülümsediğimi hissettim. Bitkin vücudum tere batmıştı. Tabii bayıldığımı da anladım. Hasta taşımakta tecrübeli ailede baba ve küçük oğul beni altıokka yaparak salona taşımış, ayaklarımın altına iki yastık yerleştirmiş ve ayılmamı beklemişlerdi. Ayıldığım anda yüzüme yayılan salak gülümseme onları da gülümsetmişti.

Karadenizli amca "az kaldı doktora doktor çağıracaktık" esprisini kaçırmadı elbette. Dünyanın en lezzetli meyve suyu ve yine en güzel suyunu, ardından da en hoş kokulu kahvesini içtim. Kendime geldikten sonra abi'ye veda etmeye arka odaya gittim. İçerisi halen binlerce lağım faresi ölmüş gibi kokuyordu. Abi mütebessim: "Allahtan kafayi çarpmadan bizimkiler tuttular seni" dedi. "Unut bunu!" dedim. Gülüştük.

Abi'nin yarası çok çabuk iyileşti. Akıntı haftasına kesildi. İki haftaya kalmadan da yara ağzı kapandı. Sonraki senelerde de bu hatıra aklımızdan hiç çıkmadı. Uzun aralıklarla yaptığımız sohbetlerde "deşilecek abse var mı abi?" diyerek gülmeyi ihmal etmedik.

Yorumlar

O kadar karmaşık duygular içindeyim ki, ilk defa nasıl ve ne yazacağımı bilemiyorum. Geçtiğimiz kış, kendimi biraz fazla rahatsız hissedip, moralsiz, sıkıntılı ve çok hasta düşünüp size geldiğimi düşündüm de bir an, inanın utandım: (

Sevgili doktor'cum, kimbilir bunun gibi acı ve tatlı ne anılarınız vardır sizin, daha önce hiç aklıma gelmeyen ama yukarıdaki satırlarınızı okuduktan sonra "ah keşke Ahmet Bey'in vakti olsa da anılarını içeren bir kitap yazabilse" diye geçirdim içimden, herhalde bu kitabı ilk alanlardan biri de ben olurdum haliyle, ne dersiniz olabilir mi beni heyecanladıran bu güzel düşünce?

Umarım hastanız hâlâ hayatta ve yaşama sevincini yitirmemiştir tüm olumsuzluklara rağmen. Belirtmeden geçemeyeceğim bir husus da, oda, hastanız ve ailesi ile ilgili yaptığınız tasvirler o kadar gerçekçi olmuş ki, aynı odada görünmez bir kişi olarak sanki ben de varmışım gibi tüm anlattığınız olayları adeta yaşadım, hele bayılmanızı okurken içim hop etti, şu anda iyi olmanızı bilmeme rağmen, sizin adınıza çok korktum desem güler misiniz?

Yazılarınızı yeni öğrenip okudukça, neden bu kadar tecrübeli olduğunuzu ve hastalarınızla kurduğunuz olumlu iletişimi daha iyi anlayabiliyorum.

Siz çok yaşayın olur mu? Sağlıklı olarak tabii ki…

İclal Arpınar - 19 Haziran 2009 (18:47)

Sayın doktorum, yazılarınızı hikâye olarak okurken yazının üslubu sıkmadan sürükleyip giderken, bu yazdığınız hikâyenin bizzat tarafınızdan yaşanmış olması ayrı bir tesir katıyor yazılarınıza.

Hayatın manzaralarına sizin pencerenizden bakmaya devam etmek için yazılarınızı yaz döneminde de takip etmek isteriz.

Radyo tatile girsin ama bari buradan yazılarınızı okuyalım.

Ayrıca bu yaz tatilinde "okyanusa düşen gül" romanını okumanız ve eleştirilerinizi paylaşmanızı temenni ve ümid ediyorum. Nokta kaleminize ve yüreğinize sağlık.

Ayrıca Derkenar'ın olmayan patronuna bir mesaj iletmek isterim.

Cümlelerime büyük harfle başlamak istiyorum ama caps lock tuşu açık onu kapat öyle devam et diye uyarı çıkıyor ve klavye yazmıyor.

Ümmü Nuran - 23 Haziran 2009 (02:34)

Cümlelerinize büyük harfle başlamak için klavyenizin her iki yanında (solda Caps Lock tuşunun altında, sağda Enter tuşunun altında) olan Shift tuşunu kullanmanızı öneririm. Caps Lock tuşunu unutun. O tuş, yazının tamamını büyük harfle yazmak içindir.

Büdütör - 23 Haziran 2009 (10:12)

"Insana ve konusmaya hasreti cok belli oluyordu." diye yazmissiniz ya bu satirlar dusundurttu beni. Yaslilarda ve ozellikle yatalak hastalarda bu durum ne kadar da bellidir degil mi?

Bir calismam icin yaslilar yurdunu ziyaret ettigimde hemen hizlica "har har har" kan orneklerini alip, isimi bitirmek yerine, biraz da konusmak icin zaman ayirirdim ve belki de bir daha hic bir zaman gorup konusamayacagim insanlardi. O an paylasirsak paylasacaktik, sonrasi da olmayacakti.

Ilk o zamanlar farketmistim yalnizligin ve yasliligin konusma istegini de yaninda getirdigini.

Alper Uzun - 25 Haziran 2009 (18:49)

10'lu yaşlardayken, evin içinde gözlerimi tülbentle bağlar, sol elimle yazı yazmaya çalışır, bacağımın birini dizime çekip bağlar sek sek sekerdim. Herhangi bir yoksunluğu olan insanın yaşadığı farklılığı algılamaya, anlamaya çalışırdım.

O zamanlar manevî yoksunluk kavramından haberim yoktu. Etrafımda gördüğüm küçük kötülükleri de çocuk aklımla ayırt edemiyordum.

Engelli ya da yatalak birini gördüğümde hâlâ suçluluk hissinden kurtulamıyorum ama en çok üzüldüğüm insanlar artık onlar değil, sağduyusunu kaybetmiş kişiler.

Fersan Cevriye - 7 Ağustos 2009 (15:33)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

72
Derkenar'da     Google'da   ARA